Sol yanım...

19 Haziran 2013 Çarşamba

DURUN ARTIK!


DURUN ARTIK!

17 Haziran akşamı Taksim meydanında sadece “duran” bir adam herkesin ilgisini çekti. 1979 Doğumlu sanatçı Erdem Gündüz’ün, medyanın sessizliğini protesto etmek için yaptığı eylem 20. gününü doldurmuş Gezi eylemine yeni bir nefes, yeni bir renk kattı. Neredeyse tüm Türkiye Halk TV ekranına kilitlenip “duran adamı” izledi.

Eylemden bir gün sonra bir arkadaşım bana sordu: “Elfin Taksim’de duran adam neden bu kadar ilgi çekti sence?”

Öyle ya eylemci sanatçı sadece duruyordu. Çok yalın, naif bir eylemdi. Ve eğer ki çevresinde onlarca insan durmasaydı polisin müdahale etmek için hiçbir bahanesi yoktu. Peki neydi bu eyleme ilgiyi bu kadar çeken?

Durmak. Evet belki de sihirli kelime buydu. Sadece durmak.

Bir açıdan baktığımızda merkez medyanın Gezi eylemine karşın öylece durmasıydı sorun… Boş, manasız, görmezden gelerek durması. Halkın isyanını görmemesi, eylemsizliği, pasifliği… Halkla dalga geçer gibi yayınladıkları belgeseller... Polisin uyguladığı şiddeti görmezden gelmeler… Aslında bu süreçte merkez medya durmuştu. Sadece durmuştu.

Ya gazeteler? Onlar farklı mıydı? Meydanlara akan yüzbinleri görmezden geldiler ve hiç utanmadan hepbir ağızdan aynı manşetleri attılar: “Demokratik taleplere canımız feda!”

Evet birileri canını gerçekten feda ediyordu… Demokrasi için, özgürlük için, yasaklara dur demek için… Ama malum gazetelerin attığı manşetteki gibi canını feda eden başbakan değildi. Genç fidanlardı. Abdullah Cömert’ti. Ethem Sarısülük’tü. Mehmet Ayvalıtaş’tı. Üstelik nasıl ve kim tarafından canları alındığı bilinmiyordu bile… Ama utanmadılar bu manşetleri atarken…

Duran adam işte onlara karşı duruyordu… Ve iktidarın zalim uygulamalarına karşı; “yeter artık” diye sessiz bir çığlık atıyordu duran adam. Yeter! Özel hayatımıza karıştığınız yeter! Kardeşi kardeşe düşürdüğünüz yeter! Kendi bildiğinizi okuduğunuz, halkın sesini duymadığınız yeter! Durun artık!

Evet. Çok haklıydı duran adam. Hepimizin içindeki isyana tercüman oldu.

Peki T.C. Başbakanı bu eylemler sırasında ne diyordu?

“Reyhanlı’da 53 Sunni vatandaşımız şehit edildi.”

Sayın başbakan gerçekten “Yeter!”. Allah aşkına durun. Halk aşkına durun. Reyhanlı gibi bir katliamın üzerinden etle tırnak olmuş bir halkı ayrıştırmayın. Gerçi siz ne derseniz deyin bu topraklar üzerinde yaşayan Alevileri ne Cumhuriyet’ten, ne Türkiye’den koparamazsınız. Ama gönül kırıyorsunuz… Yeter artık… Durun.



CAN İMAM


CAN İMAM

İmam’ın “can” olanı nasıl olur demeyin. Olur. Bal gibi olur. Doğru ise, dürüst ise, belki de aynı düşünmediği insanların haklarını sadece insanlık namına savunmuş ise o imam candır. Vicdanlıdır. Tıpkı Bezmi Alem Valide Sultan Camii müezzini Fuat Yıldırım gibi…

Kim mi Fuat Yıldırım? Başbakanın cami de alkol almışlar dediği caminin müezzini. “İmamı tartakladılar, camide içki içtiler” iftiralarına karşılık; “Hepsi bu toplumun, bu ülkenin çocukları. Sağlık durumu kötü olanlara kapımızı açtık biz” diye yanıt veren yürekli imam. Aslında yaptığı hareket normaldi. Doğruyu paylaşmıştı. Ama içinde bulunduğumuz günlerde doğrunun yanında olmak o kadar güç ki… Yürek istiyor, cesaret istiyor.

