Sol yanım...

19 Şubat 2013 Salı

FELSEFEYLE YAŞAMAK


Ülkemizde gündem o kadar hızlı değişiyor ve o kadar yoğun ki bazen boğulacak gibi oluyorum.  Siyasi gündeme dair iyi haber almayı unutmuş beynimi dinlendirmek ve karamsarlıktan uzaklaşmak için çoğu zaman tarih ya da felsefe okuyorum. Bu İmralı süreci sendromu mudur nedir bu hafta da kendimi felsefe kitaplarına gömdüm. Hodgkinson’nun Yönetim Felsefesi adlı kitabının sayfalarını 3. kere çevirirken (ki hala tekrar tekrar okumaya ihtiyacım var) karşıma sizlerle paylaşmayı arzu ettiğim kimi düşünürlerin  “gerçekliği görme” üzerine katkıları çıktı. Aslında bu düşünürleri belki de birçoğumuz facebook ve twitter camiasında sıklıkla paylaşılan/paylaştığımız aforizmaların yazarları olarak tanıyoruz. Elbette ilgi duyup eserlerini okuyanlarımız vardır. Ancak şu çok açık bir gerçek ki eserlerini okumasak dahi 18. ya da 19. yüzyılda söylemiş bir kelam bugün içinde bulunduğumuz bazı halleri tarifleyebiliyor. İşte tam da beni anlatıyor dediğimiz aforizmalara rastlayınca ya hemen paylaşıyoruz ya da retweet ediyoruz. Bu filozofların düşüncelerinin zamansızlığı ve durumsalsızlığı insanı hayrete düşürüyor öyle değil mi? İşte belki de tam da bu yüzden felsefe okumamız lazım. Zamana bağı olmadan geçerliliğini koruduğu için…

Toplumsal olarak felsefeye çok mesafeli bir duruşumuz var. Hatta “felsefe yapma” diyerek belki de yapılmasını istemediğimiz bir üstten bakma hali gibi geliyor bize. Felsefeye benzer şekilde biz buluşçuluğu da sevmiyoruz. “İcat çıkarma” sözüde buna örnektir. Halbuki innovasyon toplumların değer yaratmasının en önemli şartlarından. İcat etmek aslında ne kadar önemli öyle değil mi?  Yanlış öğretiler ve sınırlandırılmış düşün dünyası ülkemizde bilimsel gelişime ciddi sekte vurmuştur. Bölümsüz üniversitelerin dünyada uygulamaya başladığı bu günlerde artık bizim de felsefeyle, sosyolojiyle, tarihle ilişkilerimizi sıkılaştırmamızda fayda var. Bence uzmanlık alanı her ne olursa olsun temel felsefe ve tarih dersleri her bölümde zorunlu ders olarak verilmeli. (İnkilap Tarihi zorunlu ders olarak veriliyor fakat lise düzeyinde…Yetersiz.) Aynı zamanda okutulan tarih ve felsefe temel kitapları yeniden daha kapsamlı yazılmalı ki bu konuya hiç girmeyeceğim.

Konumuza dönecek olursak felsefeyi 500 kelimede hap haline getirip sunmak neredeyse imkansız. Ya da ciddi uzmanlık ister. Benim değinmek istediğim hayatın her alanında karar verme ve muhakeme süreçlerinde felsefi altyapıya ihtiyacımız olduğudur. Siyaset bunların başında geliyor. Zaten çoğunlukla sığ siyasi tartışmaların nedeni felsefi derinlikten yoksunluktur. Ağzımız açık, büyülenmiş vaziyette izlediğimiz yorumcuların sırrı ise felsefi derinlikleridir.

Hodgkinson’un kitabından bahsedecektim öyle değil mi? Mevzu felsefenin önemine gelince kitabın detaylarına giremedim. Filozofların analizden eyleme (praksis) geçmesi gerektiğini ilk vurgulayan Karl Marx’ın bu yöndeki girişimlerinin sonuçları Platon, Aristo ve Makyavel’den daha etkili oldu diyemesekte tüm modernite üzerinde muazzam bir etki yaptığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Değişimin diyalektik analizine, sınıf mücadelesine, ekonomik altyapı ve kültürel üst yapıya yönelik kavramsal yaklaşımları günümüzde dahi kendine yoğun taraftar bulabilmektedir. Düşünür ve filozofların iç dünyasına önümüzdeki yazılarımda daha sık gireceğim. Bu yazıda sadece bir giriş yapmış olayım.

