Sol yanım...

25 Haziran 2012 Pazartesi

İŞGÜZAR

Biz, kadının özeline dokunmayın dedikçe devlet daha çok müdahil olmaya başladı. Onlarca yazı, protesto, eylem, istatistiki veri yine de kar etmedi… Bu seferde Sağlık Bakanlığı hamilelik testi pozitif çıkan kadınların eşlerine ya da babalarına cep telefonundan tebrik mesajı atmaya başlamış… Bu düpedüz devlet eliyle işgüzarlıktır! Aileye nifak sokmaktır… Hangi açıdan bakarsanız bakın anlamsız, gereksiz, art niyetli bir yaklaşım. Kadınların sosyal yaşamı ve sağlığıyla ilgili onlarca sorun varken, hamilelik testi sonuçlarının peşine düşmek de neyin nesi oluyor?
Kadınların ekonomik özgürlüklerinin kısıtlı olması, istihdam sorunları, şiddet, çocuklarının bakım problemleri çözüldü; hamilelik tebriği, kürtaj, sezeryan sorun kaldı! İnsanın “dervişin fikri neyse zikri odur” diyesi geliyor… Varsayalım ki kadın evli, bir çocuğu var fakat hamile kalmış. Eşinden habersiz hamileliğini sonlandırmak istiyor. Kendine göre onlarca farklı gerekçesi olabilir. Bunu hemen "çocuk başkasından mı?" diye Gökçek aklıyla düşünmeyin… Kocasıyla ilgili kaygıları vardır, geleceğiyle ilgili kaygıları vardır. Belki de eşine karşı sevgisi tükenmiştir?

Bu çok yalın bir gerçek ki çocuğu doğuran da, bakan da, büyüten de annedir… Boşanmalar da dahi çocuk belli bir yaşa kadar anneye verilir. Hem bedenen, hem ruhen bazen de madden yük annenin sırtındayken devletin, evlat sahibi olma kararına eşi veya babayı dahil etmesinin gerekçesi “nifak”  değildir de nedir? Ve tüm bu açıklamalar gelirken Aileden(!) Sorumlu Bakan  ne yapar?
Bana sorarsanız bu iflah olmaz müdahalelere hakkıyla karşılık vermek lazım… Hamilelik testi yapılırken eşinizin ya da babanızın cep telefonu soruluyormuş. Yazın kardeşim Sağlık Bakanının, Aileden Sorumlu Bakanın cep telefonunu, bütün tebrik mesajları onlara gitsin!
“Tebrikler kızınız hamile…” “Tebrikler eşiniz hamile…”

………………………………………………
Ne siyah çelenklerden, ne sokak eylemlerinden, ne isyandan anlamıyorlar… Fikri sabit bir şekilde kendi bakış açılarına uygun düzen oluşturmaya çalışıyorlar…  Ve bu düzenin en önemli dinamiği “kadınlar”…
Bu uygulamalar kadınlarla sınırlı kalır mı? Sanmam… Benim bundan sonra ilgili bakanlıklardan beklentim;  Cuma namazını kılmayan erkek çocuklarının ailelerine Diyanet İşlerinden mesaj atılması ya da okulu kıran öğrencilerin ailelerine Milli Eğitim Bakanlığından mesaj atılması…
“Çocuğunuz bugün okula gelmedi… Ona göre…”
Olmaz demeyin… Olur olur bal gibi olur… İspiyonculuk kültürü bir kere yerleşmeye görsün her şey olur…Bir gün cep telefonunuza bir mesaj gelir:
“Eşiniz bugün Kordon’da alışverişte görüldü…” Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı
Özel hayata çoktan girildi… Hadi  şimdi çıkın işin içinden çıkabilirseniz…
Kalın sağlıcakla…


Yaşadıklarımızdan Zeki-Metin’in Yasaklar’ı geldi aklıma…
“Eve gitmek yasak kardeşim!”