Bu açıklamanın ardından Diyanet İşleri Başkanlığı “camide alkol” iddialarıyla ilgili soruşturma açtı. Fuat Yıldırım’a da devlet memuru olduğunu hatırlatarak “sus” emri verdi.

Yani artık yandaş vali, yandaş kaymakam, yandaş bürokratlardan sonra yandaş imam devrinin de başladığını söyleyebiliriz. Gezi Parkı direnişi birçok gerçeğin yüzüstüne çıkmasına neden oldu. Bunlardan sadece biridir İmam Fuat Bey. Ama önemli bir isimdir. Azımsamayın. Eğer ki farklı bir açıklama yapsaydı yaşanabilecekleri bir düşünün… Felaket olurdu!

Tıpkı imam Fuat Bey gibi vicdanı sızlayan her vatandaş, hangi siyasi görüşe inanırsa inansın bu halk hareketine destek oldu. Ve henüz 20’li yaşlarındaki gençlere uygulanan orantısız şiddete karşı çıktı. Bu iradeyi göstermek AKP hükümetine bağlı devlet kurumlarında görev yapan ve onlar tarafından atanan valiler, kaymakamlar, imamlar, il eğitim müdürleri için gerçekten çok zordu. Farkında değillerdi ki  bu zorlu görev aslında tarihi bir sınavdı.

Tarihi bir sınav, tarihi bir sorumluluk. 31 Mayıs Gezi Parkı direnişinde şiddete göz yuman valileri, emniyet müdürlerini, kaymakamları bu millet hafızasına kalın harflerle yazmıştır. Ve hiç unutmayacaktır. Beri yandan tüm bu ceberrut anlayışa karşı sadece doğrunun yanında olan İmam Fuat Bey gibileri de hiç unutmayacağız.

Ve son bir not: Hatırlayacağınız üzere Diyanet İşleri Başkanı en son İzmir’i irfan sahibi yapmaya çalışıyordu. Gördüğü yoğun tepki üzerine geri adım attı. Şimdi bilsinler ki Bezmi Alem Valide Sultan Camii için açtıkları soruşturmada gözümüz, kulağımız… Yapılacak herhangi bir haksızlıkta İzmir’in yüreği mazlumun yanında olacaktır. Diyanet İşlerine tavsiyem adil ve adaletli olmaları… Sadece doğruyu savunmaları… Sadece doğruyu…


GEZI’DEN MESAJINIZ VAR...


Gezi’den mesajınız var...

Gezi Parkı direnişinden herkesin posta kutusuna bir mesaj düştü aslında... Mesajı alıp, okuyabiliyorsanız ne ala... Yok alamıyorsanız o zaman sisteme misafir yaşamaya devam edeceksiniz demektir.

Uzun yıllardır alışık olmadığımız bir şekilde kendiliğinden gelişen bu halk hareketi, eylemleriyle ünlü ’68 kuşağı dahil olmak üzere birçoğumuzu şaşkınlığa uğrattı. Eylemsellik tarzını hayranlıkla izlediğimiz ve çoğu zaman bir parçası olduğumuz bu halk ve hatta “gençlik” hareketinin; kendi kendine örgütlenme biçimi, bütünün siyaseten tam bağımsızlığına rağmen oluşturduğu ortak dili, zamana karşı direnci, heterojen bir oluşum olmasına rağmen sonuç olarak ortaya çıkardığı homojen yapı, barındırdığı alt-sistemlerin birbirleriyle ve çevreyle ahenkli ilişkisi akademik çalışmalara konu olacak türden.

Gezi Parkı direnişinin öncüleri 20’li yaşları süregelen gençlerdi... ’68 Kuşağı büyüklerinin bile, kendi deyimleriyle gıpta ettiği yaratıcılıklarıyla gerçekten “orantısız zekalarını” meydanlara, pankartlara, eylemlerine yansıttılar. Yansıttılar ama önemli olan bu büyük toplumsal hareketin birçok kesime vermek istediği mesajları doğru okumak aslında.

Gezi’nin dolayısıyla gençlerin vermek istediği mesajlar nelerdi? İsterseniz bu mesajlara birlikte bir göz atalım.