Aslında sosyal medyada özlü sözleriyle tanıdığımız filozof ve düşünürlerin fikir dünyasına daha derin yolculuklar yapmak hem günceli yorumlamada hem yaşamı sorgulamada aydınlatıcı etki yaratıyor. Yoksa bir girdabın içerisinde hep aynı sözleri tekrarlayıp duruyoruz. Her zaman aradığımız 3. yolu bulabilmek belki de böyle mümkün olacaktır. Kim bilir…




13 Şubat 2013 Çarşamba

SEVGİLİLER GÜNÜ...




SEVGİLİLER GÜNÜ...

Bir 14 Şubat’ı daha hep birlikte idrak ediyoruz. Tüketim çılgınlığının dayattığı özel günlerden biridir Sevgililer Günü.

Kimisi mutlu sevgilisiyle bu özel günü yaşamaktan, kimisi ise yalnızlığıyla mücadele ediyor kalabalıklar içerisinde... Yaşamın toz pembe sürdüğü hayatlarda tatlı bir hatıra belki de... Bu satırları okurken sizin gönlünüz ne haldedir bilemiyorum. Belki eşinizle ya da sevgilinizle aşkın en güzelini yaşıyorsunuz, belki de kırık kalbinizi onarmaya çalışıyorsunuz. Ya da çok sevip kavuşamadığınız yarinizi düşünüyorsunuz. Kim bilir...

11 Yıl evvel ben evlenirken çok sevdiğim bir büyüğüm “Evlilik de ölüm gibi alın yazısıdır. Ne yazılmışsa onu yaşarsın, kaderinden kaçamazsın” demişti. Henüz 22 yaşındayken onun  bu söylediğini tam olarak idrak edememiştim. Öyle ya eşimizi kendimiz seçiyorduk, ne kaderi ne alın yazısı diye düşünmüştüm. Gelin görün ki yıllar içerisinde bu düşüncem değişti. Evet bekarlara tuhaf gelebilir belki ama evliler anlayacaktır. Her birimiz kendimiz için yazılanı yaşıyoruz aslında. Evlilik bir nevi tekamül süreci hem kadınlar hem erkekler için. Susmayı, durmayı, anlamayı, paylaşmayı, vazgeçmeyi öğreniyoruz. Öğrendikçe olgunlaşıyoruz. İşte tekamül burada başlıyor. İki sivri uç yıllar içerisinde sürtünerek yumuşuyor. Hele ki bir de evladınız var ise “ben” kavramından sıyrılıyorsunuz. Öncelikleriniz hep evladınızın etrafında şekilleniyor. Attığınız her adımda iki kere düşünür hale geliyorsunuz.

Evlilik denen alın yazısını güzel memleketimizde her sene nice genç kızımız yaşıyor. Bizler gibi kendi eşini kendisi seçenler için sorun yok. Peki ya alın yazısı başkaları tarafından yazılanlar? Henüz çocukken kadın olmaya zorlananlar? Çocuk gelinler ve töre sarmalı üzerine nice istatistik okuduğunuzu tahmin edebiliyorum. Fakat her rakamın bir hayata karşılık geldiği bu bilgiler gerçeği görmemiz açısından çok önemli.

Türkiye’de 14 milyon kız çocuğu, 18 yaşından küçükken evlendirilmiş. Yani genele vurursak kadınlarımızın %32’si 18 yaşından evvel evlenmeye zorlanmış. Her 3 kadından 1’i… Hani bekara eş boşamak kolay derler ya, evli olmayanlar ya da bunu deneyimlememiş insanlar için belki bu durumun vehametini kavramak zor. Ama evliliği yaşamış ya da yaşayan her kadın 18 yaşından evvel evlenmek zorunda kalmanın ne kadar büyük bir ızdırap olduğunu ruhunda hisseder. Üstelik bu çocuk gelinlerin önemli bir kısmı başlık parası karşılığında satılıyor.

Yani bir hayat satılıyor. Bir yaşam söndürülüyor. Çoğu zaman “masadan bir tabak eksilsin” “garibanlığın gözü kör olsun” diyerek henüz oyun yaşındaki kız çocukları babalarının elleriyle kocaman adamlarla evlendiriliyor.

