Sol yanım...

18 Ağustos 2012 Cumartesi

GAZETEM EGE/ BARIŞ İKLİMİ





“Barış” şu sıralar en çok ihtiyaç duydugumuz kavram... Barış da, çatışma da önce toplumun en üst birimlerinde olgunlaşmaya başlar. Ve domino etkisiyle en ufak birimlere kadar sızar. Üst düzey siyasetçilerin söylemlerinde inandırıcı olmaları için öncelikle o söylemleri kendi yakın çevrelerinde uyguluyor olmaları gereklidir. Yani siz “uzlaşı” diyorsanız önce uzlaşıyı kendi partinizin içinde sağlamanız beklenir.

İçinden geçtiğimiz sürecin bu kadar gergin olması da aslında iktidar partisinde yaşanan kaosun dışa vurumudur. Ülkemizi rahatsız eden tüm dinamikler bu karışıklıktan faydalanırken, halkımız da bu gelişmelerden olumsuz yönde etkileniyor. İstedikleri kadar “kardeşiz” desinler başbakan ve cumhurbaşkanı arasındaki yol ayrımını herkes farkında. Bu yol ayrımı partide ciddi bir ayrışmaya da neden olacak. Bu da kaçınılmaz bir gerçek... Başbakanın ameliyatı sürecinde MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın ifadeye çağrılmasıyla başlayan olaylar zinciri artık fitili ateşledi. AKP içindeki fırtınaları dindirmek mümkün değil.

Siz istediğiniz kadar sorunları perdeleyin, kendi çevrenizde yaratamadığınız barış ve huzur iklimini yurt genelinde yaratmanız imkansız. Bu noktada ana muhalefet partisi CHP’ye tarihi görev düşüyor. Son yaşadığımız CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün’ün kaçırılması ve sonrasında yaşanan gelişmeleri tüm Türkiye dikkatle izledi. Şu çok açıktır ki önümüzdeki günlerde CHP’ne Kürt sorununun çözümü adına büyük sorumluluk düşecektir. Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu’nun son grup toplantısında yaptığı konuşmanın alt mesajlarını iyi okumak lazım. Tam bağımsız Türkiye vurgusu, tek irade TBMM, başkent Ankara, toplumsal uzlaşı, barış ve kardeşlik imaları CHP’nin bu süreçte izleyeceği yol haritasına ve çizgisine dair ipuçları vermiştir.
Genel Başkan Kemal Kılıçdaroğlu yaratmak istediği barış ortamını yeni Merkez Yönetim Kurulu’nu oluştururken göz önünde bulundurmuş ve tüm partiyi kucaklayacak bir MYK oluşturmuştur. Bu oluşum tüm il ve ilçe yönetimlerine de mesaj yüklüdür: “Önce kendi içinizde barış ve kardeşlik ortamını sağlayın.”

Şimdi artık vakit tüm partiler için barışı sağlama yolunda önemli adımlar atma vaktidir. Muhalefette olan MHP’de üzerine düşen sorumluluğu farkında olmalı, iktidarın noter makamlığından bir an evvel kurtulmalıdır. Bu bağlamda MHP’de acil kan değişikliğine ihtiyaç olduğunu düşünüyorum.  Kendi tabanlarında da bu yönde bir beklenti olduğunu biliyorum. Sayın Bahçeli’ye Irak Merkezi Yönetimi tarafından verilmeyen vize de dış ilişkilerimiz açısından ayrı bir vehamettir. Bu noktada Bahçeli’nin bu yolculuğunun ne kadar gerekli olduğu da tartışılır. Netice itibariyle zor durumda kalan Türkiye olmuştur.

Önümüz bayram... Temennim; Sevgi ve kardeşliğin öncelikle partilerin iç mekanizmalarında daha sonra ülkemiz genelinde ve nihayetinde komşu ülkelerle sağlanması.

