Sol yanım...

30 Mart 2016 Çarşamba

Kadının Siyasete Katılımı: Sorunlar ve Çözümler

Kadına karşı şiddetin ülkemizdeki vahim tablosunu tartıştığımız 25 Kasım'ı henüz geride bırakmışken, kadının seçme ve seçilme hakkını tartışacağımız yeni bir haftaya adım atıyoruz. Kadına şiddetten, siyasete katılıma süren yolculuğumuz ironik olduğu kadar ilişkili de... Yani aslında kadının her alanda temsil hakkı arttıkça, mücadele gücünün ve toplumun duyarlılığının artacağı da bir gerçek.

Sözü çok uzatmadan, kadınların siyasette varlığı adına karşılaşılan sorunlara ve bu sorunların çözümüne değinmek istiyorum.
Kadının siyasete katılımı ve "hangi kadın?" sorunsalı:

1)    Türkiye'de kadınların siyasete eşit katılım ve temsili denildiğinde karşımıza çıkan ilk sorun kadınların siyasete katılımını destekleyecek tarihsel bir mirasın olmamasıdır. Önderimiz Gazi Mustafa Kemal'in ülkemizde kadınların her alanda erkeklerle eşit imkanlarda varlık göstermesi adına verdiği mücadele ne yazık ki yıllar içerisinde olumlu örneklerle taçlandırılamamış ve kadınların rol model olarak görebileceği, feyz alabileceği boyuta ve yoğunluğa taşınamamıştır.

2)    Toplumumuzdaki kültürel dokunun, sosyolojik yapının, toplumsal değerlerin de önemli derecede etkisiyle cinsiyet eşitliği bilinci gelişememiş, kadınlar kendilerine biçilen rol çerçevesinde hareket etmeye zorlanmıştır. Erkek egemen siyasal yapı kadına, "elinin hamuruyla" erkek işlerine karışmaması gerektiğini vurgulamış, eğer siyasete giriyorsa da vitrin görevi üstlenecek, uyumlu, yabancı dil bilen, ama siyasal deneyimi düşük profili tercih etmiştir. Bu ağırlıklı olarak profesyonel siyasetçilerin tercihidir. Araştırmalar göstermektedir ki seçmenin %82'si siyasette kadın görmeyi istemektedir. (Ama aynı zamanda eşini siyasete sokmak istememektedir. Bknz:Madde5) Cinsler arası eşit temsil açısından kadın varlığına baktığımızda kamu kurumlarında, bürokraside, yargı organlarında, üniversitelerde oran %20-25'leri bulurken siyasette %10 civarına düşmektedir. Yine de kamu tepe yönetimlerinde kadınlar hala daha varlık göstermekte zorlanmaktadırlar. (Sancar, 2008)


3)    Toplumsal cinsiyet rolü kadınların siyasette üstlendiği görevlere de sirayet etmektedir. Siyasetin temel dinamikleri olan dış politika, ekonomi, milli güvenlik ve mali politikalar gibi konularda öncül kadınlar göremezken, çocuk, aile, kadın, engelliler gibi alanlarda kadınların daha "makbul" olduğuna tanıklık etmekteyiz. Üstelik söz konusu kariyer ve liyakat olduğunda kadınların erkeklere oranla daha yüksek kriterlerle değerlendirildiği, tüm bunların sonucunda yine de "cam tavan" etkisinden kurtulamadıklarını da söyleyebiliriz.

4)Kadının siyasete katılımının çok sıkıntılı olduğu ülkemizde seçilen/atanan kadınların örgüt geçmişi olmaması, siyasal deneyimi düşük olması, örgütte varlık göstermek için mücadele eden kadınların direncini kırmakta, siyasete katılım ve devamlılık oranını düşürmektedir. Benzer şekilde kadın kollarının hala yardımcı kol görevi görüyor oluşu, ana politik hatta katılım güçlüğü, örgütte çalışan kadınların motivasyonunu ve inancını düşürmektedir.

