Sol yanım...

22 Aralık 2012 Cumartesi

DİRENİŞ




Her varoluş bir direnişin sonucudur. Bir mücadelenin, sancılı bir doğumun, belki bir fikri çatışmanın ürünüdür. Hiçbir fikir, olgu, eylem, direniş ve mücadele olmadan hedefine ulaşamaz. Bunun en somut örneğini ODTÜ’de son yaşananlardır. Solun farklı fraksiyonlarından gelen fakat ortak ideası anti-emperyalizm olan bir grup ODTÜ’lü öğrencinin, protesto haklarını kullanmak isterken adeta kıyıma uğraması bir direniş örneğiydi. Bir isyan türküsüydü hafızalardan hiç silinmeyecek…

Aslında uzun zamandır aklımı üniversite gençliğinin sessizliği kurcalıyordu. Özgürlüklerin pranga altına alınmasına en çok onların isyan etmesi gerekirdi. 80 Sonrası sindirilen, korkutulan ve tüm örgütlenmeleri paramparça edilen gençlerin uzun zamandır ilk ciddi eylemiydi ODTÜ… Arada ufak çaplı eylemler oluyordu ama bunlar ciddi manada ses getirmiyordu. Özellikle üniversite gençliğinin, kollektiflerin ve siyasi partilerin gençlik örgütlenmelerinin kolkola gerçekleştirecekleri eylemlerin özlemi vardı içimde. Böyle faşist bir ortamda gençlerden beklenti içerisinde olmak onlara da haksızlık olur farkındayım. Sadece parasız eğitim istedi diye yıllarca hapis yatan arkadaşlarını göz önünde bulundurursak, uzak durmakta haklıydılar belkide...

Neresinden bakarsanız bakın ODTÜ eylemi bir milattır. Gençlere uygulanan  acımasız müdahale tarihe kara bir leke olarak geçmiştir. Ama öte yandan kendi içinde çok çeşitli fraksiyonları olan sol cenahı bir araya getirmiş, kenetlemiştir. Benzer bir kenetlenme üniversiteler arasında da yaşandı. Uzun zamandır iktidar yanlısı rektör atamalarıyla suskun hale getirilen öğretim üyelerinin bir kısmı bu zulüme tepki gösterdi. ODTÜ Rektörü ve öğretim üyeleri gençlerin etrafında birlik oldu. Bu halkaya Boğaziçi Üniversitesi rektörü de verdiği destekle eklendi. Bu gelişmelerin hepsi uzun süredir siyasi arenada tek başına muhalefet yapan CHP’ye de can oldu. CHP’li birçok vekil ODTÜ’lü gençleri hastanede ziyaret etti destek oldu.

Üniversitede uygulanan zulüm sadece polisin müdahalesiyle de kalmadı. Eylemden sonraki gün gençlerin evleri basılarak birer birer gözaltına alındılar. Bunların hepsi kasıtlı girişimlerdir. Başbakan bu konuda çok kararlı. Gençlik 2023’e kadar ya onun istediği gibi şekillenecek ya da sistem dışına itilecek. Başbakan kinine sahip çıkan, muhafazakar bir gençlik özleminde. Bu özlem devletin tüm kurumlarında etkisini gösteriyor. Devrimci gençliğe nefes alma hürriyeti tanınmıyor.

Gençlik tabiatı itibarıyla isyankardır. Kavak yelleri eser başında. Esmelidir de. Özgürlük ve bağımsız mücadelesi vermeyen karanlık zihniyet aslında körleştirilmiş bir gençliğin ürünüdür. Bunu karanlık beyinlerin anlaması imkansız. Ama bu baskılamalar toplumda ciddi rahatsızlıklara yol açacaktır. Bunu yakında hep birlikte göreceğiz.

Eylemsizlik bir toplumun üzerine serilen ölü toprağı adeta. İnsanlar hangi görüşü savunursa savunsun, düşüncesini ifade etme hürriyetine sahip olmalı. Mevcut iktidarın bunu baskılamak istediği çok açık. Ama ODTÜ olaylarından sonra gençlerin daha sıkı bir örgütlenmeye gireceklerine canı gönülden inanıyorum.

Ve son bir not: Başbakanla cumhurbaşkanı arasında süregelen gerginlik ODTÜ’de tekrar karşımıza çıktı. Devletin tüm resmi erkanının yer aldığı törene cumhurbaşkanı davet edilmemişti. Şimdi ben cumhurbaşkanından ODTÜ’lü öğrencilere destek içeren sürpriz bir açıklama bekliyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar Sayın Abdullah Gül’ün daha demokrat bir görüntü sergileyeceği ve başbakanı olabildiğince yıpratacağı inancındayım. Hep birlikte izleyip göreceğiz.