Evet Sevgililer Günü pek hoş bir hikaye… Ama çocuk yaşta gelin olan milyonlar, yıllardır eşinden şiddet ve eziyet gören kadınlar için belki de yüreğe akıtılmış iki damla göz yaşı. Ben öyle hüzünlenirim hep bu özel günlerde… Anneler gününde annesizler dert olur, babalar gününde babasızlar, yetimler, öksüzler… Bu Sevgililer Gününde de çocuk gelinler düştü yüreğime. Ben bu 14 Şubat’ta başımı yastığa koyduğumda kapalı kapılar ardında yaşanan hüzünleri düşüneceğim. Ve dilimde sözlerini Aysel Gürel’in yazdığı bir şarkı olacak;

“Yağmuru kim döküyor
Ünzile kaç koyun ediyor
Dayaktan uslanalı
Hiçbir şey sormuyor”

Bu topraklarda yaşayan kadınların acısı azalmadan rahat uyku yok bize. Kadınlarımız daha çağdaş, eşit ama her şeyden evvel mutlu bir yaşama kavuşana kadar mücadele edeceğiz. Elele…

Sevgililer Gününüz kutlu olsun.











11 Şubat 2013 Pazartesi

İMRALI SÜRECİ





İMRALI SÜRECİ

Kardeşlik ve barış kisvesi altında sunulan İmralı sürecinde geçen hafta BDP’li siyasetçilerden bazı açıklamalar geldi. Kısaca göz atacak olursak; BDP Genel Başkan Yardımcısı Gülten Kışanak "Dümdüz bir yolumuz var. O da demokratik cumhuriyet, özerk Kürdistan'dır" dedi. Ardından Diyarbakır Belediye Başkanı Osman Baydemir "Türk'ün, Kürt'e, Kürt'ün Türk'e kurşun sıkması haramdır. Ve bunun vebali her şeyden ve herkesten önce egemenlerin, iktidar sahibi olanların, ev sahibi olanların boynunadır" diyerek meseleye sunni bir yorum yapmış oldu. (Ev sahibi vurgusuna dikkatinizi çekerim. Demek ki bir de kiracılar var.) Ve nihayetinde BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş “AKP’ye yakınız” diyerek noktayı koydu. Yani gökten 3 elma düştü. Biri Öcalan’ın, öbürü BDP’nin sonuncusu ise AKP’nin başına. Geriye kalanlar mı? Onlar elmalara uzaktan bakıyorlar. Uzaktan bakıyorlar çünkü mazallah kardeşlik, dostluk süreci bozulur da sorumlu olunur diye herkes temkinli.

İmralı süreciyle ilgili biri konuşmak istedi mi yanındaki arkadaşı alttan dürtüyor: “Aman abi gözünü seveyim deme. Bak ne güzel barışa doğru yelken açtık gidiyoruz. Etme eyleme…” Ve söyleyecekleri boğazında düğümlenenler barışa balta vurmamak için susuyor.  Susuyor… Susuyor…

Peki. Gelin meseleye şöyle bakalım. Kürt sorununu reddetmiyoruz. Evet hem terör meselesi hem Kürt sorunu dev bir sorun yumağı. Ve çözüm üretilmesi şart. Çözüm üretmeden sürekli engeller çıkarmakta artık geçerliliği olmayan bir siyasi yöntem. Ama en basitinden bu sürecin aşamalarını ve ulaşacağı olası sonuçları bilmemiz gerek. İmralı’yla neler görüşülüyor ve görüşülecek? Anadilde savunma hakkı meclisten geçti. Sırada ne var? Örneğin Öcalan’a ev hapsi olabilir mi? Ya da anadili kabul ettiysek sırada anadilde eğitim mi var? Anayasada ne gibi değişiklikler düşünülüyor? Bu soruların cevapları netleşirse o zaman barış bozulmasın diye boğazı düğümlenenler de rahat bir nefes alabilir. Tabi bu soruların rahat nefes alacak yanıtları var ise.