5)Elbette ki en önemli sorunlardan biri de siyasetin maddi imkanlara bağlı bir uğraş olmaktan henüz kurtulamamış olmasıdır. Çoğunlukla bürokrat, öğretmen, avukat, işçi, akademisyen, doktor meslek gruplarından gelen kadınların iş adamlarıyla ve maddi yönden kuvvetli erkek adaylarla  eşit imkanlarda bir mücadeleye girmesi adaletsiz bir yarışın ilk sinyalidir. Ayrıca siyasetin erkekleşmesi, kahvelerde geç saatlere kadar süren toplantılar, olumsuz çalışma koşulları kadınları zorlayan bir başka unsur olarak ortaya çıkmaktadır. Yine yapılan araştırmalar göstermektedir ki siyasette kadın görmek isteyen seçmen, "eşinizi siyasete sokar mısınız?" denildiğinde çoğunlukla "hayır" yanıtını vermektedir. Bu tablo Anadolu'nun geniş bir kesiminde erkek ilçe yöneticilerinin ve milletvekili eşlerinin dahi partiye üye yapılmadığı gerçeğiyle pekişmektedir.

Türkiye'de kadının siyasete katılımı ve hangi kadın sorunsalı üzerine nice alt başlık da üretebiliriz. Ama temel olarak sayabileceğimiz bu 5 soruna çözüm üretmek mümkün. Çözümün ilk ve en önemli yolu, bu sorunların sadece herhangi bir partideki kadınların sorunu olmadığını anlamaktan geçer. Öncelikle şu bilinmelidir ki meclisteki kadın vekillerin ve kadın öncelikli sivil toplum kuruluşlarının kollektif bir çalışması olmadıkça bu sorunlar varlığını sürdürmeye devam edecektir.

Sivil toplum kuruluşlarının ve kadın hareketinin önemli bir başarısı son yıllarda sınıftan soyutlanıp kimliğe sığınan ve kadınları da gerici-çağdaş, Kürt-Türk, Alevi-Sunni, İslamcı-Laik, kentli-köylü diye ayıran siyasal çizgiye inat tüm kimlikleri aynı çatı altında birleştirebilme başarısıdır. Aslında siyasetin ayrıştırdığını, kadın hareketleri birleştirmektedir. Dolayısıyla burada kadın vekillere düşen görev kadın hareketleriyle ortak bir çalışma yürüterek siyasetteki cinsiyet kotasının anayasal bir zorunluluk haline getirip, yasalaştırılmasını sağlamak olmalıdır. Sadece kota uygulaması yeterli değildir. Hatta cinsiyet eşitliği politikaları bir bütüne yayılmadıkça kotanın, partiler içi gerginliği arttıran bir unsur olarak ortaya çıktığı dahi görülmektedir. (Sancar, 2008)

TBMM'deki tüm kadın vekillerin oluşturacağı bir "Ortak Komisyon" aracılığıyla, Türkiye'de kadın-erkek eşitliğini sağlayacak kamu politikalarını üretmek üzere kurulmuş Kadının Sorunları ve Statüsü Genel Müdürlüğü'ne (KSGM) kota, katılım, Eşitlik Çerçeve Yasası ve eşitliğin bir kamu politikası olması hususunda çalışmalar yapması yolunda baskı kurmalıdır. Siyasete katılımda eşitlik, kadınların ancak ortak hareket ve anayasal yaptırımla çözebileceği bir konudur.

Ayrıca parti içine dönük uygulamalarda örgütsel adalet duygusunun kırılmaması, çalışan emek veren kadınların erkelerle eşit imkanlara sahip olması, kadın kollarının yan ve yardımcı kol görünümünden kurtulması, siyasetin kadınlar için birinin kızı, eşi, yakını sıfatlarıyla yapılabilir olmaktan kurtulması, ideolojik yanı güçlü, yetkin kadınların hakkaniyet duygusu içinde siyasette varlık göstermelerine imkan tanınması sağlanmalıdır. 

Bu vesile ile Cumhuriyet devriminin mimarı, önder Mustafa Kemal Atatürk'ün Türkiye'de kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanımasının 81. yılını idrak ettiğimiz bu günlerde kendisini bir kez daha sevgiyle, özlemle ve saygıyla anıyoruz.

* Sancar, S., 2008, "Türkiye'de Kadınların Siyasal Kararlara Eşit Katılımı", Toplum ve Demokrasi, 2 (4), Eylül-Aralık, s. 173-184.

Dikenli Yol

Havada kişisel kaygılar, beklentilerle dolu, geçici ama endişe verici bir heyecan kokusu var.

Bir trajedi olarak adlandırabileceğimiz 1 Kasım seçim sonuçlarının tam olarak idrak edilmesine fırsatımız olmadan, kendimizi içinde bulduğumuz parti içi delege seçimleri, adeta hastaya vurulmuş ağır kortizon iğnesinin etkisiyle yüksek dozda enerji veriyor. Ardından gelecek siyasi travmaların, oluşacak hasarların, açılacak yaraların varlığından bihaber bir telaş içerisindeyiz… Kimimiz mahalle delegesi, kimimiz il delegesi, kimimiz kurultay delegesi çıkmak istiyor. Bu yolun sonunda bir de parti meclisi mücadelesi yaşanacak. Ya olursa, ya girersem telaşı heyecanı yüksek tutuyor.

