Sol yanım...

22 Mayıs 2014 Perşembe

Bahtı kömür karası memleketim…


Bahtı kömür karası memleketim…

Madenden kurtarılan işçi ambulansa bindirildiğinde “Çizmelerimi çıkarayım mı? Sedye kirlenmesin” dedi ya… İnsanlığımdan utandım…
Yediğim lokmadan, giydiğim hırkadan utandım…
Yıllardır vahşi sömürü düzeninde ezilmiş işçinin, ölümle pençeleşirken bile devletin sedyesini düşünmesinden ama ona ve emeğine zerre kadar değer vermeyen devletimden utandım…
Yüreğimize ateş Soma’dan düştü. 13 Mayıs’tan beri kalbimiz yerin 2 kilometre altında atıyor. Zor koşullar altında çalışan maden işçilerinin yaşamlarını teneffüs ettik bu katliamla... İnsan hayatının ne kadar önemsizleştiğini bir kez daha gördük. Bugüne kadar yokluktan, imkansızlıktan, sahipsizlikten sesini çıkaramayan maden işçilerinin acı çığlığını duyduk. Ve sarı sendikalardan bir kez daha utandık!
İşini, aşını kaybetmemek için bugüne kadar konuşamayan bir işçinin, acısının şiddetiyle maaşını soran gazeteciye haykırışını duyduk: “Ne maaşı? Biz köleyiz! Burada yevmiye 40 TL.!”
İnsan hayatı günde 40 TL.’ye satılıyordu bu can pazarında… Derdi büyük ihaleler, köprüler, üst geçitler olan iktidar için “olağandı” bu katliam… Bu işin fıtratında vardı. Allah yazmıştı, olurdu böyle şeyler… Maden işletmecisinin suçu yoktu, ilgili bakanlıkların suçu yoktu, yıllardır sindirilmiş sendikaların suçu yoktu… Kadere bağladılar, adına da şehit dediler. Ve kömür karasında terk ettiler hayatını yitiren maden işçilerinin faillerini…
Esas sorunumuz yıllardır sınıfsal mücadelenin bir siyasi yol olmaktan çıkarılmasıydı. Güçlü sendikalaşma ve güçlü sınıfsal mücadele sesini çıkaramayacak kadar yok edildi. AKP iktidarı, yolunu kimlik siyaseti üzerinden buldu. Çoğunlukçuluğa dayadı sırtını… Bu kolaylık onlara rahat geldi. Nasıl gelmesin?
Kapitalizmin tüm acımasız yüzüne maruz kalan işçiler bile ona oy verebiliyordu artık… Böyle bir düzeni başka hangi yolla kurabilirdi? Ezecekti sendikanın başını, ezecekti işçiyi, zaten yoklukla imtihan halindeyken mücadele zordu, kuracaktı zalimlerin düzenini… Kurdu da…
Şimdi olağanlaştırmaya çalışıyorlar bu katliamı… Günde 40 TL yevmiye için yerin 2 kilometre altında çalışan işçilerin iş güvenliklerini, sendikal haklarını , yaşam haklarını yok saymaya çalışıyorlar… Bense utanıyorum böyle yönetilmekten… Bu sömürü düzeninden utanıyorum…
Ve merak ediyorum; Soma’daki can pazarını gördükten sonra iktidara geldiklerinden beri gitgide artan zenginliklerinden, bu iktidar yetkilileri hiç mi utanmadı? Sahi hiç utanma olmaz mı memleketi yöneten insanlarda? 
Kurdukları adaletsiz düzenden, ezdikleri işçiden, o anaların bacıların çığlığından hiç utanmadılar mı?
Aylık 900 TL’ye çalışan maden işçisinin sırtına basıp zalimlerin iktidarını kuranların yüzü karadır artık… Ama en çok bunlar tarafından yönetilmeye mahkum bırakıldığı için memleketimin bahtı karadır… Kara…

Anlıyor musun?


Anlıyor musun?