BDP’li yöneticilerin açıklamaları gösteriyor ki bebek kanala girmiş. Doğum gerçekleşecek ve kimse buna engel olmak istemiyor. Zaten geri dönüşü de yok. Tavizler verilmiş. Dini vurgularla da Sunni Türk ve Sunni Kürt olarak ayrışmamız öngörülüyor. Kürt-İslam ve Türk-İslam sentez ve ayrışma talebini yıllar evvel rahmetli Uğur Mumcu defalarca yazmıştı. Şimdi onun yüksek öngörüsü önünde saygıyla eğilip, iktidara akibetimizi sormadan geçemiyorum:

Devletin bundan sonra izleyeceği İmralı görüşme ve politikalarıyla ilgili stratejik bir planı var mıdır? Yani 2 sonra atacağımız adımı biliyor muyuz? Anayasadaki sınırlarımız nelerdir? Bu konularda anlaştık mı yoksa masada pazarlıkla mı sonuca varacağız?

Sözün özü İmralı görüşmeleri ve detaylarından AKP’nin, BDP’nin ve muhatap olan Öcalan’ın haberdar olduğunu biliyoruz. Ama bu kadar belirsizlik içinde sukunetle bekleyen ve hala Türkiye Cumhuriyeti Devletine olan inancını koruyan  yurtseverleri aydınlatmak da iktidarın asli görevlerindendir. Devlet yönetmenin sorumluluğu ile hükümeti, tüm vatandaşlarını kucaklayacak biçimde görevini yerine getirmeye davet ediyorum. Yolumuz barış yoluysa bu yolun ancak karşılıklı güvenle sağlanabileceğini unutmayalım. Güvenle. Şüpheyle değil…

İRANLAŞMAK...



İRANLAŞMAK...

10 Şubat’ta İran’da İslam Devriminin 34. yılı kutlanıyordu. Tahran’da Azadi Meydanı kutlamaların merkezi. Ne tezattır ki meydanın adı “özgürlük” anlamına geliyor. İran İslam Devriminin hikayesini az çok bilirsiniz. 1921’de İran’da subay Rıza Pehlevi’nin  ormancılar ayaklanmasını bastırıp yönetimi devirerek kendini "Şah" ilan etmesiyle başlayan iktidarı, batı medeniyetini örnek alarak  yaptığı uygulamalarıyla bilinir. Şah zamanında halkın büyük çoğunluğunun tarımla geçindiği İran’da gündelik yaşam gitgide modernleşmeye başlar. Şah Rıza lükse ve şatafata düşkündür. İktidar olduğu dönemdeki en büyük hatası da belki halktan bu noktada kopması olmuştur. Subay Rıza Pehlevi’nin kendisini Şah ilan etmesine karşı çıkan önemli bir isim vardır: Muhammed Musaddık. Musaddık Şah Rıza’nın Amerika ve İngiltere’ye yakınlığına karşı çıkan bir yurtseverdir. 1951 yılında oturduğu başbakanlık koltuğundan 1953 yılında gerçekleşen darbeyle CIA eliyle indirilir.
2000 yılında ABD Dışişleri bakanı Madelaine Albright Musaddık’ın devrilmesini stratejik bir hata olarak tanımlayacaktır.

Amerika’nın İran üzerine evdeki hesabı çarşıya uymamış mıdır acaba? Bunu bilemiyoruz…

Üst yönetimde hal böyleyken alttan alta örgütlenen islami kesimin liderliğini Humeyni Paris’den sürdürüyordu. Ve sonrasında bildiğiniz üzere 1979 yılında meşhur İran İslam Devrimi Humeyni tarafından gerçekleştirildi. Devrimin ardından elde kalan demokrasi ve özgürlük vaad eden mollaların baskısıyla kabusa dönen bir İran’dı.

İşin tarihi sürecini çok uzatıp sizleri sıkmak istemem. Devrimin gündelik yaşama etkilerine geçmek istiyorum. Özellikle kadınlar üzerinde inanılmaz bir baskı süreci başlamıştı İran’da. Molla rejimi kendine destek olan solcuları (bu noktada aklıma hep yetmez ama evetçiler gelir. Nedense!) kızdırmamak için yaptırımlarını yavaş yavaş uyguluyordu. Hatemi’nin cumhurbaşkanlığı süreci nispeten daha ılımandı. Kadınlar ve gençler ona sıcak bakıyordu. Hatemi’de molla kökenliydi. Ama çok radikal değildi. 2003 Yılında Tahran Belediye Başkanı olan Ahmedinejad ise Hatemi’den çok farklıydı. Ahmedinejad’ın cumhurbaşkanı olmasıyla İran’da modern yaşam namına eser kalmamıştı. Artık kadınlar başını örtmek için bere dahi takamıyordu. Belediye başkanıyken ilk icraatı belediyede ki asansörleri kadın/erkek olarak ayırmak olan Ahmedinejad otobüslerde kadınların ön kapıdan binip, öne oturmalarını dahi yasaklamıştı. 16 Yıldır yayınlanan Zenan adlı kadın dergisi de onun döneminde kapandı.