İlk mesaj iktidara;

Aslında tabi ki Gezi Parkı direnişinin en önemli mesajı iktidara, hatta öncelikle başbakanaydı. Alınması gereken ilk mesaj, artık “ben yaptım oldu” döneminin geride kaldığıdır.

Eylemin doğuşuna baktığımızda; Gezi Parkı yerine yapılmak istenen Topçu Kışlası’naydı itirazlar. Ve tetikleyici unsur şarkılı-şiirli-kitap okunarak yapılan bir protestoya, sabahın 05:00’inde gaz bombalarıyla müdahaleydi. “Halka rağmen” yapılmak istenen bu proje kabul görmedi. Ve zaten uzun süredir süregelen yasaklardan bunalan gençler Türkiye’nin dört bir yanında eyleme başladılar.

Başbakanın ve tüm siyasetçilerin görmesi gereken artık meselelerin çözümünde yönetim metodu olarak  En İyi Tek Yol" (One Best Way-Taylorizm) devrinin de kapanmış olmasıdır. Yani geçmiş yıllarda olduğu gibi; -hükümetin kararına itiraz eden, protesto edenleri polis aracılığla sustur, gözaltına al, korkut, geri adım atarlar- inanışı çöktü. Kısaca artık yönetim değil “yönetişim” vakti. Yani yönetim sürecine halkın katılımı ve paylaşımı önemli. Başka bir deyişle birlikte yönetmek, vatandaşı kamunun ortağı haline getirmek. Yani “paydaş” olmak öncelikli olmalı. Gençlerin talebi de bu yöndeydi: “Bizim de söyleyecek sözümüz var” diyorlardı.

İktidar bu mesajı aldı mı?

Hayır. Başbakanın son günlerde verdiği demeçlerden gördüğümüz kadarıyla maalesef bu mesajlar iktidar tarafından algılanamadı. Yoksa terör örgütüyle bile “toplumsal barış” için uzlaşı masasına oturan devlet, sadece “katılım, özgürlük ve çok seslilik” isteyen gençlerle neden uzlaşmaya çalışmasın?

Bu uzlaşının mümkün olup olmadığını ilerleyen günlerde göreceğiz.

Gelelim Gezi Parkı’nın ikinci mesajına. Gençlerin ikinci mesajı meclise ve halkı temsilen seçilmişlere;

Gezi Parkı direnişi aynı zamanda, AKP iktidarı döneminde tamamıyla teoride kalan TBMM’nin işlevsizliğine de bir tepkidir. Meşru zemindeki siyasi çözümsüzlük, çözümü meşru olmayan kanallara akıtacaktır. Dünya’daki tüm gelişmeleri sosyal medya aracılığıyla takip eden bir nesile, klasik yönetim zihniyetiyle yaklaşan siyasetçilerin inandırıcılığı da kalmamıştır. Gezi Parkı direnişi göstermiştir ki pro-aktif stratejilerle yaklaşan tehlikelere karşı siyaseten önlem alan, monoton-kalıplaşmış siyaset anlayışının dışına çıkan, yeniliğe açık, dogmalardan arınmış ve sosyal medya aracılığıyla halkla iletişime geçen siyasetçiler artık toplumda karşılık bulacaktır. Ve en önemlisi tüm bu yetkinliklere sahipken siyasetçinin “samimi” olanı gönüllerde yer edinecektir.

Bu noktada bir parantez açmak isterim. 31 Mayıs Gezi Parkı hareketi, iktidar mensuplarının ima ettiği gibi dış kaynaklı bir eylem değil. Gezi Parkı’na gidip oradaki eylemin havasını teneffüs eden her birey bu hareketin öncelikle “anti-kapitalist” bir girişim olduğunu iliklerine kadar hissedecektir. Ve bu eyleme karşı çıkanların söylediği gibi bu direniş bir oyunun parçası da değildir. Aslında tam da bir “oyun-bozandır”. Kapitalist güçlerin oyunlarını altüst etmiştir. Tahmin edilemeyen, öngörülemeyen, hesaplanamayan ve zaten plansız, rutin dışı bir eylemdir.

Parantezi kapattıktan sonra gelelim eylemin son mesajına. Tüm bu çerçeve dahilinde son mesaj gençlerin ailelerine. Yaşam tarzlarına müdahaleyi, yasakları, zorlamayı kabul etmeyen bu nesil, ailelerine de Gezi aracılığıyla önemli bir mesaj vermiştir.