Sevgisizlik kendini çabuk aksettirir. Bulaşıcıdır, çabuk yayılır. Sevgisizlik yürek karartır. Kararmış bir yürek, ne kendisine ne çevresine ışık saçabilir. İçimizdeki tüm önyargılardan arınıp, birbirimizi anlamaya çalıştığımız, haklıya hakkını verdiğimiz, benden olsun da çamurdan olsun zihniyetinden sıyrıldığımız, kalbimizi tüm dostlara açtığımız ve en önemlisi tüm küskünlüklerimizi bir telefonla, mesajla ya da en güzeli ziyaretle geride bıraktığımız bir bayram olsun. Barış ikliminin güzel memleketimize bir an evvel gelmesi dileğiyle... İyi bayramlar olsun.

10 Ağustos 2012 Cuma

YENİ SÖZLER SÖYLEMEK LAZIM...




 
Bu hafta manşetlerde “tecavüz odası” haberini görünce tüylerim ürperdi. Fethiye’de yaşayan 18 yaşında bir genç kızımız, ailesinin zoruyla kendinden 10 yaş büyük bir adamla odaya kapatılıp, tecavüzle evliliğe zorlanmaya çalışılmış. Genç kız üç saat direndikten sonra kaçmayı başarmış. Şimdi anne babası dahil, her iki aileden dokuz kişi tutuklu... Hikaye ancak filmlerde görülebilecek türden bir canilik barındırıyor. Hangi anne baba öz kızına böyle bir zulmü uygular? Bu nasıl hastalıklı bir zihniyettir? Gerçekten insanın aklı almıyor. Töreden kaynaklanan ve özellikle doğu ve güneydoğu illerinde görülen cinayetlerle, berdellerle yarışacak türden bir haberdi bu. Hemde memleketin batısında. Gazete haberini okurken dikkatimi çeken bir diğer unsur haberin yanındaki “Kadına Şiddete Son” figürüydü... Kadına ve kadın sorunlarına dair epeydir kafa yoran biri olarak artık yeni sözler söylememiz gerektiğini düşündüm o an... Bir şey yapmalıydı, farklı bir şey...

Türkiye’de kadınlar ve gençler açısından tablo çok dramatik. Aslında tüm sorunların kaynağı içiçe geçmiş matruşka bebekleri gibi... Tek bir nedene bağlamak imkansız, sadece kuvvetli faktörü belirleyebilirsiniz. Örneğin şiddeti tetikleyici faktörlerden biri: “Ekonomik imkansızlıklar”. Kendi ayakları üzerinde duramayan, ekonomik olarak eşine bağlı kadınlar şiddet görse dahi sesini çıkaramıyor. Çoğunluğu el mahkum şiddeti çekmeye devam ediyor. Durum böyle olunca ülkemizde her üç kadından birinin şiddet görmesi şaşırtıcı bir sonuç değil. Aynı zamanda kadınlarımızın %80’inin üzerine kayıtlı mal yok. En basit tabiriyle parasızlık boyun büktürüyor. İstihdam önemli bir sorun deseniz, zaten o sorun hem kadınlar hem erkekler için devasa boyutta... Eğitim deseniz 2 milyon genç kız evde oturuyor, üniversiteye gidemiyor. Peki artık ezberlediğimiz bu istatistiklerin, sorunların bir çözümü yok mu? Gitgide daha kötüye giden “kadın vakalarına” kim dur diyecek?

Aslında kadına şiddete dur demesi gereken ilk kurum ilgili bakanlık. Aile ve Sosyal Politikalardan Sorumlu Bakan Fatma Şahin, 36 yaşında geldiği Kadın Kolları Genel Başkanlığından çok daha düşük performansla bakanlık görevini sürdürmekte. Bakanlığın adından “kadın”ın çıkarılması belli ki bakanın gönlünden de kadınları çıkarmış. Yaşanan olaylar karşısındaki derin sessizliği, mağdur kadınların devlet tarafından sahipsiz bırakıldığı hissini veriyor. Pek tabi ki devletin tek temsilcisi Bakan Şahin değil. Fakat başta başbakan olmak üzere iktidar mensuplarının kadınlara karşı bakış açısı çok açık...Ben kabinede ki tek kadın bakanın vicdanına seslenmek istiyorum: Genç kızlarımıza tecavüz odaları kurulurken rahat uyuyabiliyor musunuz Sayın Şahin?

