Sol yanım...

18 Haziran 2012 Pazartesi

RENKLER VE RUHANİ ALEM


Üzerine tez yazdığım “renkler” hakkında hiç yazı yazmadığımı fark ettim… Yaz mevsiminin başladığı bu günlerde biraz siyasetten uzak, ruhani, insanı farklı diyarlara götürecek bir bakış açısıyla bakmak istedim “renklere”… Denize uzun uzun dalar gibi, huzuru uçsuz gökyüzünde bulur gibi, dinlerde de renklerin getirdiği manalar çok derin…

Ortaçağ’dan başlayalım… Tek tanrılı dinlerden birine mensup olan hristiyanlar dinlerinin çıktığı ilk yıllarda, kabul görülene kadar ayinlerini yer altındaki labirentlerde gerçekleştirirlerdi. Dini yayma uğruna can veren azizlerin resimlerini bu labirentlerin duvarlarına renkli desenlerle resmederlerdi. İbadetlerini daha rahat yapmaya başladıklarında ise sanatın altın devri ‘Rönesans’ doğdu. Rönesans... Sanatın, varoluşun, insan bedenini keşfedişin miladı... Rönesans mimarisiyle birlikte renkler daha fazla anlam kazandı.

Hristiyan sembolizmine baktığımızda 3 ana renk çok baskın olarak görülmektedir. Kutsal üçlemenin (baba –oğul- kutsalruh) rengi kırmızı , mavi ve sarıdır. Benim gibi bir ortaçağ tarihi aşıklısı için kült olmuş filmlerden “Le Nom De La Rose”un ve hatta yakın geçmişte vizyona giren “Da Vinci’nin Şifresi”nin çekildiği kiliselerde “rose window” denen sarı-kırmızı-mavi rengi ışık huzmesi olarak yansıtan pencereler vardır. Genellikle kiliselerin batı kapılarında yer alan bu pencereler özeldir. Renkleriyle kutsal üçlemeyi, azizleri ve bakire Meryem'i temsil ederler.
Hristiyanlıkta rütbeyi simgeleyen bir diğer kutsal renk mordur. Katolik kilisesindeki bir din adamının rütbesi yükseldikçe , cübbelerindeki mor ton ve benekler yoğunlaşır. Örneğin piskopozlar eflatun rengi cübbe giyerken , kardinaller erguvan rengi giyinip mor ametist taşlı bir yüzük takarlar. (Sunakların ve kilise rahlelerinin döşemelerinde sırf papazların kıyafetlerine uyumlu olsun diye mor rengi kullanılmaktadır.) İşte bu yüzdendir ki hem sanatın hem Katoliklerin önemli merkezlerinden olan Floransa’nın temsil rengi mordur. Osmanlı’da da “mor” rengi sultanları ve şatafatı temsil eder. Hürrem Sultan’ın en sevdiği rengin “mor” olduğu söylenmektedir.
Şamanizm’den Müslümanlığa değin üzerinde yaşadığımız topraklarda renklerin çok önemli ruhani manaları olmuştur. Şamanizm’de beyaz büyüklüğü , gücü ve asaleti ifade eder. Eski Türklerde Şaman gökyüzüne yükselirken;  yeşil ,sarı ,kırmızı renklerde kıyafetler giyilirdi. İslamiyet’le beraber yeşil çok önemli bir yer alır. Müslamanların kutsal kitabı Kuran-ı Kerim’de ağırlıklı olarak yeşil rengi vurgulanmaktadır. Kutsal kitapta yeşil cennet bahçelerini, sarı neşeyi, beyaz masumiyeti , siyah çürümüşlüğü simgeler.
Müslümanlıktaki yeşilin kutsal anlamının karşılığında kiliselerdeki figürlerde Şeytan’ın gözü ve teni yeşil resmedilmiştir. Bundan dolayıdır ki kullanılmaması gereken , sakıncalı bir renk olarak betimlenmiştir. Hristiyanlığın hakim olduğu Fransa’da ise ‘korkudan yüzün yeşil bir renk alması’ manasında kullanılan ‘etre vert de peur’ , Türkçe’de karşılığını ‘yüzü sapsarı’ oldu deyimiyle sarıyla karşılanmıştır. İslamiyet tarihinde renklere ve sanata karşı yasaklar olduğu varsayıldığından elimizde dinle ilişkisi üzerine çok veri yok. Gelin görün ki çini işlemelerinde ki meşhur “turkuaz” renginin önemini de yabana atmamak lazım…