18 Haziran 2012 Pazartesi

RENKLER VE RUHANİ ALEM


Üzerine tez yazdığım “renkler” hakkında hiç yazı yazmadığımı fark ettim… Yaz mevsiminin başladığı bu günlerde biraz siyasetten uzak, ruhani, insanı farklı diyarlara götürecek bir bakış açısıyla bakmak istedim “renklere”… Denize uzun uzun dalar gibi, huzuru uçsuz gökyüzünde bulur gibi, dinlerde de renklerin getirdiği manalar çok derin…

Ortaçağ’dan başlayalım… Tek tanrılı dinlerden birine mensup olan hristiyanlar dinlerinin çıktığı ilk yıllarda, kabul görülene kadar ayinlerini yer altındaki labirentlerde gerçekleştirirlerdi. Dini yayma uğruna can veren azizlerin resimlerini bu labirentlerin duvarlarına renkli desenlerle resmederlerdi. İbadetlerini daha rahat yapmaya başladıklarında ise sanatın altın devri ‘Rönesans’ doğdu. Rönesans... Sanatın, varoluşun, insan bedenini keşfedişin miladı... Rönesans mimarisiyle birlikte renkler daha fazla anlam kazandı.

Hristiyan sembolizmine baktığımızda 3 ana renk çok baskın olarak görülmektedir. Kutsal üçlemenin (baba –oğul- kutsalruh) rengi kırmızı , mavi ve sarıdır. Benim gibi bir ortaçağ tarihi aşıklısı için kült olmuş filmlerden “Le Nom De La Rose”un ve hatta yakın geçmişte vizyona giren “Da Vinci’nin Şifresi”nin çekildiği kiliselerde “rose window” denen sarı-kırmızı-mavi rengi ışık huzmesi olarak yansıtan pencereler vardır. Genellikle kiliselerin batı kapılarında yer alan bu pencereler özeldir. Renkleriyle kutsal üçlemeyi, azizleri ve bakire Meryem'i temsil ederler.
Hristiyanlıkta rütbeyi simgeleyen bir diğer kutsal renk mordur. Katolik kilisesindeki bir din adamının rütbesi yükseldikçe , cübbelerindeki mor ton ve benekler yoğunlaşır. Örneğin piskopozlar eflatun rengi cübbe giyerken , kardinaller erguvan rengi giyinip mor ametist taşlı bir yüzük takarlar. (Sunakların ve kilise rahlelerinin döşemelerinde sırf papazların kıyafetlerine uyumlu olsun diye mor rengi kullanılmaktadır.) İşte bu yüzdendir ki hem sanatın hem Katoliklerin önemli merkezlerinden olan Floransa’nın temsil rengi mordur. Osmanlı’da da “mor” rengi sultanları ve şatafatı temsil eder. Hürrem Sultan’ın en sevdiği rengin “mor” olduğu söylenmektedir.
Şamanizm’den Müslümanlığa değin üzerinde yaşadığımız topraklarda renklerin çok önemli ruhani manaları olmuştur. Şamanizm’de beyaz büyüklüğü , gücü ve asaleti ifade eder. Eski Türklerde Şaman gökyüzüne yükselirken;  yeşil ,sarı ,kırmızı renklerde kıyafetler giyilirdi. İslamiyet’le beraber yeşil çok önemli bir yer alır. Müslamanların kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’de ağırlıklı olarak yeşil rengi vurgulanmaktadır. Kutsal kitapta yeşil cennet bahçelerini, sarı neşeyi, beyaz masumiyeti , siyah çürümüşlüğü simgeler.
Müslümanlıktaki yeşilin kutsal anlamının karşılığında kiliselerdeki figürlerde Şeytan’ın gözü ve teni yeşil resmedilmiştir. Bundan dolayıdır ki kullanılmaması gereken , sakıncalı bir renk olarak betimlenmiştir. Hristiyanlığın hakim olduğu Fransa’da ise ‘korkudan yüzün yeşil bir renk alması’ manasında kullanılan ‘etre vert de peur’ , Türkçe’de karşılığını ‘yüzü sapsarı’ oldu deyimiyle sarıyla karşılanmıştır. İslamiyet tarihinde renklere ve sanata karşı yasaklar olduğu varsayıldığından elimizde dinle ilişkisi üzerine çok veri yok. Gelin görün ki çini işlemelerinde ki meşhur “turkuaz” renginin önemini de yabana atmamak lazım…