Başlıca sorumluluk devlette olsa da devletin mekanizmalarının çalışmasını sorgulayacak, denetleyecek, eleştirecek, öneri getirecek ve daha iyi olmasını sağlayacak ana muhalefet partisi ve sivil toplum kuruluşları da var. İşte tam da bu noktada neler yapmamız gerektiği çok önemli. Kadın örgütlenmelerinin artık 80’li yılların siyaset anlayışının dışına çıkması lazım. Kadına şiddete dikkati çekmek için yapılan eylemlerin mevcut basında haber değeri kalmadı. Özellikle büyük illerde 40-50 kişilik katılımla “sen-ben-bizim oğlan” yapılan çelenk koyma, imza toplama, oturma eylemleri ses getirmiyor. Bir eylem yaparken amacımız tepkimizi dile getirmek olduğu kadar, sorunun çözümüne katkı sağlamak da olmalıdır. Eğer ki yapılan eylemle hem ses getiremiyor, hem de çözüme ortak olamıyorsak o zaman bizim de kendimizi sorgulamamız, yeni yollar bulmamız lazım.

Dedim ya 80’li yılların siyasi anlayışından kurtulmamız gerek. Peki 68’lere mi döneceğiz? Neden olmasın? 68’lerdeki devrimci anlayışla, mevcut teknolojiyi harmanlayarak yeni yöntemler, yollar çizebiliriz. STK’larla işbirliği içerisinde en az binlerin katıldığı geniş katılımlı eylemlerle mümkün bu... İşin bir diğer ayağı mağdur edilmiş kadınlara ulaşmak. Eylemi, basın açıklamasını kitlelere sesimizi duyurmak için yapıyoruz. Mevcut basınla ve yapılan dar kapsamlı eylemlerle ne kadar duyurduğumuz şüpheli... Beri yandan evinde hergün şiddet gören kadının acaba bizden haberi var mı? Ya da bizim ondan? İşte STK’larla işbirliği bu açıdan önem taşıyor. Bunu farkında olan iktidar, zamanında kız çocuklarının eğitimi için çalışan ÇYDD ve ADD’ye yaptığı baskılarla aydınlanmanın adeta kolunu kanadını kırdı. Yinede ümitsizliğe kapılmamak gerek. Doğru yapılacak bir organizasyon ve örgütlenmeyle yeni ve ses  getirecek eylemler ve işbirlikleri yapmak mümkün.

Siyasi tarihimizde, büyük bir halk çoğunluğuyla gelen iktidarların kadın hareketinin desteğinden beslendiklerini unutmamak lazım. Çoğunlukçuluk elbette ki onayladığım bir demokrasi türü değil. Her zaman çoğulculuktan yanayım. Gelin görün ki seçim realitesi bizi çoğunlukçuluğu kabullenmeye yönlendiriyor. Bu bağlamda toplumun çoğunluğunu oluşturan kadın ve gençlik örgütlenmesi siyasi partilerin en önemli dinamolarını oluşturuyor. Bu dinamoların kuvvetli enerji üretmeleri için doğru beslenmeleri ve örgütlenmeleri şart.

Türkiye’de her 3 kadından 1’inin yardıma ihtiyacı var. Mağdur. Bu noktada hepimiz omuzlarımızdaki sorumluluğu farkına varmalıyız. İktidarın kadına bakışını değiştirene kadar mücadele etmeliyiz. Devrimci Mahir Çayan’ın çok sevdiğim bir sözü vardır: “Örgütü, örgüt yapan, onu kitlelere tanıtan, programlar veya yaldızlı laflar değil, devrimci eylemdir.” Toplumun ezilen, ötekileştirilen, yok sayılan kesimlerinin sesi olmak için “tek ve bütün” mücadele şart. Mücadele gücünü “umut”tan alır. Umudun yüreklerinizde yeşermesi dileğiyle… Mutlu yarınlarınız olsun.