Elbette siyasi partiler yasasına göre, tüzüğümüze göre, demokrasinin bir gereği olarak bu seçimleri yapacağız. Onda şüphe yok. Ama bu heyecanın sadece parti içi bir mücadeleye dönük olduğunu, seçmende, üyelerimizde, paydaşlarımızda çok derin bir düş kırıklığı ve hüzün olduğunu kabul etmemiz lazım. Üstelik beklentiler üzerine kurulu bu heyecan fırtınası dindiğinde ortaya; anayasa değişikliği, başkanlık, özyönetim talepleri, terör sorunu, sınırda savaş ve hatta hiç dillendirmek istemesem de iç savaşa varan sorunlarla başbaşa kalacağız. Üstelik yine AKP zihniyetinin iktidar olduğu bir Türkiye’de… Ülkemizin ve partimizin geleceği adına ciddi anlamda endişeleniyorum.

Aslında bundan sonra yürüyeceğimiz yol dikenli, engebeli ve yakıcı. Bu yolda bize yürüyecek dirayet, irade ve güç gerek. Öncelikle her türlü dar ekipçiliği, klikçiliği, hizipçiliği elinin tersiyle itmiş, yoldaşlık bağlarının daha kuvvetli örüldüğü bir Cumhuriyet Halk Partisi gerek. Ortak bir amaca adanmışlık gerek. O ortak amacın partimizin kuruluş felsefesinde zaten var olduğunu, başka yol haritaları aramanın nafile olduğunu, kimlik siyasetinin bizi dar alanlara sokan bir tuzak olduğunu anlamak gerek. Örgütümüze delege olmaktan daha büyük hayaller kurdurabilmek gerek. Halkımıza bir büyük umudun tek adresi olduğumuzu gönülden inandırmak gerek. Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyeti kuran iradesinden beslenmek, devrimleri geliştirmek, laikliği doğru kavramak, doğru anlatmak, savrulmamak, yalpalamamak, tereddüt etmemek gerek. Bize yeniden güven inşaa etmek gerek. Özeleştiriden korkmamak, doğru yerde, doğru zamanda yapıcı eleştirinin getireceği iyileştirmelerden faydalanmak gerek.

Ülkenin içine girdiği dar boğazı göre göre, rejim değişikliğinin ayak seslerini duya duya delege olmuşuz ne çıkar, yönetime girmişiz ne çıkar.
Esas mesele bu çetin ve dikenli yolda; Doğruluktan ve siyasi köklerimizden ayrılmadan bir büyük mücadelenin fitilini ateşleyebiliyor muyuz? Bir gözümüzü yumup bakmadan, kulaklarımızı tıkamadan, meselenin üstünü örtmeden, ardına saklanmadan, beklentilerden beslenmeden o büyük gerçeği görebiliyor muyuz?

Bu gerçekliği değiştirmek için üstümüze düşeni yapabiliyor muyuz? Ortak amaçlarımız uğruna birlik olup yanyana yürüyebiliyor muyuz? Bundan sonrasında başaracağımıza inanıyor muyuz? İnanıyorsak bu inancı örgütleyebiliyor muyuz?

Siyaset; bilgi, birikim, öngörü gerektirdiği kadar cesaret ve yürek işi… Ve bazı zamanlarda daha iyiye evrilmek için cesaret gösterip doğruları söyleme işi.

Aradığımız soruların yanıtı sol yanımızda saklı… Yüreğimizde, uğruna mücadele ettiklerimizde, hava su gibi yaşamamızı sağlayan ideolojimizde, duruşumuzda, özümüzde… Tüm kişisel beklentilerden arınıp, yüreğimizin sesini dinlediğimizde gerçeği bulacağımıza inanıyorum. Devrim köklü ve nitelikli değişimdir. Bunun için bize yalnızca biraz cesaret gerek. Biraz cesaret.


Yokluğumda...

Aslında bu topraklarda doğmam kolay olmadı.

Ama doğumumdan ziyade yaşamakta çok güçlük çektim.

Varlığımın gerekliliğini tartışanlara, olmasa da olurdu, hatta daha iyi olurdu diyenlere karşı mücadelem hiç bitmedi. Yoruldum.