Gençler artık hangi okulda okumak istediklerine, kiminle nasıl evlenmek istediklerine (hatta evlenmeme tercihlerine), giyim-kuşam özgürlüklerine sahip olmak istiyorlar. Hangi siyasi görüşten olursa olsun istedikleri “özgürlük” aynı. Bu bağlamda ailelere de, gençlerin karar süreçlerinde kolaylaştırıcı/ destekleyici/ yol gösterici olmak düşüyor.

Sözün özü artık gerçek manada “demokrasiyi”, “çoğulculuğu”, “katılımcı yönetimi”, “özgürlüğü” ve yine gerçek manada “barışı” isteyen bir gençlik var Türkiye’de. Ve bu isteğin önüne, devlet iradesinin alışageldik metodlarıyla geçilmesi mümkün değil. Tüm bu gerçekleri gören, mesajları doğru okuyan ve bu çerçevede kendini yeniden yapılandıran bir siyasi irade çözümün de, uzlaşının da  parçası olacaktır. Yoksa “halka rağmen” gidilecek yol çıkmazdır.

Umuyorum herkes Gezi Parkı’ndan kendi payına düşen mesajı alır. Çok geç olmadan...

5 Haziran 2013 Çarşamba

ABDOCAN


ABDOCAN

Bir ağacı yerinden söktüklerinde başlamıştı herşey...

Önce çevreciler ve daha sonra hızla gençler, sanatçılar, siyasetçiler ve halkın her kesiminden insan o sembol olan ağaçlar için Gezi Parkı’nda nöbet tutmaya başladılar.

Bir ağacın yaşamı özgürlüktü toplanan insanlar için. Kapitalizmin amansız açgözlülüğüne karşı direnişti. Yasaklara baş kaldırıydı. 10 Yıldır biriken öfkeydi artık o ağaç. Ve Gezi Parkı’nda başlayan bu direniş ateşi milyonların gönlüne düştü. Çünkü o gönüllerin de sabrı tükenmişti yıllardır süre gelen baskıdan, diktadan.

Ve işte böylece yollara düştük özgürlük ateşinin peşinden... Hepimiz sanki bu günü bekliyormuşcasına uykusuz kaldık gecelerce... Artık bu hepimiz için bir özgürlük mücadelesiydi. Fakat esas önemli olan bu mücadelenin öncüsü henüz 20’li yaşlarındaki gençlerdi. Ne okulları umurlarındaydı, ne sınavları, ne yedikleri gaz, ne gördükleri şiddet. Birçoğumuzun “apolitik” olduğunu düşündüğümüz gençler hepimizden daha cesur direndiler meydanlarda, caddelerde... Özgürlük mücadeleleri için bedel ödemeye hazırdılar. Henüz 20’lerindeydiler ama kocaman yürekleri vardı. Tıpkı devrim şehidi Denizler, Mahirler, Hüseyinler gibi...

Evet. Bir ağaçla başladı bu halk direnişi... Ve önderi gençlerdi...

İşte o koca yürekli, devrim sevdalısı gençlerdendi Abdullah Can Cömert. Facebook’ta kullandığı adıyla “Abdocan”.

CHP Gençlik Kolları üyesi Abdocan’ın henüz 22 yaşında  hain bir saldırıda hayatını kaybetmesi hepimizin yüreğini dağladı.

Öyle ya biz bir ağaç için çıkmıştık yollara...

Şimdi bir can, bir evlat katledilmişti. Bir insanın, genç bir fidanın hayatından daha değerli ne olabilirdi?

Hepimizin yüreğini kanattı Abdocan’ın gidişi...

Abdocan facebook sayfasına yazdığı son mesajında; "3 günde sadece 5 saat uyudum. Sayısız biber gazı yedim, 3 defa ölüm tehlikesi atlattım. Ve insanlar ne diyor biliyor musunuz? "Boşver ülkeyi sen mi kurtaracaksın" Evet kurtaramasakta bu yolda öleceğiz. (O kadar yorgunum ki, 3 günde 7 tane enerji içeceği 9 tane ağrı kesici ile ayaktayım. Sesim kısık vaziyette ama gene saat 6’da alanlardayım sadece devrim için)" diyordu.