Ben her yenilenmeden umutlanırım… Umuda olan düşkünlüğümden midir, yoksa yenilenmeye duyduğum inançtan mıdır bilemiyorum. Cumhuriyet Halk Partisi’nin yenilenmiş MYK’sının da bu manada “umut” olmasını temenni ediyorum. İktidar için halk nezdinde umut olmasını…
Farkındaysanız herkesin dilinde ortak bir söylem “zor günler bizleri bekliyor”… Evet, zor günler bizleri bekliyor. Ve cumhurbaşkanlığı seçimi nefes alabileceğimiz belki de son alan. Ondan sonrasında ciddi bir “oksijen” sorunu yaşayacağız. Nasıl mı? Anlatmaya çalışayım…
Üniversitelerin yani bilim yuvalarının, ülkenin çağdaş geleceği için önemini vurgulamama gerek yok sanırım… Bildiğiniz üzere üniversite rektörlerinin cumhurbaşkanı tarafından onaylanmasından ötürü, son 12 yıldır hemen hemen tüm üniversitelerin rektörleri “iktidara yakın” siyasal görüşleri olan hocalar arasından seçildi. Buna kimse itiraz etmez sanırım. Bu gerçek ortada duruyor. Ve hatta 2008’in Ocak ayında katıldığı televizyon programında başbakanın açıklamaları için; “Bunlar Kasımpaşa Cumhuriyeti’nde olur ancak…” dedikten 1 yıl sonra 13 Nisan 2009’da hapse mahkum edilen Malatya İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu’nun başına gelenler ortada… Zaten Sayın Hilmioğlu’nun yaşadıkları adeta diğer rektörlere “ibretlik(!)” niteliğindeydi… Sonrasında zaten iktidarı eleştirmek üniversitelerde neredeyse suç haline geldi. Bilim yuvalarındaki dönüşüm yürek parçalayıcı gerçekten…
Aslında yılların getirdiği aydınlık, çağdaş, bilim aşkıyla hizmet veren akademisyenlerin yapısını değiştirmek çok kolay değil… Tepede rektörü kendi görüşüne göre şekillendirebilenler, dekanlarda, fakülte başkanlarında yeterince etkili olamıyorlar.
Ama ŞİMDİLİK.
Geçtiğimiz günlerde, Vakıf Üniversiteleri Birliği Zirvesi’nde konuşan YÖK Başkanı Prof. Dr. Gökhan Çetinsaya, “Türkiye’de 55 bin öğretim elemanı, 25 bin öğretim üyesi ve 300 bin araştırmacıya ihtiyaç var. Bunlar için de bizim doktora eğitimine çok özel bir önem vermemiz gerekiyor. Şu anda her yıl 4 bin, 4 bin 500 doktora mezunu veriyoruz. Bunu önce 10 bin, sonra da düzenli olarak 15 bine çıkarmalıyız.” dedi.
Yani önümüzdeki yıllarda doktora yapmanın hızlandırılıp, kolaylaştırılabileceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna bir üniversite hocası olarak itirazım yok. Daha fazla doktora yapılması elbette ki bilime katkı sunacaktır… Ama… Ya sonrası?
Yani profesörlüğe giden doçentlik aşaması… Orada kimlerin etkisi olacak?
Burada karşımıza “Üniversitelerarası Kurul” çıkıyor. Üniversitelerarası Kurul, üniversite rektörleri, Genelkurmay Başkanlığının Silahlı Kuvvetlerden dört yıl için seçeceği bir profesör ile her üniversite senatosunun o üniversiteden dört yıl için seçeceği bir profesörden oluşuyor. Bu yapıya baktığınızda iktidara yakın rektörlerin ağırlıklı olduğu kurul aslında geleceğin doçentlerini de kendine göre seçiyor!
Üniversitelerdeki muhafazakar kadrolaşma, yeni cumhurbaşkanına göre son halini alacaktır. Ve artık oksijensiz son alana da girmiş olacağız. Boğulmamız an meselesi…
Bu yazıyı, Ankara Üniversitesi SBF Dekanı Yalçın Karatepe’nin, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Ayşenur İslam'a "Ali İsmail’in çığlıklarını duydunuz mu?" sorusunu yönelttiğini duyduktan sonra yazmaya karar verdim.
Aslında CHP’nin niye umut olması gerektiğinin yanıtı işte bu haberde gizliydi.
Dekan Karatepe gibi cesur yürekli bilim adamları fikirlerini özgürce dile getirsin diye CHP umut olmalı…
Üniversiteler, gericiliğin karanlığında boğulmasın diye CHP umut olmalı…
Gençler belirli çevrelerin elinde, onların istediği gibi şekillenmesin diye CHP umut olmalı…
Parti içi çatışmalara karışan ve enerjisini buraya akıtan her siyasetçi, omuzlarında üniversite öğrencilerinin, gençlerin ağırlığını hissetmeli…
Köprüden önce son çıkıştayız… Ve oksijenimiz bitmek üzere…
Yani Ahmed Arif’in dizeleriyle;
“Bir umudum sende, 
Anlıyor musun?”