Din ve renk ilişkisinden bahsederken sembolizmden bahsetmemek olmaz. Renk sembolizmin kültürel ve psikolojik anlamları dört temelde ayrışır. Bunlar ; Kültürel ortaklık ( töreler, adetler, kutlamalar, coğrafya…) ,  politik ve tarihi ortaklık ( bayrakların renkleri, parti amblemleri , krallıklar…), din ve efsaneler ( doğaüstü inanışlar, kutsal kitapların sunduğu renk sembolizmi…), dil bilimi ayrışmaları ( farklı dillerin sunduğu farklı renk terminolojileri…), güncel kullanımlar ve moda ( trafik ışıkları, modada kullanılan klişe renk tanımları…)
Sembolün insan üzerindeki etkisini belirleyen son faktör ise renk kombinasyonlarıdır. Birlikte kullanılan renklerin o kültürdeki çağrışımları çok önemlidir. Örneğin hristiyan batı kültüründe kırmızı ve yeşilin bir arada kullanımı Christmas’ı çağrıştırır.
Hint felsefesinde ‘üç gunalar’ olarak tanınan , varlığın yüksek hallerini ve bilgiyi temsil eden , saf ve öz manasında kullanılan  ‘Satva’ beyazla, varoluşun olanaklarının yayılmasını sağlayan manasıyla ‘Rajas’ kırmızıyla, varlığın cahiliyetini ve karanlık kökünü simgeleyen ‘Tamas’ siyahla sembolize edilmektedir.
Uzakdoğu felsefesinde rastlanan yin-yang , siyahla beyazın zıtlığını ifade ettiği gibi birbirini ikmal etmesini de simgeler. Genellikle siyah gece ile simgelenirken sınırsızlığı vurgular. Beyaz ise mutlak olandır. Bir bütün olan biçimin bütünlüğünden ayrı olarak yang’ın merkezindeki siyah çember  ‘mutlak’ın öz bir boyutu olarak ‘sınırsız’ı , yin’in merkezindeki beyaz çember ise ‘sınırsız’ın öz bir boyutu olarak ‘mutlak’ı gösterir.
Renkler  yüzyıllardır insanoğlunun dikkatini çekmiş , üzerine araştırmalar yapılmış, şiirlere ilham vermiş, kitaplara konu olmuş ve insanlık varolduğu sürece ona hayat yolculuğunda eşlik etmiştir. Farklı çağlarda değişik şekillerde ele alınan renkler disiplinler arası çatışmalara, toplumlar arası uzlaşılara, kültürler arası kardeşliklere aracılık yapmıştır.

Victoria Finlay ‘Renkler’ isimli romanının önsözünde ‘Renkler üzerine yazmanın ilk açmazı , gerçekte mevcut olmamasıdır. Veya belki yalnızca onları çevremizdeki titreşimleri yorumlayarak zihnimiz yarattığı için mevcutturlar…’ diyerek aslında renkler üzerine yazmanın zorluklarına değinmiştir.

Bundan dolayıdır ki renkler tartışılmaz kabul edilmiştir. Kim bilir belki de onlar zihnimizin tatlı küçük yanılsamalarıdır…  Her birimiz için farklı farklı anlamları ve varoluşlarıyla…
Renkli, huzurlu, mutlu bir yaz olsun hepimiz için…

Ve keyifle dinlemeniz için "Au nom de la rose"...










12 Haziran 2012 Salı

KÜSKÜN SİYASET




İnsanoğlu’nun tabiatında var “küsmek”… Özellikle duygularını çok uç noktalarda yaşayan, dalgalı bünyelerde daha sık rastlanır bu menem duyguya… Bir kere kuyusuna düşmeye görün küs geçen her gün daha da uzaklaştırır, daha da öfkelendirir insanı… Küslük küslüğü getirir, katmerlenir sanki yok olacağına… Artar, çoğalır… 

Sevdiğiniz bir insana öfkelenip küstüğünüzde bir çok evreden geçersiniz… Önce sıcağı sıcağına özlem ve pişmanlık gelir… Kahreder durursunuz “biz niye böyle olduk” diye… Sonra zamanla bakarsınız beklediğiniz barış dalı uzanmaz bu sefer öfke gelir bereketiyle(!), hatta belki nefret… Nihayetinde kabullenme safhası gelir ki artık zaten küskünlüğünüzün esiri olmuşsunuzdur üç günlük dünyada… Kayıplardasınızdır farkında olmasanız da…

Siyasette de küskünlerin hikayesi pek çoktur. Zamanın en yakın yol arkadaşları bir bakıverirsiniz selamsız olmuşlar… Bu meşhur küskünlükler üzerine kurulan partiler dahi vardır. Küskünlükten sonra ikinci tetikleyici duygu devreye girer o an “rövanş alma”… Eski kafa siyasetçilerin çoğu yol haritalarını “intikam” ve “rövanş alma” üzerine kurgular… O yüzdendir ki hep aynı isimler siyaset sahnesinde top çevirip durur… Eh rövanşları al al bitmez mübareklerin…