8 Ağustos 2012 Çarşamba

GAZETEM EGE/ KABİNEDE REVİZYON…




Şimdi varsayalım ki iktidarda CHP var. Mevcut hükümetin tüm icraatlarını CHP yapıyor. Kabinede revizyon yazıları çoktan yazılmaya başlanmıştı. Söz konusu AKP olunca herkes de bir temkin, sessizlik sormayın gitsin. Gelin görün ülkemizde gelişmeler öyle bir noktaya geldi ki kabinede revizyon adeta kaçınılmaz oldu. En başta başbakan için…

Bu revizyonun ilk sinyalini geçenlerde katıldığı bir televizyon programında CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin verdi. Tekin kulislerde Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun yerine Vamık Volkan’ın getirileceğinin konuşulduğunu belirtti. Bu öngörüyü destekler benzer gelişmeler bu hafta içinde yaşandı. AKP’nin MKYK toplantısında bazı isimlerin –ki kadın ağırlıklı isimler- İçişleri Bakanı Şahin’le ciddi tartışma yaşadıkları ve bu gerginliğe başbakanın sessiz kalarak aslında Şahin’den memnuniyetsizliğini dışa vurduğu basına yansıdı. Gerek dışişlerinde, gerek içişlerinde yaşanan dramatik gelişmeler belli ki Başbakan Erdoğan’ı da rahatsız ediyor. Son dönemlerde Suriye’de güdülen yanlış politikalar, son yapılan Barzani ziyareti Davutoğlu’nun koltuğunu sallamakta. Eğer ki onun ismi üzerinde bizim bilmediğimiz bir zorunluluk yok ise değişmesi kaçınılmaz… İçişleri Bakanı’nın ise özellikle Malatya’da Alevi vatandaşlarımızın yaşadığı olaylara karşı takındığı tutum vicdanları rahatsız etmiştir. Bu Bakan Şahin’in yanlış tutum dizininin son halkasıdır.

Olası bir kabine revizyonunda topun ağzında olan üçüncü isim ise Gençlik ve Spor Bakanı Suat Kılıç’tır. Kılıç televizyonculuktan geldiği için kameralarla arası iyi bir isim. Fakat hatipliği bile 2012 Londra Olimpiyatlarındaki başarısızlığımızı kurtarmaya yetmeyecek. Süsleyip püsleyip, allayıp pulladıkları bol kremalı pasta bozuk çıktı. Büyük umutlarla ve geniş katılımla gidilen Londra Olimpiyatları adeta düş kırıklığına dönüştü. Şimdi başta Bakan Kılıç olmak üzere, tüm federasyonlar mercek altına alınmalı. Spor Federasyonlarının özerkliği-yarı özerkliği, işleyişi, sporculara sundukları katkılar gözden geçirilmeli. Başbakanın sevdiğini bildiğimiz Kılıç’ı yakın zamanda bir hesaplaşma beklediği kesin: Neden başarısız olduk?

Kabine değişikliği demişken İsmet Yılmaz ismini hiç duydunuz mu? Ülkemiz terörle kavrulurken, her gün yeni bir şehit haberi gelirken, neredeyse tüm komşu ülkelerde iç savaş yaşanırken Milli Savunma Bakanımızın yüzünü gören cennetlik. Bakan Yılmaz bir çift söz ederse belki onu da tanıma şansına sahip oluruz. Geçmiş kabinelerdeki Savunma Bakanlarının adlarını bir çırpıda söyler ve hatırlarken bu kabinede neden Savunma Bakanlığı geri planda kalmıştır? Bunu da göz ardı etmemek gerekir…

İçeride ve dışarıda yaşanan gelişmeler, yaklaşan cumhurbaşkanlığı ve yerel seçimleri Başbakan Erdoğan’ın oyunu yeniden kurmasına neden olabilir. Önümüzdeki günlerde oluşacak bu yeni kurgunun bir başka aktörü de Numan Kurtulmuş olacaktır. AKP’de de değişen iç dengeleri hesaba kattığımızda yeni bir kabinede başka sürprizlerle de karşılaşabiliriz. Yeri değişmez görülen Bülent Arınç, Kurtulmuş’un oyuna girmesiyle farklı pozisyon alabilir. Tüm bu gelişmeleri önümüzdeki günlerde yaşayıp göreceğiz.