Bakan Ayşenur İslam’a Acil Çağrı


Bakan Ayşenur İslam’a Acil Çağrı

Kars'ta 9 yaşındaki Mert Aydın, Sakarya'da 7 yaşındaki Ömer Den, Kırklareli'nde 10 yaşındaki İbrahim Aktaş, Aydın'da 4 yaşındaki Caner Cerit ve Adana'da vahşice öldürülen 6 yaşındaki Gizem Akdeniz…

Son iki ay içerisinde kaçırılan ve vahşice katledilen yavrularımız… Neredeyse her hafta bir çocuğumuzun ilanı dolaşıyor sosyal medyada… Ve sonra aniden ölüm haberi geliyor. Vicdanımız kanıyor. Haberlerini okumayı bile kaldıramıyoruz… Özetle Türkiye son aylarda, çocuk cinayetleriyle yatıyor, çocuk cinayetleriyle kalkıyor…
Türkiye’de hal böyleyken, çocuklarla ilgilenen bakanlık neler yapıyor diye merak ettim… Bu durumda adeta ölüm sessizliğine bürünen Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının internet sitesine girdim. Sitede Türkiye gündemine dair en ufak bir haber yok… Ne çocuk cinayetleri, ne kadına şiddet, ne çocuk işçiler… Bakanlığın internet sitesinde, Sayın Ayşenur İslam’ın belediye başkanlarına gönderdiği tebrik mektubu karşılıyor sizi… Ardından Bakan İslam’ın makamında ağırladığı ziyaretçilerin haberleri…
Yok. Çocuklara, yargılananlara, kadınlara dair hiçbir haber yok… Türkiye’nin çocuk cinayetlerinden ötürü yaşadığı yas, ilgili bakanlığın soğuk bürokrasisini delememiş… Ruhunu yitirmiş bir kurum, ruhunu yitirmiş bir yönetim… Yazık.
Madem Bakan İslam, toplumun vicdanını kanatan, korku ve güvensizlik ortamı yaratan ve hepsinden önemlisi vakaların sürekliliği üzerine yoğun endişe taşıyan halkı rahatlatacak girişimlerde bulunmuyor, o zaman biz buralardan yazarak, vekillerimiz mecliste soru önergesi vererek, STK’lar gerekli girişimlerde bulunarak bakanlık üzerinde baskı oluşturmamız kaçınılmaz olacaktır.
Bu bağlamda Bakan Ayşenur İslam’a birkaç soru yöneltmek istiyorum:
Son aylarda yaşanan çocuk cinayetleri üzerine ne tür tedbirler aldınız? Milli Eğitim Bakanlığı ile ortak bir çalışmayla anaokulundan başlamak üzere çocuklara güvenlik eğitimi verdiniz mi?
Son günlerde yaşanan çocuk cinayetlerinin failleri yakalandı. Klasik suç teorisine göre, ceza kanununun en temel amacı “caydırıcılık” ise yeni vakaları önlemeye yönelik ne tür caydırıcı tedbirler almaktasınız? Bu konuda Adalet Bakanlığıyla ortak bir çalışmanız var mıdır?
Çocuk cinayetlerinin medyada oluşturulan algısını doğru yönettiğinize inanıyor musunuz? Cezaların caydırıcı etki yaratması için “şiddetli, kesin ve çabuk” uygulanması ilkesinden yola çıkarak ne tür girişimlerde bulundunuz?
Algıya geri dönersek; basında ve sosyal medyada çocukların resimleri ve isimleri rahatlıkla dolaşırken, bu tür suçlara verilen cezalar neden caydırıcı olması açısından ön plana çıkartılmamaktadır? Örneğin bizler bu katillere kaç yıl ceza verildiğini neden bilmiyoruz? Bu konuda neden öncelikli bir açıklama yapmıyorsunuz?
Aklıma Hatay’da polisleri sıraya dizen AKP milletvekilinin oğlu geliyor… Bu çocuklara sahip çıkılması ve yeni katliamların yaşanmaması için milletvekili çocuğu olmaları mı gerekiyor?
Yaratılan algının; bu katliamları adeta “tehlikeli bir oyuna” çevirdiği ve hastalıklı bünyeleri suçtan caydırmak yerine, devlet yetkilileri tarafından hiçbir açıklama yapılmaksızın teşvik edildiği ve suça ortak olunduğunu hatırlatır, sizi acil açıklama yapmaya ve gerekli tedbirleri almaya davet ederim.
Sadece duyarlı bir anne olarak…

Şimdi Ne Yapmalı?


Şimdi Ne Yapmalı?