Sevgiyle kalın…

CHP PARTİ OKULU




Cumhuriyet Halk Partisi’nde uzun süredir kurumsal anlamda parti içi eğitim çalışmalarına başlanmak isteniyordu. Daha evvel çeşitli girişimlerde bulunulmuş fakat sürekliliği ve standardizasyonu sağlanamamıştı. 17 Ağustos 2011’de Genel Başkan Yardımcısı Perihan Sarı’nın göreve gelmesiyle başlayan parti içi eğitimin kurumsallaşması süreci, 1 yıl evvel Eğitici Eğitimleri ile hız kazandı. 3 Günlük yoğun bir çalışma temposunda süregelen Eğitici Eğitimi adlı eğitim modülü tüm Türkiye’yi dolaştı. Eğitimlerin son gününde katılımcılar tarafından tasarlanan sosyal projeler birer birer yeşermeye başladı. Toprağa atılan tohumlar misali, katılımcıların gerçekleştirdiği sosyal projeler yayıldı, çoğaldı ve tüm örgütlerde can buldu.

Sadece projeler çoğalmadı, neredeyse 81 ilde eğitim veren Parti Okulu eğitmenleri de her gittikleri ilde yeni arkadaşların katılımıyla çoğaldılar ve tüm Türkiye’yi yansıtan bir ayna oldular adeta. Parti Okulu’nda görev alan usta eğiticiler, okul sorumluları, sınıf sorumluları ve danışmanlar parti içi görevleri her ne olursa olsun ortak bir amaç için var güçleriyle emek sarfettiler.

Emek, emek, emek… Sanıyorum CHP Parti Okulu’nu tanımlayabilecek en güzel kelime “emek”. Karşılıksız özveri, umut ve  sevgi. İnsan sevgisi, vatan sevgisi, parti sevgisi. Zaten CHP örgütünün bir parçası olmakta, partililik bilinci de böyle birşey. Ailesinden, işinden , sosyal yaşantısından özveride bulunan her örgüt emekçisi altın değerinde. CHP Parti Okulu özverili CHP örgütünün bir mozaiği adeta. İşleyişini anlamak için bir parçası olmak, deneyimlemek, özümsemek gerek. Ben bu şansa sahip olduğumdan beri büyük bir mutlulukla bu deneyimi yaşıyorum. Eğitim için gittiğimiz illerdeki yol arkadaşlarımızla tanışmak, onların yaşadığı coğrafyadaki siyaseti anlamak, gözlemlemek paha biçilemez bir tecrübe. Kazandığımız kişisel tecrübeyle birlikte Parti Okulu örgüt içi bütünleşmeyi, empatiyi, dostluğu sağlayan kuvvetli bir bağ. Bu bağı sağlayan başta Genel Başkan Yardımcımız Perihan Sarı olmak üzere tüm Parti Okulu eğitmenlerine, emekçilerine teşekkür ediyorum. Verdikleri emek, gösterdikleri sabır ve kattıkları değer için…

Yıllardır iktidarın tüm nimetlerinden mahrum olan ve kuruluş tarihi itibarıyla ülkemizin en eski siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi için örgütlerini ilk günkü kuvvetle ayakta tutmak adeta bir mucizedir. Bu mucizenin sebeplerini çok uzaklarda aramamak lazım. Ortak hedefler, yurtseverlik, çağdaş ve aydınlık bir Türkiye özlemi genciyle yaşlısıyla tüm örgütü birbirine bağlıyor. Bu bağı sağlamlaştıran, destekleyen her eyleme, oluşuma hepimizin elbirliğiyle destek vermesi lazım. Çağdaşlaşma ve aydınlanma mücadelesi uzun ve meşakkatli bir yolculuk. İnanmak temel koşul. İnanarak yürümek. Tıpkı Nazım Hikmet’in dizelerindeki gibi: “Yürümek;yürümeyenleriarkanda boş sokaklar gibi bırakarak, havaları boydan boya yarıp ikiyebir mavzer gözü gibikaranlığın gözüne bakarakyürümek!..”
Yolumuz iktidar yoludur. CHP Çınarının altında bizimle birlikte yol yürüyen tüm yoldaşlarımızla, yolumuz açık olsun.