Şöyle bir geçmişe dönüp baktığımızda bu küskünlüklerin hangi partilerde ne etkiler yarattığını rahatlıkla görebiliriz… ‘98 yılının meşhur  “küskünler hareketinin “ başrol oyuncuları Necmettin Erbakan ve Şevket Kazan ekibi bunların başını çekiyor. Harekete ismini bizzat kendilerinin verdiği siyasi yasaklılar “küskün siyaset” tanımının hakkını tam olarak vermişler. Merkez sağın bir diğer küskün ekibi ise 95 yılında Tansu Çiller’in DYP’den elimine etmeye çalıştığı milliyetçi-muhafazakar kanadı oluşturuyor… Eski meşhur küskünler arasında Alparslan Türkeş'le Muhsin Yazıcıoğlu da gelmektedir. Merhum Yazıcıoğlu'nun bu fikir ayrılığı yeni bir partinin doğmasına sebep olmuştur. MHP’nin günümüzde ki örneğine ise, yıllardır milliyetçi ekip tarafından çok sevilmesine rağmen partiden içeri adım atmasına izin verilmeyen Ümit Özdağ Hocayı verebiliriz.  Devlet Bahçeli çıkmaza sürüklediği siyaset anlayışını sevilen isimleri “istenmeyenler” listesine koyarak pekiştirmiş, zamanın koca hareketini avuç içi kadar bırakmayı başarmıştır.

Peki ne oldu bu küskün siyasetin sonuçları derseniz?

Fazilet Partisi’nin sonu AKP’nin doğuşuna sebep oldu. Eski kafa siyaset anlayışından temizlenerek yola çıkan AKP 10 sene boyunca iktidara oturdu. Erbakan Hoca “arka kapıdan kaçanlar” diye kızsa da önlerine geçemedi… Tansu Çiller ise siyasi ihtiraslarıyla yılların DYP’sini baraj altı bıraktı… MHP deseniz ite kaka yoluna devam ediyor.

Sol’un meşhur küskünleri yok mu? Var hem de nasıl... Küsüp sol'dan sağ’a geçip bakan olanlar, küsüp yeni bir parti kuranlar…
 Sol’da bu yola çıkıp başarılı olan, kitleleri harekete geçiren bir Bülent Ecevit örneği görülüyor. Onun dışındakiler bu davalarını kitlesel bir harekete dönüştürememiş, sadece kendi isimlerini parlatmakla kalmışlar.

Şimdi kendi kendini parçalamaya yetecek bir güç olan “küskün siyaset” anlayışının AKP’de nasıl tezahür edeceği merak konusu… Bu kopuşların partilere ne kadar zarar verdiğini bilen Başbakan parti içinde ki cemaatçi kanadın suyuna gitmeye çalışıyor… Ama görünen o ki bir çatırdama yakın…

Aynı Anavatan Partisi örneğinde olduğu gibi siyasi vadesi dolmaya başlayan AKP’nin karşısında güçlü bir sol bu çatırdamadan var gücüyle faydalanabilir.

Avrupa’dan gelen sol rüzgarları Türkiye’yi de etkileyebilir. Tüm bunlar kendi içinde birlik olmuş, tek davasının ülkenin geleceği olan bir CHP’yle mümkün…

İşte tam da şimdi küsme değil barışma zamanı, ötekileştirme değil birleştirme zamanı, sen ben değil biz olma zamanı…

“Herkes için CHP…”sloganı işte bu yüzden çok önemlidir.

Tüm yasakların bir bir kapımıza dayandığı bu günlerde halk korkunç bir hastalığa yakalanmak üzere “kanıksama”… Kanıksama peşinden duyarsızlığı ve tepkisizliği getirir. İşte bu yüzden vakit küsme değil barışma vaktidir, birleşip çoğalma, çoğalıp yayılma vaktidir.

Siz de kendinize bir iyilik yapın; Küskün olduklarınızla barışın, kırılan kalpleri onarın… Bayramlar barışmak için bazen çok geç olabilir… 

Tüm ümitlerinizin yeşermesi, küskünlüklerinizin sona ermesi dileğiyle… Barış dolu günler dilerim…