Peki yeni nesil bu duruma tepki göstermiyor muydu?

Aslında evet gösteriyordu. Özellikle 90’lı yıllarda doğan kuşak saçını tam olarak örtmeyi reddediyordu. Önden açık bıraktıkları perçemlerinide boyatarak tepkilerini açık ediyorlardı. Yeni kuşak erkeklerde de tepki olarak saçını uzatanlar azımsanmayacak kadar çoktu. Ama gelinen noktada İran’da genç ve kadın olmak çok zordu. Çok tatsız. Ruhsuz.

Aslında benim İran İslam Devrimini yazmaya hiç niyetim yoktu. Ta ki Dilek Hanif’in Türk Hava Yolları host ve hostesleri için tasarladığı kıyafetleri görene kadar. İslam Devriminin 34. Yıldönümü kutlamalarına denk gelen ve sosyal medyada 1962’de THY-2013’de THY başlığıyla dolaşan fotoğrafları görünce İran’ı yazma ve hatırlatma gereksinimi duydum. Bu tesadüfler artık pes dedirtiyor. 90’lı yıllarda sanatçılara tasarladığı bol dekolteli kıyafetlerle cebini dolduran modacımız anlaşılan o ki karşı devrimin gösterisinde en önden biletini almak için yırtınıyor.

Yok ama üzülmeyin. Cumhuriyetin tüm nimetlerinden sonuna kadar faydalanıp ilk ihaneti gerçekleştirenler bu yolun sonunda utançlarından insan içine çıkamayacaklar. Ya da tam tersi... Evlatlarımız tepki göstermek için başörtüsünden dökülen perçemlerini boyatacaklar. Tercih sizin.