Seçim ertesi birçok analiz yazısı yazıldı, sonuçlar ekranlarda, parti organlarlarında tartışıldı, yorumlandı... Genellikle mevcut durumun fotoğrafını çekmeye yönelik bu girişimlerin hepsini yakından takip ettim. Bu kadar analiz yoğun bir dönemde, seçim sonuçlarını yorumlamaya yönelik bir boşluk olduğunu düşünmüyorum. Söylenebilecek tüm sözler söylendi, yazıldı. CHP’ye gönül vermiş genç bir siyasetçi olarak bundan sonra “ne yapmalıyız?” sorusunun yanıtını aramamız gerektiğini düşünüyorum.
O zaman, başarılıyız/başarısızız tartışmasından sıyrılarak, “bundan sonra ne yapmalıyız” üzerine düşüncelerimi sizlerle paylaşmak isterim.
Öncelikle 2011 seçiminden beri üzerine çalışılan “kurumsallaşma” sürecinin tamamlanması gerektiğine inanıyorum. Parti içi tüm süreçlerin standardize edilmesi yararlı olacaktır. Herkesin her işe karıştığı bir yapıdan, herkesin iş tanımını bildiği, iş analizlerinin ve gereklerinin yapıldığı kurumsal bir sürece geçilmesi yarar sağlayacaktır... Elbette ki parti içi demokrasinin işlediği bir mekanizma dahilinde...

Gerçek manada bir kurumsallaşma “kim aday olacak?” sorununu da ortadan kaldıracaktır. Nasıl ki bir özel işletme, işgören işe alımı yaparken belli kriterler üzerinden gidiyorsa, bir siyasi parti de daha çok oy getirecek ya da partiyi dahi iyi temsil edeceğine inandığı adayı belli kriterler doğrultusunda seçebilir. Bu kriterlerin şeffaf ve yalın olarak önceden tanımlanması ve sürecin standardize edilmesi ise küskünlükleri azaltacak, örgütsel adaleti kuvvetlendirecektir. Örgüt-Genel Merkez dengesi ise bu kriterlerin içinde muhakkak yer almalı ve bir ortak akıl oluşturulmalıdır.

Yetkinliklere ve liyakata dayalı, adil ve kurumsal bir yapıyı oturmanın yolu değişime açık, yenilikçi bir zihniyet devrimiyle mümkün olacaktır. Bu zihniyet devrimini gerçekleştirdiğimizde yoldaşlık bağlarımız güçlenecektir. CHP Örgütü son 12 yılda sıfırdan kurulmuş bir örgüt olmadığı için bünyesinde yıllardan beri süregelen her siyasi hareketin izlerini taşımaktadır. Bu çok renkliliği ve çok sesliliği “ekipleşmenin” tuzağından kurtarmak, insanların birbirine düşmanlıkla değil sevgiyle yaklaştığı bir kültürü oturtmak ve örgütsel bağlılığı güçlendirmek ise adil bir işleyişle mümkün olacaktır. Burada da sorumluluk örgüt yöneticilerinin omzundadır.
Örgüt içi adaleti sağlayıp, yoldaşlık bağlarımızı yeniden, daha sağlam kurduktan sonra Genel Seçim öncesi siyasi yol haritamızı da toplumun bütününü kapsayacak şekilde tasarlayabiliriz. Bu noktada dikkatinizi son zamanlarda sıklıkla kullandığımız “ötekileştirme” terimi üzerine çekmek istiyorum. Özellikle İstanbul seçim kampanyasında kullanılan “Ötekisi olmayan İstanbul” ne kadar bütünü kapsayıcıydı bilemiyorum…

“Ötekiler” üzerine kurulu bir siyaset aslında tam da AKP’nin bizi sıkıştırmak istediği dar alandır. Ötekileştirilenlerin ön plana çıkarıldığı siyasetten ziyade, toplumun farklı sınıflarını kapsayan sosyal demokrat bir anlayışı yeniden canlandırabiliriz. İşçinin, çiftçinin, memurun, esnafın, öğrencilerin, kadınların ve gençlerin beklentileri üzerine yoğunlaşmak ve mikro çalışma gruplarıyla bu kesimlere birebir ulaşmak kucaklayıcı bir yol olabilir. AKP’nin bizi çekmek istediği bir diğer dar alan ise kimlik siyasetidir. Kimlik siyaseti tuzağına da “ötekileşme” aracılığıyla düşmemeliyiz.