Bakalım 61. hükümette ayrılık çanları kimin için çalacak?



3 Ağustos 2012 Cuma

GAZETE "ÇEŞME GÜNEŞİ" / MERHABA!




1978 Yazıydı... Söylenenlere göre çok sıcak bir yazmış... 1978 Haziran ayında, yani doğumumla başladı Çeşme’yle tanışmam. Sanıyorum ki dünyada ender rastlanan oksijenini içime çekmemle bağlandım Çeşme’ye... Çocukluğum , gençliğim, nice güzel anılarımın beşiğidir Çeşme...  Aslında belki de çok uzun anlatmama gerek yok “memleketim” işte...

İzmir Saint Joseph’den dönem büyüğüm, partidaşım Ekrem Oran “Çeşme Güneşi”nde yazmamı teklif ettiğinde duygulanmadım desem yalan olur. Yaşamımın önemli bir bölümünü geçirmekte olduğum güzel Çeşme’min tek yerel gazetesinde yazacak olmak beni çok mutlu etti.

İzmir-Çeşme-İstanbul arasında geçen yaşamımın son yıllarında aktif olarak siyasette görev alma şansına sahip oldum. 2 Yıl süren CHP Kadın Kolları MYK Üyeliğim, 24. Dönem İzmir milletvekili adaylığım, Kurultay Delegeliğim, PM Adaylığım derken zaten aileden kanımda olan siyaset tüm yaşamımı sardı. Artık ülkemde ki tüm meselelere sol penceremden bakmaya, kaygılanmaya ama kaygılanmakla kalmayıp çözüm aramaya başladım. Benimle aynı davaya gönül vermiş, ülkesi için düşünen, üreten, katkı sağlayan tüm yol arkadaşlarımında yanında olmaya, destek vermeye çalıştım. İşte belki böyle bir yol arkadaşlığının başlangıcıdır “Çeşme Güneşi”... Çeşme’ye ve İzmir’e gönül verenler arasındaki bir sevgi köprüsüdür... Geleceğimizi ilgilendiren meselelere beraberce baktığımız, yorumladığımız, çözüm aradığımız ama asla ümitsizliğe kapılmadığımız ortak bir buluşma alandır bizim için...

Son 10 yıldır adeta bir karabasan gibi üzerimize çöken iktidarın, eylem ve söylemleri karşısında adeta sessizlik yemini etmiş bir medya varken, bizim düşüncelerimizi fikirlerimizi özgürce  yazabileceğimiz bir mecra sunduğu için Sevgili Ekrem Oran’a teşekkür etmek istiyorum. Malum içinde bulunduğumuz günlerde gazete çıkarmak yürek işi...

Her yeni sabaha bambaşka bir yaptırımla uyanırken “fikri hür” bir gazete çıkarmak cesaret istiyor. Özellikle kadınlar ve gençlerin üzerine kurulmak istenen baskı adeta memleketin geleceğine ipotek koyuyor. Düşünce yasaklı, söylem yasaklı, eylem yasaklı olduk adeta... Tepkisizlik hepimize dikte edilmeye çalışılıyor. İktidar tarafından uygulanan her telkinin, yaptırımın kayıtsız şartsız kabul edilmesi bekleniyor. Bir nevi “itaat” kültürüdür bu yerleştirilmek istenen... İşte tam da bu noktada itirazımızı, yetmez ise isyanımızı bu sayfalardan paylaşacağız. Belki de paylaştıkça çoğalacağız. Bu paylaşımlarda bulunurken sadece bir açıdan değil, bir çok açıdan bakacağız meselelere... Siyasi yolculuğumda Türkiye’nin farklı bölgelerini ziyaret etme imkanı buldum. Şu çok açık bir gerçek ki Doğu’da, Güneydoğu’da, Karadeniz’de siyaset yapmakla İzmir’de yapmak arasında  ciddi farklar var. Bizler yaşadığımız coğrafyadan ötürü avantajlı ve şanslı insanlarız. Bu şansı doğru kullanmak ama aynı zamanda herkesin yüreğinin sesi olmak, kucaklayıcı, bütünleyici ve yapıcı olmak esas olmalı...