18 Aralık 2012 Salı

CAMBAZ




Ülkemizde gündem ne kadar hızlı değişiyor farkında mısınız? Her yeni güne yepyeni bir olayla uyanıyoruz. Velev ki olay yok, gündem cambazları boş durur mu hemen  yaratıyorlar. Sakin geçen bir günümüz yok. Duramıyoruz. Duranın yandığı bir oyun bu adeta. Ya da bir çeşit halkı uyuşturma yöntemi. Tenis maçı gibi. Hep gözler topta. Gözünüzü ve aklınızı size sunulan gündemden ayıramıyorsunuz. Transa geçiyorsunuz bir müddet sonra. Beyin uyuşuyor. Gerçeklerden, sorunlardan uzaklaşıyor. Son günlerde gündem değiştirme işinin üstadlarından başbakan yardımcısı Bülent Arınç sahnelere geri döndü. Tam gözyaşlarıyla bakan Davutoğlu başrolü kapmak üzereyken “hop” dedi. Ben varım burada. Ve perde açıldı…

Bir İzmir ziyaretinde, kendi deyimiyle “çağdaş” yaşayan insanlara yönelik “hayat içkiden ve seksten ibaret değildir” diyerek nutkumuzun tutulmasına neden olan Sayın Arınç şimdi de meclis çatısı altında kadınlara dair konuşma yapan CHP vekili Nazlıaka’ya “evli ve çocuklu bir kadın böyle konuşamaz, utandım” diyerek ahlak dersi vermeye kalkıştı. Arınç’ın  ahlak polisliğine tepkiler çığ gibi büyürken yeni bir hamle geldi. Bu sefer Arınç BDP vekili Kışanak’ın Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadığı işkencelere dem vurarak muhteşem bir salvoyla gündemi değiştiriyordu. Hem de ne değiştirme. Kimsenin yalanlayamayacağı Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelere maruz kalmış bir kadın siyasetçiyle empati kuruyordu. O da yetmiyor gazetelerin manşetine konu olacak şekilde Öcalan’ın gençliğinden bahsediyordu. Öğrenci yurdunda namaz kıldığını belirterek vicdanları yokluyordu. Herkesin ilgisi meclisteki ahlak polisliğindeyken gözleri başka konuya çeviriyordu. Mahzun bir ifadeyle hak veriyordu bir kadın vekile. İki damla gözyaşı var mıydı? Henüz yok. Ama yakındır.

Tüm bunlar yaşanırken Konya’dan bomba haber düşüyordu basına. Şeb-i Aruz törenlerinde başbakanın talimatıyla ilk defa siyasilere konuşma yasağı getiriliyordu. Bundan önceki törenlerde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun gördüğü ilgiyi hesaba katarsak, başbakanın bu yasağına çok şaşırmamak gerek. Ama yasağa takılan yok tabi. Tüm gündem arapsaçına dönmüş. Bu tür yasaklar artık haber değeri taşımıyor, kanıksanmış. Sahnede  sadece bir kişiye yer var. O da yerini almış, oyununu oynuyor. İzliyoruz.

Aklıma bir şarkı geliyor. Cambaz. Yıl 1977. Sözlerini Mehmet Teoman yazmış: “Cambaz, ip üstünde oynuyor. Cambaz, ip üstünde ağlıyor. Hayat ip üstünde geçiyor”. O kadar uygun ki halimize. Hayatımız bir ip üzerinden yönetiliyor. Ama orada bize yer yok. Birileri konuşuyor, düşünüyor, belirliyor. Biz izliyoruz. "Durun bir dakika söyleyecek sözümüz var" diyoruz. Bakıyoruz ki rüzgar tüm kelimeleri süpürmüş. Yeni gündemimize bakıyoruz.

Bu  kısırdöngü ne zaman değişecek diye düşünüyorum. Ben düşünürken başbakanın kuvvetler ayrılığından rahatsız olduğuna yönelik yeni bir haber düşüyor medyaya. Kucağımızda nur topu gibi bir gündemimiz var yine. Acaba diyorum gerçekten Şirince’ye mi kaçsak? 

Oyunda yeni perde açılıyor. İyi seyirler.




10 Aralık 2012 Pazartesi

YENİ DÜZENE DOĞRU...


İktidarın Kürt açılımı tam bir çelişki yumağına dönüştü. Açılımdan vazgeçtiler, bu sefer tam kapanmaya yöneldiler. Her virajda ayrı bir yöne savrulan iktidar, son düzlükte direksiyon hakimiyetini kaybetti anlaşılan. İleri demokrasiden vazgeçtiler ileri faşizme yöneldiler. Sadece BDP’li milletvekillerin dokunulmazlığının kaldırılması talebi bunun nice örneğinden biri. BDP’nin siyaset anlayışını asla onaylamıyorum. Ama sadece belirli vekillerin dokunulmazlığını kaldırmak gibi ayrımcı bir zihniyeti desteklemek de büyük gaflet olur. Zaten o gaflet gün gelir kapımıza dayanır.