Sonuç olarak daha evvelki yazılarımda da değindiğim “yoldaşlık” ve “ortak amaca adanmışlık” parti içi uzlaşıya yönelik, üyeden yöneticiye önem vermemiz gereken unsurlar diye düşünüyorum… Seçmene ulaşmak için ise bilimsel siyasetin ışığında, mikro çalışma gruplarıyla siyasete katılımı arttırmalı ve mahalleler bazında çalışarak varlığımızı yoğunlaştırmalıyız.
Elbette ki yapılabilecek çok şey var. Birçoğunu da hali hazırda gerçekleştiriyoruz. Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’nun CHP lideri olduğu günden bugüne olumlu yönde köklü değişiklikler yaşadığımız da bir gerçek. Bundan sonrasında başarı ivmemizi yükseltmemiz için en büyük sermayemizin “insan” olduğunu unutmamamız lazım… Ve belki de geleceğe yönelik değişime, birbirimizi daha çok severek ve örgüt içi işbirliğinin önemini daha çok idrak ederek başlayabiliriz.

Başarı çok uzak değil. Yeter ki mücadeleden vazgeçmeyelim ve inanalım… Bu karanlık günlerden kurtuluş yolunun CHP iktidarında gizli olduğuna inanalım. Önce biz inanalım ki seçmen de bize inansın…

Şimdi daha güçlü, daha örgütlü bir Cumhuriyet Halk Partisi için yoldaşlık bağlarımızı yeniden kurmaya ne dersiniz?

Kaybolan güven...


Kaybolan güven...

Halil İbrahim 10 yaşındaydı... Kırklareli’nde 4. sınıf öğrencisi...
15 Mart’ta ortadan kayboldu. 4 Gün sonra minik Halil İbrahim’in cansız bedeni tecavüz edilip öldürülmüş halde bulundu. Vicdanları yaralayan bu elim olayın duyulmasıyla binlerce kişi emniyet müdürlüğünün önünde toplandı.
Aranan “Adaletti”...
Bu olayın üzerinden 15 gün geçmedi ki Kars’tan Mert’in ölüm haberi geldi.
Mert 9 yaşındaydı... Kars’ta bir ilkokul öğrencisiydi...
Geçtiğimiz hafta minik Mert’in, babasının iş yerinden evine dönerken belirsiz bir şekilde kaçırıldığı, önce tecavüze uğrayıp, sonra başına taşla vurulduğu ve en sonunda da boğularak öldürüldüğü ortaya çıktı... Minik yavrunun başına gelenleri yazmak da okumak da gerçekten çok güç, yürek dağlıyor... Mert’in ardından binlerce kişi sokaklara döküldü. Failinin bulunması isteniyordu. Kars’ta aranan yine “Adaletti”...
Bir insanın nasıl bu kadar vahşileşebileceğini sağlıklı bir aklın anlaması mümkün değil... Ama yaşanıyor işte... Bazı insan müsvetteleri, hastalıklı bünyeler bu acıyı yaşattırıyor. Aramızda dolaşan bu vicdansız katiller için caydırıcı olabilecek belki de en önemli unsurlar; ilgili bakanlığın önermesiyle devletin uygulayacağı yasal yaptırımlar, bölgedeki emniyet görevlilerin işini ciddiyetle yapması ve yargının gerekli cezaları tereddüt duymadan vermesi diye sıralanabilir...
Peki bu caydırıcı baskı grupları gerçekten “caydırıcı” olabiliyor mu? Gelin bakalım...
1 Mart 2013 – 31 Ocak 2014 arasında 46 tecavüz davasının karara bağlandığı biliyor musunuz?
Enteresan olan bu davaların istatistiği; Tecavüz mağdurlarının yüzde 28’i 18 yaşın altında (13 kişi), yüzde 10,8’i zihinsel engelli (5 kişi), yüzde 10,8’i de T.C. vatandaşı olmayan (5 kişi) kişilerdi. (Bianet)
Yani son 1 yılda karara bağlanan tecavüz davalarının %30’unu çocuklar oluşturuyor. Kız- erkek farketmez, çocuklar tecavüze uğruyor! Bu davaların %10’undan ise tecavüzcüler beraat ediyor.
Bu tür çocuk tecavüz ve cinayet vakalarından sonra ise tedirgin olan bölge halkı sokağa dökülüyor.
Neden sokağa dökülüyorlar?
Çünkü halkın devlet kurumlarına güveni kalmadı... Halkın, adalete de emniyete de güveni kalmadı... Tüm bu kurumlara güvensizliğin sorumlusu ise ülkeyi babasının çiftliği gibi yöneten AKP iktidarı... İsterlerse %70’le gelsinler, doğruları yazmaya ve söylemeye devam edeceğiz.
Hep yanlı ve ağır aksak işleyen adalet ve emniyet sistemine halk artık güven duymuyor. Güven duyulmadığı için de her olaydan sonra insanlar sokağa dökülmeye başlıyor...
Önümüzdeki günlerde halkın bu refleksine daha çok şahit olacağız. İnsanlar hakkını sokakta aramaya başlayacak. Kurumların adil ve gerektiği gibi çalışması için halk, kendi sivil iradesini ortaya koyacak.
Öbür tarafta ise kendi derdine düşmüş iktidar yetkilileri, bir gün altüst ettikleri bu sisteme ihtiyaç duyacaklar. Ama ne yazık ki çok geç olacak... Çok geç...