Değerimi ne kadar bildiniz bilemiyorum. Ama bu ülkede yaşarken başınıza gelen, şikayet ettiğiniz ve anlam veremediğiniz her ne varsa beni tüketmişliğinizden, örselemişliğinizden geldi. Fark edemediniz.

Yıllarca dimdik ayakta durmuştum oysa ki. Yaşamınıza girmeme sebep olan devrim gibi. Ta ki ilk hedefi beni yok etmek olan o iktidar gelene kadar.
2002'de iktidara geldiklerinde beni en çok şaşırtan kendine liberal ve solcu diyenlerin beni, "Yeni Türkiye" hayalleri üzerinden tartışmaya açmalarıydı. Dönemin başbakanı; "Müslümanım, laik değilim. Hem Müslüman hem laik olunmaz" diyordu. O güne kadar beni baş tacı edenler birden bu yeni rüzgara kapılıp varlığımı sorgulamaya başladılar. Bu sorgulamadan en çok zararı halkımız görecekti. Umursamadılar.

Beni dinin ikamesi olarak gördüler. Düşman bellediler. Halbuki ben her türlü kimliğin, aidiyetin tek güvencesiydim. Bilemediler.

Yıllar içerisinde kadınların giyimine, konuşmasına ve hatta gülüşüne müdahale edilirken sizi izliyordum. Kadınların erkeklerle eşit bir birey olarak yaşamalarının teminatı da bendim. Anlamadılar.

Yeni Türkiye yolunda devrimin tüm kazanımları yara alıyordu. Üstelik devrimin sürekli gelişim isteyen bir eylem olduğunu unutarak. Ben ise en büyük darbeyi 8 yıllık kesintisiz eğitimin kaldırılmasıyla aldım. Benim için mücadele edenler Gazi Meclisi'nin koridorlarına itildi, darp edildi. Ağır yaralandım.

Bu "Yeni Türkiye" modelinde insanları kimliklerine göre sınıflandırdılar. Çünkü bu ayrım gaddar iktidarın işine geliyordu. Siyaseti kimliklere göre kanalize etmenin tehlikesi, zamanla halkın da kimliklerine göre ayrışacak olmasıydı. Bu da peşinden toplumsal duyarlılığın katlini getirecekti. Artık insanlar ölümleri bile sizin acınız, bizim acımız diye ayırmaya başlamıştı. Sonunda vicdanımız öldü. Öldürenler utanmadılar.

Benim doğduğum Türkiye, hiç tanıyamadığım başka bir hale evriliyordu. Halbuki Mustafa Kemal'in hayali başkaydı. O muasır medeniyetler seviyesine ulaşmayı hedefliyordu ve sıklıkla "Batılılaşmaktan" bahsediyordu. Bunu gereksiz bir özenti olarak gören bu gaddar iktidar, çağdaşlaşmayı elinin tersiyle itip Türkiye Cumhuriyeti'ni Ortadoğulu bir ülke olarak ilan etti. Hatta onun lideri olarak. Ortadoğu'nun iltihaplı, kanayan tüm yaralarının ülkenin bedenine musallat olmasına izin vererek. Çürüyorduk, batıyorduk, kanıyorduk. Anlatamadık.

Tüm bunlar gerçekleşirken beni unutanlar, bir Milli maçta tekbir getiren seyircileri görünce isyan ettiler. Acıya nasıl saygı duyulmazdı? Bu insanlar terör örgütü IŞİD'in yaptığı şüpheli bir terör saldırısını nasıl desteklerlerdi? Şaşırdılar, inanamadılar. Bu nasıl zihniyetti? Aslında her ne olduysa yokluğumdan olmuştu. Yokluğumdan.

Şimdi vicdan sahibi herkes yana yakıla beni çağırıyordu; Adımı bilmeden, kimi çağırdığını fark etmeden.

Kendi kendinize mırıldandığınızı duyuyorum; Sen kimsin diye?

Ben kim miyim?

Ben LAİKLİK'im.
Ben kimliği, dini, mezhebi her ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit haklarla yaşaması ülküsüyle vücud bulmuş laik, demokratik CUMHURİYET'im.

Beni çok örselediniz, elbirliğiyle yıprattınız, tartıştınız, küçümsediniz.

Şairin de dediği gibi; Bir gün benden şikayet ettiğiniz her ne varsa, özleyeceksiniz. Biliyorum.

Umarım çok geç kalmazsınız.