İktidarın bu fütursuz ve hoyrat tavrının altında çoğunlukçu siyaset anlayışı var. Gücün büyük kısmının tek elde olması ülke için büyük risk. Bu riski gören CHP, meclis aritmetiğine ve çoğulculuğa yönelik duruşunu net sergiledi. Bu duruş, anayasa komisyonundaki bir öneriyle vücut buldu. TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun toplantısında “TBMM’nin Kuruluşu ve Milletin Temsili” başlıklı madde görüşülürken, CHP’nin önerisi olan Türkiye Milletvekilliği önerisi diğer partiler tarafından da kabul edildi. Bu enteresan uzlaşı aslında geleceğe yönelik çokca umut barındırıyordu bünyesinde. Bu madde kısaca, 550 milletvekilinin 450’sinin nüfusa göre illere dağılarak, 100’ünün ise ülke genelinde alınan oy oranında “barajsız” temsil hakkına sahip olmasını öneriyor. Yani ülke genelinde %1 oy alan parti 1 milletvekiliyle temsil edilebilecek mecliste. Geriye kalan 450 vekilin barajı konusunda henüz bir uzlaşı sağlanamadı. Fakat bu maddeyle mecliste çoğulcu bir yapı nispeten sağlanabilecek.

Aslında bu maddenin, CHP’ye oy veren kimi TKP’li, İP’li ve diğer az oy alan parti seçmenlerinin oylarını çekmesine neden olabileceği gibi negatif bir yönü var. Ama siyaset anlayışı gereği CHP bu handikapı göğüslüyor. Ve tüm partilere mecliste siyaset yapma şansı tanıyan bu yasayı gündeme getiriyor. Aslında aldığı bu riskle özgürlükler konusunda ne kadar samimi olduğunu da ortaya koyuyor.

Son 10 yılda başımıza ne geldiyse meclisteki çoğunlukçu yapının hükmünden geldi. Dolayısıyla çoğulculuktan korkmamak, çekinmemek lazım. Bu konudaki endişelerin tümü yersizdir. Siyasetin meşru alanı meclistir. Sözü olan ve ülke genelinde sözünün belli oranda karşılığı olan herkes mecliste temsil imkanı bulmalıdır. Yoksa alternatif yollar aranır ki bu yollar ülkemizi nice çıkmazlara götürür. Götürmektedir.

Kimi milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması mevzu bahisken çok sürpriz bir gelişmeye de hazır olmalıyız. AKP hiç beklenmeyen bir hamle yapıp tüm dokunulmazlıkları kaldırabilir. Şaşırmayın. İktidarın birçok milletvekili mecliste 3. dönemini yaşıyor. Ve birçoğununda dosyaları var. Belkide kimileri için hızlı bir aklanma süreci başlayabilir. Ama bu sürecin “kimileri” için işleyeceğini göz önünde bulundurup, tüm dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda ihtiyatlı davranmak gerek. Çoğunluk zihniyeti her zaman kendi çıkarlarını korur. Unutmamak lazım.

Sadece belli vekillerin dokunulmazlıklarını kaldırmak ayrımcılıkta son noktadır ve nihai hedefi ana muhalefet partisidir. İktidarın son noktaları nereye kadar varacak kestiremiyorum. Çevrelerini yaka yıka ilerledikleri apaçık ortada. Net bir yol haritaları olduğundan da emin değilim. İçinde bulunduğumuz dönem onlar içinde yeni bir düzen öncesi kaostur. Bu kaostan kimin karlı çıkacağı iki gücün tutumuna bağlı: Muhalefet ve Halk. Doğru tepki ve müdahalelerle zarar minimuma indirilebilir. Yeni düzen için geriye sayım çoktan başladı. Şimdi artık şeytanın gör dediğini görmek, gelen kıyametin kokusunu almak, atılacak her adımı kararlılıkla atmak zorundayız. Çünkü yeni düzende bizim gibi düşünenlere yer yok!


KIRMIZI ÇİZGİLER


Mustafa Kemal Cumhuriyet’in kuruluş sürecini tesadüfe bırakmamıştı. Stratejisini doğru belirlemiş, hedefini net koymuştu. Amacı uygar bir Türkiye idi. Bu uygarlık, kim ne derse desin “Batı” uygarlığıydı. Osmanlı’dan kalan hastalıklı mirası iyi analiz etmiş, bu doğrultuda yapacağı her devrimi büyük bir hassasiyetle planlamıştı.