Şimdi genç bir fidanın haince katledilmesinden dolayı yüreklerimizde acı, gözlerimizde yaş var.

“Sadece devrim için” diyen Abdo için biz direnmeye ve mücadeleye devam edeceğiz.

O artık devrim şehidi ağabeylerinin yanında…

Erken oldu gidişin ama unutursak yüreğimiz kurusun Abdocan… Huzur içinde uyu…



UYANIŞ


UYANIŞ

Siz ki bizi darağacında, Kızıldere’de, Nurhak Dağlarında öldürdüğünüzü sandınız…

Siz ki bizi 1 Mayıs 1977’de Taksim’de sindirdiğinizi sandınız…

Siz ki bizi Mamak, Zincidere, Diyarbakır Cezaevlerinde yok ettiğinizi sandınız…

Siz ki bu ülkede devrimcileri öldü sandınız…

Siz ki Uğur Mumcu’nun, Bahriye Üçok’un, Çetin Emeç’in, Ahmet Taner Kışlalı’nın, Turan Dursun’un, Abdi İpekçi’nin kalemlerini kırdığınızı sandınız…

Siz ki bizi Silivri zindanlarında yıldırdığınızı sandınız…

Siz ki bu ülkenin 26. Genelkurmay Başkanını ve üst düzey askeri erkanını binbir türlü düzenle demir parmaklıkların ardına koyarak, halkı güçsüz bıraktığınızı sandınız…

Siz ki T.C.’yi kaldırarak, milli bayramların kutlanmasını yasaklayarak, Atatürk’ün ilkelerini kurumların yönetmeliklerinden kaldırtarak, parasız eğitim isteyen gençleri hapse atarak, yazarları, aydınları, gazetecileri kovdurarak  bizi susturduğunuzu sandınız…

Siz yıllardır Türkiye üzerindeki kirli emperyal oyunların mimarları ve onların günümüzdeki uzantıları; Ülkemizi de Ortadoğu ülkeleri gibi işgal edebileceğinizi, yabancı sermayeye peşkeş çekebileceğinizi, dini kullanarak ayrıştırabileceğinizi sandınız.

Ama yanıldınız.

Biz ne darağacında ölmüştük, ne de 1 Mayıs’ta Taksim’de…

Getirdiğiniz tüm yasaklar bizi ne Cumhuriyet’ten koparabildi, ne de Mustafa Kemal’den…

Şimdi Taksim Gezi Parkı vesilesiyle bir halk uyanıyor. Yıllardır faşist iktidarın müdahaleleriyle susturulan bir halk isyan ediyor. Sanatçısıyla, siyasetçisiyle, memuruyla, esnafıyla, genciyle, yaşlısıyla; faşizme, baskıya, diktatoryaya, yasaklara baş kaldırıyor.

Sadece Taksim’de değil. Ankara’da, İzmir’de binler sokağa dökülüyor.

Bu isyan çelebi ruhlu bir milletin sabrının taştığını gösteriyor. Artık tutulacak nefesin kalmadığını, sabırların çoktan tükendiğini haykırıyor.

31 Mayıs 2013, Taksim Gezi Parkı. Tarihe not düşülsün.

31 Mayıs 2013; Bir toplumun manevi değerleriyle pervasızca oynamanın, çoğunlukçuluğun getirdiği baskıcı otoritenin, özgürlüğe vurulan prangaların kırıldığı gündür.

Gezi Parkı’ndaki direniş kapitalizme, emperyalizme ve onların yardımcılarına bir baş kaldırıdır.

Bu baş kaldırıdan önce iktidar yetkilileri, sonra emperyal devletler ders çıkarmalıdır.

Emperyalistler ’80 döneminde Türkiye’ye verdikleri zararın daha büyüğünü şimdi de vermek istiyorlar. Bu isyan onlara da aynı zamanda…

Ve iktidar yetkilileri; İktidarın bu direnişi iyi okuması ve acilen politikalarını değiştirmesi lazım.

Çünkü Gezi Parkı bir uyanıştır. Feryattır. Kulakları sağır edecek bir feryat.

Bu sesi duymak lazım.