Güneş doğarken...


Güneş doğarken...


Geçen gün bir dost sohbetinde Türkiye’nin geleceğini konuşuyoruz. Gündemimiz siyasi gelişmeler, yerel seçim ve kimin kazanacağı pek tabi ki... Bu arada bir arkadaş ısrarla AKP’yi övüyor. Ama nasıl bir övme... Yani AKP kazanamazsa sanki sandalyesini altından çekmiş olacaklar. Düşecek tepe taklak... O derece paralıyor kendini... Elle tutulur bir argümanı da yok... Ama savunuyor tüm bu yolsuzlukları... Bu da yetmezmiş gibi “CHP gelsin onlar da çalacak bari bunlar çalsın” diyor.
Çok tuhaf değil mi? Aslında bu kadar yolsuzluğun, kirlenmişliğin ardından hala bu koyu taraftarlığın altında bazı önemli bağlantılar var. Öncelikle AKP, devletin tüm imkanlarını kullanarak dört dörtlük bir “saadet zinciri” kurmuş. Yani yolsuzluğun saadet zinciri... Bu zincirin ucundan kenarından faydalanan her birey düzeni bozulsun istemiyor. Tercümesi iktidarla “iş tutanlar” işlerinin bozulacağından korkuyor.
Öbür tarafta ise asgari ücretle zar zor geçinmeye çalışan AKP seçmeni var. Onları AKP’ye bağlayan tek unsur ise başbakanın “dini söylemleri”... Başbakan meydanlarda tüm etik kuralları altüst ederek dini siyasete alet ettiği için, sosyo-ekonomik olarak sıkıntı içinde olan seçmen hiç sorgulamadan bu düzenin bir parçası oluyor.
Böyle bir iktidarın karşısında namuslu, ahlaklı, etik siyaset yapmak çok önemli bir tercih aslında... Önemli olduğu kadar da riskli... Baksanıza oy uğruna İstiklal Marşımızı ve bayrağımızı alet etmekten dahi çekinmiyorlar.
Bu gayri etik hal karşısında Cumhuriyet Halk Partisi, Atatürk ve Cumhuriyet’i ön plana çıkararak reklam yapamaz mıydı sizce? Eğer istese ana muhalefet partisi halkı isyana kadar sürükleyecek bir kampanyanın içine girmez miydi peki?
Aynı durum MHP için de geçerli... Onlar da halkın milliyetçilik duygularını sömürecek bir reklam kampanyasına giremezler miydi?
Bu soruların yanıtlarını hepimiz tahmin edebiliyoruz. AKP iktidarı her ne kadar halkın manevi değerlerini sömürerek, siyaseti bir bataklığa dönüştürmek istese de muhalefet partileri bu ilkesizliğin içine girmiyor. Görünen o ki girmeyecekler de...
Seçime yönelik çok önemli bir uyarı da CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu’ndan geldi. Sayın Kılıçdaroğlu; oy sayımı esnasında elektrik kesilirse sandıkların üzerine oturun dedi. Bu tarihi uyarı, seçim günü her türlü usülsüzlüğün yapılabileceğini vurguluyor. Aman dikkat. Sandıkları namusumuz gibi koruyalım. Sandığımızın sonuçlarını CHP sitesindeki sonuçlarla kıyaslamayı da unutmayalım...
Şimdi artık seçime sayılı günler kaldı. Türkiye’de siyaseti, battığı bu bataklıktan kurtarmamız için son şansımız bu seçim...
Ya ahlaklı, temiz siyasetin yolunu aydınlatacağız, ya da bataklıkta boğulmaya razı olacağız.
Seçim bizim, seçen biziz, sonuç geleceğimiz...
Geleceğimiz için, temiz siyaset için ne olursa olsun sandığa gidelim.
Umuyorum ki seçimden sonra güneşin üzerine doğduğu bir Türkiye’de yazı yazmaya ve siyaset yapmaya devam ederiz.
O aydınlık güne kadar sağlıcakla kalın.