Saltanatın kaldırılmasıyla başlayan devrim süreci bilinçli bir şekilde her alanda işliyordu. 30 Ağustos 1925’de Mustafa Kemal Kastamonu’da tarihi konuşmalarından birini yaparken; “Türkiye Cumhuriyeti halkı, ileriye ve yeniliğe doğru uzun adımlarla yürümeye devam edecektir. Bilince hastalık bulaşmadıkça geriye gitmek veya duraklamak hatıra dahi gelmez” demişti.

Bilince hastalık bulaşmadıkça...

Gelin görün ki 21. Yüzyıl Türkiye’sinde bilince hastalık bulaştı. Hastalık bilince bulaştığı gibi tüm bedeni de sardı. Cumhuriyet’in kuruluşunda gerçekleşmiş tüm devrimler iktidar tarafından tek tek elden geçiriliyor. Ve neredeyse her birinden bir parça ödün veriliyor.

İktidarın ustalık dönemindeki bu yeniden şekillendirme süreci Türk Dil ve Tarih Kurumuyla başladı. Yeniden şekillendirme diyorum çünkü yeniden yapılandırma olumlu bir anlam taşır. Buradaki niyet “şekillendirme”dir. Arzu edilen hedefe yönelik şekillendirme.  

Şöyle bir hafızalarımızı zorlayalım. Ustalık döneminin başlarında Milli Eğitim’in ders kitaplarında Atatürk İlke ve İnkılaplarına uygunluk koşulu, ilgili bakan tarafından "Zaten anayasada var, yeter" denilerek kaldırıldı. Daha sonra bir gece ansızın kanun hükmünde kararname eliyle TDK ve TTK’dan “Atatürkçü düşünce” ile “Atatürk ilke ve inkılaplarını” yaymak ve geliştirmeye yönelik temel ilkeleri kaldırıldı. Bir diğer deyişle kurumların içi boşaltıldı. Hemen ardından 4+4+4 kesintili sistem ile eğitime darbe vuruldu. Milli Eğitim’de bir devrim niteliğinde olan 8 yıllık eğitim alt üst edilmişti.

            29 Mayıs 1926’da kabul edilen ve cumhuriyetin önemli bir kazanımı olan  Türk Ticaret Kanunu’na geldi sıra. Türk Ticaret Kanunu’nun şeffaflaşma kılıfıyla yenilenme teklifi geldi meclise. Artık devletin belirleyeceği bağımsız denetmen eliyle şirketlere istenilen yaptırım uygulanabilecekti.  Eğitimden sonra ticarette şekillenecekti. Hemen ardından yeni anayasa çalışmaları çerçevesinde vatandaşlık ve millet kavramları tartışmaya açıldı. Bu da yetmedi sıra anadilimizin masaya yatırılmasına geldi. Tek dil mi çok dil mi derken başbakan’dan inciler döküldü. Başbakan bu sefer “tek din” vurgusu yaparak laiklik kavramına yoklama çekmeye başlamıştı. Ve en son şapka ve kıyafet devriminin yıldönümü haftası, okullarda kıyafet serbestisiyle eşitlik ilkeside alt üst edilerek henüz çocuk yaştaki öğrencilere okulda türbanın yolu açıldı.

2011 Genel seçiminden bu yana iktidarın bu girişimlerine bakarsak ustalık döneminin tam bir “icraat” dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Çıraklık döneminde dönüşüm için gerekli kadrolaşmayı sağlayan iktidar, kalfalık döneminde de tartışılmaz dediğimiz tüm kavramları yani kırmızı çizgilerimizi tartışmaya açmış, bununla da yetinmeyip kucağımıza nur topu gibi bir Kürt açılımı bırakmıştı. Ustalık döneminde ise artık zemin hazırdı. Sanki tüm devrimlerle bir hesaplaşma yaşanırcasına, bir rövanş alırcasına müdahaleler yapılmaya başlandı her alanda. İktidarın bu müdahalelerine nereye kadar izin verilebileceği sorusu ise bizim önümüzde önemli bir mesele olarak duruyor. Burada iktidarın güzergahını değiştirebilecek en kuvvetli etmen ana muhalefet partisi CHP’nin kırmızı çizgileridir. Değişmesi teklif edilemeyecek kırmızı çizgiler…

Seçim takvimi yaklaştıkça iktidar cumhuriyet kazanımlarına yönelik eylemlerini peşi sıra gerçekleştirmeye devam edecek gibi görünüyor. Artık hastalandıktan sonra doktora gitme lüksümüz kalmadı. Kuvvetli öngörülerle yaklaşan kıyamete karşı önlemimizi almalıyız. Korkarım ki sonra tedavi için çok geç olabilir.