AKP’NİN İZMİR GAFLARI


AKP’NİN İZMİR GAFLARI

İki hafta evvel, Çeşme Güneşi’nde yazdığım bir yazıda AKP’nin İzmir raporundan bahsetmiştim. Bu raporda İzmirle ilgili AKP’lilerin yaptığı gafların oylarını nasıl etkilediğini tespit etmişler ve artık daha dikkatli olmak gerektiği sonucuna varmışlardı. Sanıyorum bu raporun açıklanmasının ardından bir ay geçmedi. İktidar şimdi yeniden bir gafıyla İzmir sahnelerinde...

İzmir’in başarılı gazetecilerinden Elif Demirci’nin haftaya damgasını vuran haberini muhakkak okumuşsunuzdur. Haber kısaca şöyle; Orman ve Su İşleri Bakanı Veysel Eroğlu’nun Buca’da katıldığı bir etkinlikte, elektriklerin kesilmesi üzerine bakan Eroğlu ile AKP İzmir İl Başkanı arasında inanılmaz bir diyalog geçiyor. Elektrikler kesildiği için Buca Belediye Başkanı Ercan Tati’yi suçlayan AKP İl Başkanına cevaben Bakan Eroğlu; "Tesisi alın elinden, kesin cezayı" deyiveriyor.

Devletlüm buyuruyor yani: Kesin cezasını!

Şimdi bu meseleye hangi açıdan bakarsak bakalım yasakçı, despot, baskıcı bir zihniyetin tezahürü olduğu gerçeği değişmiyor.

İktidarın çoğunlukçuluğa dayanarak gerçekleştirdiği diktatoryal uygulamalar düşün dünyamızın sınırlarını zorluyor. Peki şimdi bu zihniyeti bir kenara koyalım ve şu sorunun cevabını arayalım: İzmir’de 30 ilçe belediyesinin 29’u ve artı büyükşehir CHP’de. Yani İzmir’de yerelde iktidar CHP’nin. Hem de ezici bir çoğunlukla. Acaba AKP yetkilileri siyaset yapma noktasında sıkıntı yaşıyorlar mı İzmir’de?

Seçimlerde alanda çalışmış biri olarak yanıtını hemen vereyim: Hayır, çok özgür siyaset yapıyorlar. Gönüllerinin dilediğince… Bu sonuç aslında çok doğal. Sosyal demokrat ve özgürlükçü bir partinin yasakçı, baskıcı zihniyeti savunması mümkün değil.

Gelin görün ki AKP’de işler böyle yürümüyor. İrtifa sarhoşu olan iktidar yetkilileri bu şımarık ve pervasız hallerinden vazgeçmiyorlar. Ellerinde tuttukları otoriteyi adeta tanrısal bir  güç olarak kullanıyorlar.

Tıpkı William Shakespeare’in otoriteyle ilgili dizelerinde dediği gibi...

“Otorite, insanlığa verilmiş olan yarı tanrısal bir güçtür …
Kimi zaman cezalandıran,
Kimi zaman ödüllendiren,
Cennetten gönderilen gizemli sözlerdir …
Otorite iki uçta seyreden bir sınır çizgisi gibi …” (William Shakespeare, 1623).

İktidara hatırlatmak isterim ki otoriteyi doğru kullanmak önemlidir. İki uçta seyreder… Gün gelir kendilerine de döner.



Medeniyetler ve Menfaatler ittifakı



Medeniyetler ve Menfaatler ittifakı


Reyhanlı’daki hain katliamın ardından yüreğimizde yas, aklımızda onlarca soru işareti kaldı. Bu elim terör saldırısıyla, yıllardır kapımızı tırmalayan hatta tekmeleyen ama bizim geçmişte yaşadığımız acı deneyimlerden ötürü ısrarla içeri almadığımız  “mezhep” çatışmasına da merhaba demiş olduk. Biz komşu Suriye’nin iç meselelerinde taraf olmakla kalmayıp, muhaliflere yardım ve yataklık yaptık. AKP İktidarı, Hatay’da yaşayan vatandaşların düşüncesine dahi başvurmadan kapılarımızı eli silahlı muhaliflere açtı. Ve böylece biz de bu kanlı oyunun bir parçası olduk.

Peki Türkiye, emperyal güçler tarafından Ortadoğu’da oynanan bu kanlı oyunun bir parçası haline nasıl geldi?