AKP, İzmir ve İki Ayyaş


AKP, İzmir ve İki Ayyaş

AKP’nin İzmir Büyükşehir Adayı Binali Yıldırım geçtiğimiz günlerde Fatih Altaylı’nın programına konuk oldu. O programda çarpıcı açıklamalarda bulunan Yıldırım’ın İzmirli kadınlarla ilgili yaptığı “İzmir’in kadınlarının özgüveni çok yüksek. İzmir’in çok artıları ve farklılıkları var” açıklamasının üzerinden 1 hafta geçmeden, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan İzmir mitinginde bir kadını protestosundan ötürü hedef gösterdi.
Sonradan öğreniyoruz ki, başbakanı protesto eden 2 kadın evlerinden siyah takım elbiseli onlarca koruma tarafından, üzerlerinde pijamalarıyla gözaltına alınmışlar. İzmirli kadınların protesto yönteminin doğru ya da yanlış olduğu tartışılır. Ama bu iktidarın adaletinde sorun olduğu çok açık ortada...
Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz diye bir söz vardır, bilirsiniz... AKP İzmir adayı ekranlarda “İzmirli kadınların özgüveni yüksektir” diye nutuk atarken daha haftası dolmadan o kadınları hedef gösterecek kadar yasakçı bir zihniyet olduklarına tekrar şahit olduk.
“Rakı, şiş-kebap çok güzel... Yine gelecek ben...” diyen turistten bir farkı olmayan Binali Yıldırım’ın “İzmirli Kordon’da rakı içerken burnunu tıkamasın diye Körfez’i temizleyeceğim” demesi de ayrı bir yabancılık doğrusu...
Ben 35 yaşındayım. Ve kendimi bildim bileli Alsancaklıyım. Hayal meyal hatırlıyorum ama sanıyorum ki Kordon en son ben lisedeyken kokuyordu. Yıllardır böyle bir sorunumuz yok İzmir’de... Üstelik bu açıklamayı “içki içme özgürlüğünüze karışmayacağım” manasında yapıyorsa Yıldırım, ona yine başbakanın "İki ayyaşın yaptığı yasa muteber de dinin emri neden reddediliyor"
açıklamasını hatırlatmak isterim.
Şimdi Binali Yıldırım bizlere “rakı” açılımı yapmadan önce “iki ayyaşın” kim olduğunu açıklasın. Açıklasın ki cumhuriyetin kurucularına hangi gözle baktıklarını samimiyetle görelim...
2011 Seçimlerinde Ulaştırma Bakanı iken İzmir’de yaptığınız seçim harcamalarının hesabını vermeden, 17 Aralık operasyonuyla ortaya çıkan yolsuzluklarınızın hesabını vermeden, sizin iktidarınızla gelen 29 Ekim, 19 Mayıs kutlama yasaklarının hesabını vermeden, gençlerin ve kadınların protestoları karşısındaki ölçüsüz müdahalelerinizin ve aldığınız canların hesabını vermeden, hiçbir samimiyeti olmayan açıklamalarla İzmirliyi aldatmanıza izin vermeyeceğiz.
İktidarınız boyunca ne gavurluğumuz kaldı, ne irfan sahibi olmadığımız…
Şimdi sizin bir seçimlik demokratlığınıza da inanmıyoruz, inanmayacağız.
İzmir için “Çok Kolay” sloganıyla çıkmışsınız yola...
Haydi bakalım… Kolaysa alın.

Türkiye’ye önemli bir çağrı



Türkiye’ye önemli bir çağrı

Bir çocuğun zamansız ve adatletsiz öldürülüşü vicdanları kanattı ve bütün Türkiye tek yürek Berkin Elvan’a sahip çıktı…
Tüm şehirlerde sokaklar insan seline döndü…
Halk Berkin’i evladı bildi, ailesinin acısını kendi acısı bildi… Berkin’in ve katledilen ağabeylerinin hesabını sormayı da namus borcu bildi.
Seçime sayılı günler kala yaşadığımız bu acı, toplumda ciddi bir isyana neden oldu. Böylesine acılı bir zamanda, iktidar yetkililerinden gelen tahrik edici açıklamalar ve polisin orantısız müdahalesi ise bu isyanın bir çatışmaya döndürülmek istendiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Tam da bu noktada dikkatinizi çok önemli bir konuya çekmek istiyorum;
Gençler artık isyanını dile getirmek için “ÖLMEYİ” göze alarak sokaklara çıkıyorlar. İktidara öfkeleri o kadar büyük ki ne polisten korkuyorlar, ne gazdan, ne de vurulmaktan!
Gençler yürekli, gençlerin gözü kara… Ama bizler sağduyulu davranıp daha fazla gencin yaşamını yitirmesine izin vermemeli, göz yummamalıyız.
Ortaya dökülen yolsuzluk dosyalarından sonra atanan İçişleri Bakanı Efkan Ala adeta bir savaş kabinesinin bakanı hırçınlığında siyasi bir yol izliyor. Başbakan deseniz Berkin’in cenazesi olduğu gün Mısır’daki Esma’yı anarak ve Berkin için bir başsağlığı bile dilemeyerek sokaklardaki eylemleri tetikliyor.
Üstelik bu ortamda kurgulayabilecekleri olası vakalarla da seçim önü kendilerine bir mağduriyet hikayesi doğurmaları da an meselesidir. Bu oyunlara gelmemeli ve çok dikkatli davranmalıyız.
Görünen o ki boğazına kadar yolsuzluk batağına batan iktidar yetkilileri koltuklarını kaybetmemek için ülkeyi kaosa sürüklemeyi göze alıyor.
Sonuç olarak; biz artık daha fazla genç ölsün istemiyoruz!
İktidarın kirli emellerine ulaşmaması için hepimiz sağduyulu davranmalı ve çevremizi de sağduyulu olmaya teşvik etmeliyiz.
Bu doğrultuda CHP Genel Başkanı Sayın Kemal Kılıçdaroğlu’nun çağrısını çok önemsiyor ve her satırının dikkatle okunması üzere bilginize sunuyorum:
Değerli Halkımıza:
Başbakanlık makamını işgal eden zat, çevresindeki dar bir kadro ile birlikte , tehlikeli bir provokasyon peşindedir. Buna dair son derece kuvvetli duyumlarımı kamuoyunun dikkatine sunmayı, ülkeme ve halkıma karşı olan sorumluluğumun bir gereği olarak görüyorum.
Gerçek bir ülke ve insan sevgisinden nasiplenmediği anlaşılan bu kişinin Türkiye’nin büyük bir kargaşa ve kaos ortamına sürüklenmesini , kendisi için yegane kurtuluş yolu olarak gördüğü açıktır.
Halkımızın yüksek duyarlılığı, dayanışma ruhu ve haksızlık karşısında direnme erdemi , kişisel ve siyasi çıkarları için provoke edilerek istismara çalışılmaktadır.
Kaos, kargaşa ve sosyal kamplaşmadan beslenerek kendi otoriter anlayışını kalıcı bir rejime dönüştürmeyi planlayan bu iktidarın provokasyonları konusunda halkımızın azami dikkat ve duyarlılıkla hareket etmesi son derece önemlidir.
Bu provokatörlerin ve kaos projesi mimarlarının oyununa gelmeme konusunda halkımın yüksek irfanına olan güvenim tamdır.
Kemal Kılıçdaroğlu
CHP Genel Başkanı

4 Mayıs 2014 Pazar

ADAM OLMAK



ADAM OLMAK

Çevrende herkes şaşırsa,
bunu da senden bilse,
sen aklı başında kalabilirsen eğer,

herkes senden kuşku duyarken hem kuşkuya yer bırakır,
hem kendine güvenirsen eğer,

bekleyebilirsen usanmadan,
yalanla karşılık vermezsen yalana,
kendini evliya sanmadan
kin tutmayabilirsen kin tutana.

Düşlere kapılmadan düş kurabilir,
yolunu saptırmadan düşünebilirsen eğer,
ne kazandım diye sevinir, ne yıkıldım diye yerinir,
ikisine de vermeyebilirsen değer,

söylediğin gerçeği eğip büken düzenbaz,
kandırabilir diye safları, dert edinmezsen,

ömür verdiğin işler bozulsa da yılmaz,
koyulabilirsen işe yeniden.
Döküp ortaya varını yoğunu,
bir yazı turada yitirsen bile,
yitirdiklerini dolamaksızın dile
baştan tutabilirsen yolunu.

Yüreğine, sinirine dayan diyecek
direncinden başka şeyin kalmasa da,
herkesin bırakıp gittiği noktada,
sen dayanabilirsen tek.

Herkesle düşüp kalkar, erdemli kalabilirsen,
unutmayabilirsen halkı, krallarla gezerken,

dost da düşman da incitemezse seni,
ne küçümser, ne büyültürsen çevreni
her saatin her dakikasına
emeğini katarsan hakçasına
her şeyi ile dünya önüne serilir,
üstelik oğlum, adam oldun demektir...

Rudyard Kipling( 1865-1936 )

Çeviri : Bülent Ecevit