Sözün özü bu hafta sizlere “Merhaba” demek, kısaca tanışmak, meramımı anlatmak istedim. Umuyorum ki “Çeşme Güneşi” aracılığıyla kuracağımız gönül bağlarımız sağlam ve daimi olsun. Fikren uzlaşsak da uzlaşamasak da “düşünce özgürlüğü” ortak paydamız olsun. “Fikri hür, vicdanı hür ve irfanı hür” insanların yaşadığı bir ülke hepimizin özlemi... Mustafa Kemal’in söylediği bu sözün aslında ne kadar önemli olduğunu bu günlerde daha iyi anlıyoruz. Bu özlemle hepinize sevgi dolu günler diliyorum. Yolumuz açık olsun. Kalın sağlıcakla...

1 Ağustos 2012 Çarşamba

Laiklik ve Eşitlik Mücadelesi

Değerini bilemediğimiz, örselediğimiz ve hatta adeta içini boşalttığımız laikliğin doğum yolculuğu da, tıpkı bugün verdiği varlık mücadelesi gibi hiç kolay olmadı... Laiklik tarih boyunca süregelen egemenlik kavgalarının sonucunda doğmuş bir adalet ışığıydı, eşitlikti, özgürlüktü. Tek tanrılı dinlerden evvel kendini tanrı yerine koyan imparatorlar, krallar, hükümdarlar egemenliğin değişmez sahipleri oldular. Öyle ki Eski Roma’da kralın dininden olmayanlar stadyumlarda aslanlara parçalatılırdı. Ardından dinler tarihiyle birlikte, egemenlik kavgasına kilise ve ruhban sınıfı da eklendi. İspanya’da papazların kurduğu Engizisyon mahkemelerinde kralın dininden olmayanlara çeşitli işkenceler, zulümler uygulandı. Bu karanlık içinde farklılığa geçit yoktu. İslam tarihi de farklı değildi... Mezhep ayrılıkları nedeniyle çıkan kanlı savaşlar sonucu milyonlarca insan can verdi, acılar çekti…
1789’da Fransız Devrimi’nin de etkileriyle egemenlik kaynağının gökte değil yerde, yani halkta olduğu düşüncesi hızla benimsenmeye başlandı. Böylece her türlü din, ibadet ve vicdan hürriyetinin, eşitliğin, özgürlüğün ve halk egemenliğinin temeli olan “laiklik” doğdu. Ve artık devlet bağımsızdı, ulus egemendi, birey özgürdü…
Avrupa’da bu gelişmeler olurken Anadolu topraklarında teokratik devletin ağırlığı devam etmekteydi. Padişahlığın ve halifeliğin tek bir erkte birleştiği bir yapıda laiklikten bahsetmenin mümkün olmadığı bir gerçek… İşte bu gerçeklik içerisinde şer’i kanunların varlığı en çok da eşitliği sekteye uğratmış ve büyük mağduriyetlere sebep olmuştu. Bu halde en mağdur kesim ise kadınlardı… Örneğin o dönemlerde, dinsel kurallara göre itaatsizliği görünen kadına kocası önce nasihat eder, fakat sonuç alamazsa onu dövebilir ya da keyfi olarak boşayabilirdi. Boşanma hakkı ilke olarak erkeğe tanınmıştı ve ayrıca dört kadınla evlenme hakkına sahipti. Mal ve miras kanunları da farklı değildi; kadının mallarını sadece kocası idare etme hakkına sahipti. Ayrıca miras paylaşımında erkek kadından 2 hisse fazla alabiliyordu. İslam hukukunda bir kadının tanıklığı geçerli değildi. Ancak iki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığının yerini tutabilirdi.
Egemenlik kaynağının ulusa verilmesi ve her bireyin eşit kabul edilmesi kurucu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’ün devrim süreciyle mümkün olabildi. Elbette çok kısaca özetlemeye çalıştığım bu aydınlanma yolculuğunda çok bedeller ödendi, çok acılar çekildi. Ve sonunda laiklik ilkesi doğrultusunda  saltanatın kaldırılması, halifeliğin kaldırılması, şer’iye ve evkaf vekâletinin kaldırılması, Tevhid-i Tedrisat kanunu, tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması, medeni kanunun kabulü, medreselerin kapatılması, kılık kıyafet kanununun kabulü gibi inkılaplar gerçekleşti.
1937 Yılında ise artık laiklik anayasamızda değişmez ve değişmesi teklif dahi edilemez ilkeler arasında yer aldı. Evet, laiklik bireylerin devlet nezdinde eşitliğiydi bir anlamda… Bu eşitlikten rahatsız olanların laiklik ile kavgası hiç bitmedi. İşte içinden geçtiğimiz süreçte yıllar süren bu karşı devrim kavgasının uzantılarını bugün bile yaşıyoruz. Her ne kadar Meclis Başkanı İsmail Kahraman bunu açık etmiş olsa da kendisi bu kavgada yalnız değil.
Bakınız en yakın örnek T.B.M.M. çatısı altında 14 Ocak 2016’da kurulan bir komisyon aracılığıyla yaşandı. Adı; “Aile Bütünlüğünü Olumsuz Etkileyen Unsurlar ile Boşanma Olaylarının Araştırılması ve Aile Kurumunun Güçlendirilmesi İçin Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi İçin Meclis Araştırması Komisyonu” 
Bu komisyon kurulduğu günden beri kadın haklarını ve kadın hareketlerini yok sayan bir anlayış içerisinde hareket etti. En son hazırladıkları rapor taslağı da bunun en açık örneği. Bu taslakta; çocukların, istismarcılarıyla/tecavüzcüleriyle evlendirilmesi, çocuk evliliğinin teşviki, hadım uygulaması, hem şiddet başvurularında hem de boşanma davalarında arabuluculuk ve uzlaşma uygulanması, şiddete maruz kalan kadınların mesai saatlerinde karakollara başvurmasının önünün kesilmesi,  şiddete karşı koruma kararları için delil veya belge aranması, tedbir süresinin kısaltılması, aile hukukuyla ilgili tüm duruşmaların gizli yapılması, boşanmanın zorlaştırılması, kadının nafaka hakkının süreye bağlanması, mal paylaşımında dava açma süresinin kısaltılması, eşin ölümünde, kadının mal rejiminden kaynaklı %50 payının verilmek istenmemesi, aileye yönelik psikolojik rehberlik ve danışmanlık hizmetinin dini temele oturtulmak istenmesi gibi konular var.
Laikliğin, eşitliğin, kadın haklarının açıkça gasp edildiği bu rapora karşı kadın örgütlerinden ciddi itirazlar var. Bugüne kadar kadınlar üzerinden elini ve baskısını bir türlü çekmeyen iktidar, bugün de aynı hoyratlıkla yaklaşmaya devam ediyor.
Laikliği sadece bir giyim kuşam meselesine indirgeyenler, din karşıtlığı olarak yaftalamak isteyenler aslında özgürlük karşıtı, eşitlik düşmanlarıdır. Bu bilinçle, her yeni doğan günde yenilenmiş bir dayanışma ruhuyla laiklik mücadelemize devam edeceğiz. Yılmadan, usanmadan...