Birden olmadı elbette. Ama ilk aşama dini referans alan bir partinin iktidara gelmesiydi. 21. Yüzyıl’da tüm dengelerin “dinlerden” yola çıkılarak kurulacağı 19. yüzyılın sonlarında varsayılmaya başlanmıştı. Amerika’daki 11 Eylül saldırılarından sonra “din çatışmaları” daha dillenir hale geldi.

İlk olarak 1993 yılında “Foreign Affairs” adlı dergide, Amerikalı araştırmacı Samuel Huntington’un “Medeniyetler Çatışması mı?” başlıklı bir makale yayımlamasıyla bu tartışmanın kapıları aralanmıştı. Yayınlandığında ses getiren, fakat 11 Eylül 2001 olaylarından sonra daha çok ilgi gören makalenin ardından Huntington tezini, “Medeniyetlerin Çatışması ve Dünya Düzeninin Yeniden Yapılması” adıyla kitaplaştırarak genişletilmiş haliyle yeniden yayımladı.

Bu kitap önemli. Önemli çünkü yazarın kitapta Türkiye için önerdikleri, bugün AKP’nin birebir yol haritası. Evet yanlış okumadınız. AKP’nin 10 yıldır adım adım izlediği yol bu kitapta satır satır yazıyor. ,

Bu önerilere gelmeden kitabın bütününü kısaca özetlemek gerekirse; Yazar 21. yüzyılda haritaların medeniyetler ittifakı üzerinden yeniden şekilleneceğinden bahsediyor. Doğu’yu “İslam”la özdeşleştiren yazar, Doğu’nun Batı için yayılmacı bir tehdit olduğunu savunuyor.

Bu arada kısa bir parantez açmamız gerekirse, İngiltere eski başbakanı Tony Blair 2011 Ekim’inde İstanbul'da verdiği konferansta, siyasi ideolojilerin devrinin bittiğini, 21. yüzyılda ihtilafların kültürel ve dini kaynaklı olacağını söylemişti.

Peki sadece Blair mi böyle düşünüyor?

Hatırlayın çok yakın zamanda PKK lideri Öcalan, misak-ı milli sınırlarının genişletilerek “İslam” şemsiyesi altında büyük bir Türkiye özleminden bahsetmişti. Neden din referanslı bir çatı kurulduğu aslında projenin bütününde saklı.

“Yeni bir harita çiziliyor”

Adına ister medeniyet ittifakı deyin, ister din ittifakı. Mikro-milliyetçilikle kol kola girmiş  birleştirici unsurlar bunlar.

Evet kitaba geri dönecek olursak. Huntington Türkiye’yi “kararsız ülkeler” arasında sayıyor. Ve öncelikle laiklikten kurtulması gerektiğini vurguluyor. Köprü olmakla övünen Türkiye’nin cumhuriyet devrimleri yüzünden(!) ne doğulu ne batılı olabildiğine değiniyor ve ekliyor; “Türkiye kendini laik bir ülke olarak tanımlamaya devam ettiği sürece de İ̇slam dünyasının lideri olamaz. Ancak Türkiye bir noktada Batıdan üyelik dilenmek gibi hayal kırıklığına uğratıcı ve aşağılayıcı rolü bırakıp, İ̇slam'ın sözcülüğü gibi çok daha etkileyici ve seviyeli olan tarihi rolüne devam etmeyi düşünebilir. Fakat bunu yapabilmek için Türkiye'nin Atatürk’ün mirasını, Rusya'nın Lenin'inkini reddettiğinden dahi daha kapsamlı bir şekilde reddetmesi gerekir.”

İnanılmaz öyle değil mi? Buyrun size AKP’nin yol haritası.

Fakat esas enteresan olan Amerikalı yazarın, Türkiye’nin İslam ülkelerinin lideri olmasına ne kadar hevesli olduğu… Ve cumhuriyet devrimleriyle çağdaşlaşan Türkiye’ye duyduğu öfke…

Sahi ABD ve İsrail bölgede Sunni bir gücü neden destekliyor? Yoksa Doğu’ya “medeniyetler” ittifakı olarak pazarlanan proje, emperyaller gözünde “menfaatler” ittifakı mı?

Mezhepler ve mikro-milliyetçilik araç olarak kullanılarak oluşturulacak bu yeni haritada kimlerin ne menfaati olacak?

Onlarca soru yanıtlanmayı bekliyor. Bakarsınız başbakan Amerika’dan bu yanıtlarla döner. Ne dersiniz?