Umarım bu kadar ayrışmayla Ortadoğu'nun karanlık bataklığında boğulmazsınız.


Son Evre:Güç Sevdası

Bertrand Russell insanların siyasi bakımdan önemli arzularını birincil ve ikincil grup arzular olarak sınıflandırmaktadır. Birincil grup arzular yiyecek, barınma ve giyim… İktidara geldiklerinde bu arzularını tam olarak tatmin edememiş siyasiler önce buradan başlıyorlar. Şatafatlı sofralar, göz kamaştıran kumaşlarla dikilmiş kıyafetler, abartılı takılar ve her köşesine olağanüstü para harcanmış gösterişli konutlar… Adeta geçmiş yaşamlarında yaşadıkları yoksulluğu, imkansızlığı unutuncaya ve unutturuncaya dek süregiden bir “sınıf atlama” hezeyanı, telaşı…

İktidarın ilk zamanlarında birincil arzularını tatmin eden zulümkar siyasilerin ikincil arzuları devreye giriyor bu sefer. Russell ikincil arzuları dört başlıkta topluyor; Açgözlülük, rekabet, kibir ve güç sevdası… Bu arzular tıpkı sıralamasında olduğu gibi gitgide artan ve daha tehlikeli boyuta ulaşan bir hal alıyor.

İlk evre “açgözlülük”. Yani mümkün olduğunca çok mala ve mal belgesine sahip olma isteği… Açgözlülük yüzyıllardır yönetenlerin en büyük bataklığı olmuştur. Yıllarca ipekten divanlara kurulmuş Arap kabile reisleri bile çöllerde geçen yıllarını asla unutamamış ve ihtiyaçlarının çok üzerinde bir zenginliği istifleme ihtiyacı duymuşlardır. Açgözlülük güdüsü aynı zamanda kapitalizmin de temel besin kaynağıdır. Bir avuç tefeci devletin doymak bilmez bir iştahla borçlu devletler güruhu yaratma dürtüsünün altında yatan da aslında bu duygudur…

Açgözlülük bir türlü bastırılamaz ve doyurulamaz görülse de ondan daha tehlikeli ikinci arzu “rekabet”. Rakiplerini yok etme niyeti vahşi ve faşist iktidarların adaleti, yargıyı, kolluk güçlerini ve iktidarın tüm nimetlerini adeta uğruna seferber ettiği bir duygu. Sıklıkla başvurulan yalanların nedeni de azılı rekabet duygusuyla rakibini alaşağı etme hedefidir. Rekabeti hiçbir şekilde adil yürütmeyen iktidarların temelinde “kibirle” beslendikleri görülmektedir.

Kibir yani hakkınızda ne kadar çok konuşulursa daha çok konuşulsun güdüsü… Daha çok… Daha çok… En çok… Sürekli bir takdir edilme, övülme, alkışlanma ihtiyacı… Muktedirin yakalandığı hastalığın son evresine yani “güç sevdasına” ulaşma yolunda döşeli taşların üzerinde “kibir” yazar. Onun kibrini tatmin etmeyen gazetecilerin kellesi istenir. Onu iyi yazmayan ve anlatmayan basın susturulur. Onun yolsuzluklarını yani “açgözlülüğünü” ortaya serenler hiç edilmeye çalışılır. Rakip siyasi partiyi yok etmek için her yol denenir. Sıklıkla yalana başvurulur. Faşist muktedirin yakalandığı iktidar sarhoşluğu hastalığının son evresi ise “güç sevdasıdır”. En tehlikelisi…

Özellikle otokratik rejimlerde, erki elinde bulunduran yöneticiler, bu duygunun getirdiği hazzı deneyimledikçe daha zorba bir hal alırlar. Daha çok ezen, daha çok tahakküm eden, tek olan, yenilmez olan… Yani hem cumhurbaşkanı, hem başbakan, hem belediye başkanı, hem vali hatta hem muhtar olan! Yani tüm gücü elinde tutan, kontrol eden tek güç olma isteği.

Russell’ın tanımladığı bu evreler bizlere hiç yabancı gelmiyor. Güç zehirlenmesi yaşayan bir iktidarın ülkesini uçuruma sürüklediğini, gücü “bilgi” olarak gören her aydın insan rahatlıkla anlayabiliyor. Son evreden yani güç sevdasından kendini tüketmeden çıkmış bir zalim tarihte var olmamış. Kuvvetle inanmalıyız ki bundan sonra da var olmayacaktır.