2 Şubat 2013 Cumartesi

CAN YÜCEL-ÖĞRENDİM


CAN YÜCEL-ÖĞRENDİM
Hayatın bana birşeyler öğrettiğini ve bunları yazmam gerektiğini öğrendim. Mesela;
İnsanlara kendimi zorla sevdiremeyeceğimi öğrendim.
Yapabileceğin tek şey sevilebilecek biri olmak. Gerisi onlara kalmış. 
İnsanları ne kadar düşünürsen düşün, onların seni o kadar düşünmediklerini öğrendim.
Ve insanlar seni ne kadar severse sevsin günü geldiklerinde isminden bile nefret edebildiklerini öğrendim.
Güven elde edebilmek için yılların gerektiğini, ama yok etmek için saniyelerin yettiğini öğrendim.
Önemli olanın hayatındaki eşyaların değil, hayattaki kişilerin olduğunu öğrendim.
İnsanın ancak 15 dakika çekici olabildiğini, ondan sonra alışıldığını öğrendim. Güzelliğin tek başına beş para etmediğini ise zamanla öğrendim.
İnsanlar için olayların değil, onların önemli olduklarını öğrendim.
İnsanların değişebildiğini öğrendim.
Herkesin hakkettiği gibi yaşadığını öğrendim.
Her ne kadar ince kesersen kes, kestiğinin her zaman iki yüzü olacağını öğrendim.
İnsanların bir çoğunun hep kaybetmek için yaşadıklarını öğrendim.
Sevdiğin kişilere sevgi dolu sözler söylemen gerektiğini, çünkü belki bu onları son görüşün olabileceğini öğrendim.
Her ne kadar sevdiğini çok düşünsen’de,yine de gidebileceğini öğrendim.
Her ne kadar o seni çok düşünse’de, yine de gidebileceğini öğrendim.
Ve her ne kadar sevdiğini çok düşünsende zamanı geldiğinde seninde gidebileceğini öğrendim.
Ve gittiğim yeni yerlere eskiden bazı şeyleri götürmemeyi öğrendim.
Dosta tevazu etmeyi, gurur yapmamayı öğrendim.
İnsanların kendilerini ak kaşık saymak için kara yalanlar söyleyip, bu yalanlara kendilerini bile inandırabildiklerini öğrendim.
İnsanların haklı durumdayken kendi sözleri yüzünden haksız duruma düşebildiklerini öğrendim.
Yılların değilde, acıların bizi büyüttüğünü öğrendim.
Hep çocuk kalmak isterken kazayla nasılda büyüdüğümü öğrendim.
Ne kadar büyüsemde içimdeki çocuk heyecanının hep bir şekilde kaldığını öğrendim.
Çocukları ise çook sevdiğimi öğrendim.
Öğrendiğim bazı şeylerin yanlış olsada beni ben yapan şeyler olduğunu öğrendim.
İnsanların seni hep hesapsız sevdiğini, ama bunu nasıl göstereceklerini bilemediklerini öğrendim.
Sinirlendiğimde gerçekten buna değse bile asla acımasız olmamam gerektiğini öğrendim.
Gerçek dostluğun ve gerçek aşkın arada uzak mesafeler olsa bile büyüdüğünü öğrendim.
İnsanların şartlanmalar ile aşık olabildiğini ve aslında şartlanmalar ile aşık olunamayacağını öğrendim.
Hayatta zamanın ne manaya geldiğini babaannemde öğrendim, (ömür bir ikindi vakti kadar bile yokmuş.)
Sigaranın ve alkolün benden aynı zamanda şu andaki ve gelecekteki ailemdende uzak olması gerektiğini öğrendim.
Restleşmelerin ve gururun kurbanı olmuş tatlı aşkların ve dostlukların nasıl ziyan olduğunu öğrendim.
Eğer o gün öyle olmasaydı Bugün, Belki, Keşke sözlerini kendimden ve bir çok insandan duydum; insanların pişman olabildiklerini ama bunu çoğu kez itiraf edemediklerini öğrendim.
Eğer pişmansam bunu çekinmeden dile getirmeyi ve insanlardan eğer gerekiyorsa ne olursa olsun için özür dilemem gerektiğini öğrendim.
Gerçek aşkı bulursam kaybetmemem gerektiğini ikinci bir şansı olmamış insanlardan öğrendim.
Sözlere değil de hareketlere ve gözlere inanmayı öğrendim.
Birisinin seni istediğin gibi sevmemesi, onun seni tüm benliğiyle sevmediği anlamına gelmediğini öğrendim.
En mutlu olduğum anların sevdiklerimi mutlu edebildiğim anlar olduğunu öğrendim.
Bir arkadaşın ne kadar iyi olursa olsun seni üzeceğini, ve senin yine de onu affetmen gerektiğini öğrendim.
Kalbin ne kadar kırılmış olursa olsun, dünyanın senin acılarından dolayı durmayacağını öğrendim.
Ve kalbin en kadar darbe görsede en asil intikamın Affetmek olduğunu öğrendim.(ama bu kadar asil olmayı daha öğrenemedim affedemediğim ve affedemeyeceğim şeyler var)
İki kişinin tartışmasının, birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmediğini öğrendim.
Ve tartışmadıkları zamanda sevdikleri anlamına gelmediğini öğrendim.
İki kişinin aynı olan bir şeye baktıklarında bile farklı şeyler görebildiklerini öğrendim.
Seni doğru dürüst tanımayan kişilerin, hayatını bir kaç saat içinde değiştirebileceklerini öğrendim.
Aşkın koca bir yalan olduğunu sevginin ise tek gerçek olduğunu öğrendim.
Beklemeyi öğrendim, ama doğru durakta.
Verebileceğin bir şey kalmadığında bile bir arkadaşın ağladığında, ona yardım edebilecek gücü bulabileceğini öğrendim.
Canımdan daha kıymetli şeyler olduğunu öğrendim.
Seni sevenlerin aslında ne kadar değerli olduğunu öğrendm.
En çok önemsediğim kişilerin, benden hep uzaklaştıklarını öğrendim.
İnsanları üzmeden ve duyarlı olarak kendi fikirlerini söylemenin çok zor olduğunu öğrendim.
Öğrendim ve öğrenmeye devam edeceğim.!!!!!