Din ve renk ilişkisinden bahsederken sembolizmden bahsetmemek olmaz. Renk sembolizmin kültürel ve psikolojik anlamları dört temelde ayrışır. Bunlar ; Kültürel ortaklık ( töreler, adetler, kutlamalar, coğrafya…) ,  politik ve tarihi ortaklık ( bayrakların renkleri, parti amblemleri , krallıklar…), din ve efsaneler ( doğaüstü inanışlar, kutsal kitapların sunduğu renk sembolizmi…), dil bilimi ayrışmaları ( farklı dillerin sunduğu farklı renk terminolojileri…), güncel kullanımlar ve moda ( trafik ışıkları, modada kullanılan klişe renk tanımları…)
Sembolün insan üzerindeki etkisini belirleyen son faktör ise renk kombinasyonlarıdır. Birlikte kullanılan renklerin o kültürdeki çağrışımları çok önemlidir. Örneğin hristiyan batı kültüründe kırmızı ve yeşilin bir arada kullanımı Christmas’ı çağrıştırır.
Hint felsefesinde ‘üç gunalar’ olarak tanınan , varlığın yüksek hallerini ve bilgiyi temsil eden , saf ve öz manasında kullanılan  ‘Satva’ beyazla, varoluşun olanaklarının yayılmasını sağlayan manasıyla ‘Rajas’ kırmızıyla, varlığın cahiliyetini ve karanlık kökünü simgeleyen ‘Tamas’ siyahla sembolize edilmektedir.
Uzakdoğu felsefesinde rastlanan yin-yang , siyahla beyazın zıtlığını ifade ettiği gibi birbirini ikmal etmesini de simgeler. Genellikle siyah gece ile simgelenirken sınırsızlığı vurgular. Beyaz ise mutlak olandır. Bir bütün olan biçimin bütünlüğünden ayrı olarak yang’ın merkezindeki siyah çember  ‘mutlak’ın öz bir boyutu olarak ‘sınırsız’ı , yin’in merkezindeki beyaz çember ise ‘sınırsız’ın öz bir boyutu olarak ‘mutlak’ı gösterir.
Renkler  yüzyıllardır insanoğlunun dikkatini çekmiş , üzerine araştırmalar yapılmış, şiirlere ilham vermiş, kitaplara konu olmuş ve insanlık varolduğu sürece ona hayat yolculuğunda eşlik etmiştir. Farklı çağlarda değişik şekillerde ele alınan renkler disiplinler arası çatışmalara, toplumlar arası uzlaşılara, kültürler arası kardeşliklere aracılık yapmıştır.

Victoria Finlay ‘Renkler’ isimli romanının önsözünde ‘Renkler üzerine yazmanın ilk açmazı , gerçekte mevcut olmamasıdır. Veya belki yalnızca onları çevremizdeki titreşimleri yorumlayarak zihnimiz yarattığı için mevcutturlar…’ diyerek aslında renkler üzerine yazmanın zorluklarına değinmiştir.

Bundan dolayıdır ki renkler tartışılmaz kabul edilmiştir. Kim bilir belki de onlar zihnimizin tatlı küçük yanılsamalarıdır…  Her birimiz için farklı farklı anlamları ve varoluşlarıyla…
Renkli, huzurlu, mutlu bir yaz olsun hepimiz için…

Ve keyifle dinlemeniz için "Au nom de la rose"...










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder