Sol yanım...

12 Nisan 2013 Cuma

İKTİDARIN "LALE" İNADI


İktidarın “lale” inadı

“Lale” figürü resmi olarak karşımıza ilk defa, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın Türkiye tanıtım logosuyla çıktı. “Lale” daha evvel çeşitli logolarda seyrek olarak kullanılmıştı. Ama AKP iktidarıyla birlikte, öncelikle Türkiye’yi sonra İstanbul’u temsilen neredeyse tüm kurumların amblemlerinde/logolarında kendine yer buldu. Bu durum sanat ve tasarım dünyasında yeni bir tartışmayı da peşinden getirdi. Acaba lale figürü hem Türkiye’yi hem İstanbul’u temsilen doğru bir simge miydi?

Bardağı taşıran son damla Borsa İstanbul’un yeni ambleminde de “lale”nin kullanılması oldu. Gazetelerde görmüşsünüzdür. Geçtiğimiz günlerde İstanbul Menkul Kıymetler Borsası’nın (İMKB) adı Borsa İstanbul olarak değiştirildi. Adıyla birlikte amblemi de değişti. Yeni amblem bir “lale” figürü. Borsa ve lale ilişkisi gerçekten akıl sınırlarımızı zorluyor. Amblem öncelikli olarak borsayı mı simgeliyor? İstanbul’u mu? Belli ki ilişki olsun olmasın İstanbul’la ilgili her kurumun logosunda artık “lale” kullanılacak.

Kısaca göz atacak olursak; İstanbul Valiliği logosunda, İstanbul 2020 Olimpiyat adaylık logosunda, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı logosunda ve soyut olarak İstanbul Büyükşehir Belediyesi logosunda “lale” İstanbul’u temsilen başrolde yerini alıyor.

Bir tasarımcı gözüyle Türkiye’nin ve İstanbul’un, lale figürüyle ilişkisine yönelik itirazlarım var. Bunları sizlere aktarmaya çalışacağım.

Şimdi ilk itirazım marka-logo ilişkisine yönelik ; “Lale figürü Türkiye’yi ya da İstanbul’u simgeliyor mu?”.

Bu sorunun yanıtını 2007 yılında Referans gazetesi tarafından yapılan bir araştırmada buluyoruz. Aslında araştırma Türkiye’nin tanıtımı için tasarlanan logodaki “lale” figürü üzerine gerçekleşmiş. Anket sokaktaki turistlere uygulanmış. Çıkan sonuç beni hiç yanıltmadı. Lale figürü turistlere Hollanda’yı çağrıştırıyormuş. Türkiye’yi değil.  Bu noktada karşımıza enteresan bir bilgi çıkıyor. “Lale” figürlü Türkiye tanıtım logosunu tasarlayan bir Hollandalı. Evet yanlış okumadınız. Hollandalı bir tasarımcı laleyi resmi sembol olarak hayatımıza yerleştiriyor. Erkan Mumcu’nun bakanlık döneminde logo tasarlama görevi Dream Design Factory(dDF) adlı ajansa veriliyor. dDF'nin o günlerdeki art direktörü olan logonun yaratıcısı Hollandalı Percy Borg.

Şaşırtıcı öyle değil mi? Üstelik 2004 yılından beri Hollanda’nın resmi logosunda lale kullanılıyor. Tasarımcı yabancı olabilir bu gayet doğal. Ama Hollanda lale ilişkisi biraz enteresan. Bu bilgiyi bir kenara koyup, tarihte laleye bir göz atalım isterseniz.

Aslında tarihin tozlu sayfalarını kurcaladığımızda lalenin memleketinin Anadolu toprakları olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. 16. Yüzyılda, henüz Osmanlı İmparatorluğu elindeki lale hazinesini farkına varmadan, Avrupa’da “tulipenmania” başlıyor. Yani “lale çılgınlığı”. Bu çılgınlığın doğuş yeri Hollanda. Laleleri Hollanda’ya satan Osmanlı henüz lale aşkına tutulmuş değil. Bildiğiniz üzere bu aşk Lale Devri’nde başlıyor. Avrupa’dan yüz yıl sonra, 17. Yüzyıl’da Osmanlı’da zenginliğin, şatafatın, sanatın, bolluğun sembolü olarak döneme damgasını vuruyor. Ama bu geç kalmış farkındalık dünya genelinde lalenin Hollanda’yla birlikte anılmasına neden oluyor.

Günümüze geri dönecek olursak, Akp iktidarında lalenin önemli bir yeri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun nedeninin Lale Devri ile bağlantılı olduğunu düşünmüyorum. Ve bu noktada bir parantez açmak istiyorum; Lale, İslamiyet’te tıpkı gül gibi önemli bir simge. Lâle, hilâl ve Allah (cc) kelimelerinin ebced değerinin aynı olmasından dolayı, İslamiyet’te laleye ayrı bir değer verildiğini biliyoruz. Ama bu bağlantıyı ancak konuyla yakından ilgili olanlar kurabilir.

İktidarın lale tutkusu buradan mı kaynaklanıyor? Kuvvetle muhtemel öyle.

Parantezi kapatıp araştırmaya geri dönecek olursak, tasarım ve iletişim uzmanları lale figürünün ne yazık ki Hollanda'nın marka yönetiminin bir parçası olduğunu vurguluyorlar. Ve ekliyorlar; “Hollanda yıllarca bu anlamda bunu destekleyecek binlerce şey yapmıştır. Ayrıca laleyi dünyaya satan bir konumda olmakla birlikte marka ve ürün bağlantısını da çok iyi kurmuştur. Marka olmanın kurallarından biri olan 'lider ve ilk ol' maddesini fazlasıyla bu anlamda yerine getirmiş ve hatta bununla ilgili iletişimi de eksik etmemiştir”.

Yani araştırmada çıkan sonuç çok net; Lale, figür olarak Hollanda’yı çağrıştırıyor.

Ve konuyla ilgili son sözü Prof. İlber Ortaylı söylüyor: “Laleden şehir arması olmaz. Lalenin etrafında bir efsane ya da bir olay yoktur. Armalarda o aranır.”

Evet. Sözün özü bizim lale aşkımız geç kalmış bir aşk. Yerleşik bir algıyı değiştirmek çok güç. Aynı zamanda bu logolarla Türkiye’nin veya İstanbul’un tanıtımlarına milyon dolarlar harcandığını hesaba katarsak (2013 yılında sadece Türkiye’nin yurtdışı tanıtımlarına 90 Milyon dolar ayrılması planlanıyor) yanlış bir tasarımın bizlere çok pahalıya mal olduğunu da rahatlıkla söyleyebiliriz. Hem pahalıya mal oluyor, hem de istenilen amaca hizmet etmiyor.

O zaman akıllara şu soru geliyor: “İktidarın bu lale inadı neden?”

BİR AKİL LİSTENİN ÖRTÜLÜ MESAJI


Bir akil listenin örtülü mesajı…

Gözümüz yollarda kalmıştı. Akil insanların listesi sonunda belli oldu. Aslında bu girişim toplumsal barış sürecine ciddi katkı koyabilir, gerilen siyasi atmosferi yumuşatabilirdi. Barış süreci sırasında halkın sağduyusu vazifesini görüp, iki tarafa da eşit  olma hissiyatını hepimize verebilirdi. Maalesef çıkan sonuç öyle olmadı. AKP’nin bu süreçteki yol arkadaşı BDP dahil, toplumun önemli bir kesimi bu listeden duyduğu memnuniyetsizliği dile getirdi. Ama bu memnuniyetsizlik iktidarın umrunda değil. Çünkü başbakanın bu listeyi oluşturmasında bazı kritik nedenler vardı. Onlar bu noktada, istedikleri mesajları bu liste aracılığıyla verdiler. Şimdi gelin isterseniz birlikte bir akil listenin iç sesine kulak verelim. Yani örtülü mesajlarına…

Öncelikle analize başbakandan başlayalım. Başbakan lider tipolojisi olarak, ekibinin görüşlerini alan fakat nihayetinde kendi doğru bildiğinde karar kılan bir yapıya sahip. Bugüne kadar ki siyasi yolculuğundan, baskın karakterinin kararları üzerinde ne kadar etkili olduğunu rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Yani aslında başbakan bu süreci yine kendisi, BDP ve İmralı ekseninde yürütmeye devam edecek. Ama bu sürece karşı çıkanların tek odağı olmamak ve partisinin git gide yıpranan (anket sonuçları onu gösteriyor) imajını kurtarabilmek adına bizlere sunni bir gündem yarattı. Nitekim bu mevzu uzun sure konuşulacak ve bu sürecin yeni odak noktaları akil insanlar ve onların açıklamaları olacak. Hatta bu tezi destekleyen ilk örnek olay akil listenin açıklandığı gün yaşandı. Öcalan’a 4. tur ziyaret gerçekleşti. Üzerinde duran var mı? Yok. Hepimiz akillere odaklandık çünkü.  Bu siyasi hamle şimdilik işe yaramış görünüyor.

Peki liste akılları dağıtmak ve odak noktalarını çoğullaştırmaktan başka ne işe yaradı? Şimdi ona bir göz atalım.

Akil insanları bölgelere göre dağıtmak bence sosyolojik olarak doğru bir çıkış noktası. Benim bu noktada ki beklentim, her bölgeye o bölgenin hassasiyetlerine hitap edebilecek, o bölgenin dokusunu çok iyi bilen ve saygınlığı çok yüksek, hatta muhalefetin bile itiraz edemeyeceği aydınların görevlendirilmesiydi. Bu gerçekleşmedi. Üstüne üstlük akil insanlar için öngörülen görev tanımlarında da ciddi yanlışlar var. Doğu’da çekilme batı’da kardeşlik denilerek çıkılan yolcuğun esas adı “uyutma-uyuşturma” operasyonudur. Arka planda görüşmeler sürerken, halkın sırtını sıvazlayıp “teskin ve telkin” etmektir. Yani iktidarın zaten uygulamaya niyet ettiklerini halka ikna etmektir.

Halbuki ben bir vatandaş olarak hükümetten sürece dair beni aydınlatmasını bekliyorum. İkna etmesini değil. Barış diye yola çıktıkları bu süreçte kısa ve uzun vadeli stratejik planlarını öğrenmek istiyorum.  Atacağımız bir sonraki adımı bilmek istiyorum. En önemlisi varacağımız noktayı görmek istiyorum. Ve itirazım olduğu noktalarda sözüm dinlensin ve bu söz birçok kişiden çıkıyorsa süreci etkileyebilsin istiyorum. Akil insanlar bunu ne kadar başarabilecek göreceğiz.

Bu listenin esas iç sesi başbakanın, Kürt açılımı olarak başlanan sonra çeşitli adlar alan bu süreçte kendisine destek olan güç odaklarına bir teşekkürüdür. En büyük teşekkür, Ergenekon operasyonlarında hatırı sayılır dahli olan Taraf gazetesine gelmiştir. Taraf gazetesinden 5 kişiyi listeye dahil ederek; “İyi iş çıkardınız. Gerçi sonunda sizi de bitirdim ama üzülmeyin. Kalbimdesiniz” denmiştir. Ardından Yeni Şafak’tan 4, Star’dan 4, Bugün’den 3 ve Yeni Akit’ten 2 kişiyi listeye alarak islami  ağırlıklı kesime “Ben sizden kopmadım. Benim doğuş noktam sizlersiniz. Beraber güçlüyüz” mesajını verilmiştir. Sabah grubundan listede isim olmaması çok normal. Çünkü olsa da olmasa da onların koşulsuz bağlılığı devam edecek. Arzuhan Doğan Yalçındağ’ı zaten yazmama gerek yok. Doğan Grubu bu durumda resmen taraf olmuştur. Hem de en üst düzeyde temsille.

Evet. Bu liste aslında hükümetin kendi adına yürüttüğü kuvvetli bir lobi çalışmasıdır. Başta “yetmez ama evetçilere”; “yaptığınız iyiliği unutmadım” denmiş ve peşi sıra medyadaki destek, bağlayıcı hale dönüştürülmüştür. Sürece destek vermeyenlerin eline de oyuncak verilmiş “hadi biraz da bu listeyle, sanatçılarla, gazetecilerle uğraşın, bizi rahat bırakın” denilmiştir.

Biraz niyet okudum ama başka çare de yok gibi.  Sonuç olarak akil insanlar listesi benim için gelmiştir ve geçmiştir. Ben yine gözümü İmralı görüşmelerinden ve iktidardan ayırmam. Evet biraz oyalandık, aklımız dağıldı ama uyumadık. Umarım duyarlı halkımız da bu oyuna gelmez. Uyumaz. Gerçeklerden uzaklaşmaz. Umarım.

Sağlıcakla kalın…



DENGE


DENGE

Son günlerde dilimde hep Zülfü Livaneli’nin seslendirdiği bir şarkı var. Nereden girdiyse aklıma tekrarlayıp duruyorum:

Elim sanata düşer usta

Yürek acıya

Ölüm hep bana bana mı bana mı

Düşer usta


Sevda ne yana düşer usta

Hicran ne yana

Yalnızlık hep bana bana mı bana mı

Düşer usta

Ve gündemle her daim meşgul, memleket sevdalısı gönlüm soruyor kendi kendine; Diyarbakır ne yana düşer usta? İzmir ne yana?

Ya da yanyana düşerler mi? Memleketin doğusu kadar batısı da memnun kalır mı yaşanacaklardan?

Bu durumda iktidarın terazisi hep bir yana ağır basıyor. Çünkü barış söylemleriyle başlatılan süreçte en eksik nokta “denge”. Başbakanın henüz bu yazı yazılırken onaylamadığı fakat genel olarak şekillenmiş akil insanlar listesinde bir tane Atatürkçü-laik isim görebilecek miyiz acaba? Yoksa çoğunluk “yetmez ama evetçilerden” mi oluşacak?

Benim kanaatim başbakan sürece tam destek veren isimlerden oluşturacak listeyi. Çünkü dengeye ihtiyaç duymuyorlar. Toplumsal uzlaşıyı önemsemiyorlar. Terazi Diyarbakır merkezli, İmralı-PKK ağırlıklı tartıyor. Diyarbakır’dan kastım; 21 Mart’ta ki Nevruz mitingi ve onun peşi sıra yaşananlardır. 2013 Nevruz’u Türkiye için hayati bir dönüm noktasıdır. Öcalan’ın mektubunun büyük bir coşkuyla okunması ve ardından mektuptaki detayların günlerce tartışılması, bir zamanlar gümbürtü koparan “düz ovada siyaset yapsınlar” tanımının gerçekleşmeye başladığının ilk sinyalleridir. Ardından kapıda genel af bizleri bekliyor olacak.

Terörün bitmesi bu topraklarda yaşayan herkesin ortak temennisi. Burada önemli olan memleketin doğusu ve batısı arasındaki beklenti dengesini sağlamak. Bu denge ancak batıya kulak vermekle mümkün olur. Belli bir kesimi sürecin tamamiyle dışında tutmak, ileride telafisi mümkün olmayan hasarlar açacaktır.

Tüm bunları defalarca yazmaktan ve konuşmaktan dilimizde tüy bitti. Ama hükümet ısrarla süreci tek yönlü sürdürmeye devam ediyor. Bu ısrar, toplumda nefret söylemlerini de peşi sıra getiriyor. İşte uzun süredir duymadığımız “vur de vuralım, öl de ölelim” sloganları atılmaya başlandı. Şimdi bu söylem üzerinden yürüyecek olan bir MHP ve kimseyi umursamadan yoluna devam edecek olan AKP ve BDP toplumu tehlikeli boyutlara varacak kadar gerecekler. Bu gerginlik en çok gençleri etkileyecek. Umuyorum sağduyu kazanır ve o kötü günleri hiç görmeyiz.

Yoksa bu sefer bizi kimse kurtaramaz bu girdaptan!

TEHLİKELİ KUTUPLAŞMA


Tehlikeli kutuplaşma

Son günlerde yaşanan gelişmeler her birimizi ayrı taraflara savurdu sanki. Keskin bir kutuplaşma kapımızda azrail gibi bekliyor. Diyarbakır’da ki Nevruz kutlamasından sonra söylemler iyice sertleşti. AKP ve BDP’nin işbirliği içerisinde olduğu bu oyunda, MHP Genel Başkanı “vur de vuralım, öl de ölelim” sloganlarına karşılık, “o günler de gelecek” demesiyle siyasetin suyu kaynadı.

Tüm bu süreçte CHP’yi net bir tavır koymamakla suçlayanlar işte bu tehlikeli oyunu göremiyorlar. Halbuki CHP Türkiye’nin sağduyusudur. Toplumsal güvenliğin ve huzurun garantisidir. Kendi çıkarlarından önce memleket çıkarlarını koruyan tek partidir. Nasıl mı? Anlatmaya çalışacağım.

10 Senedir süregelen AKP iktidarı boyunca, bırakın muhalefet yapmayı, işlerini kolaylaştırmaktan başka bir işe yaramayan MHP nedense dile geldi. Dile gelmesi bazılarının hoşuna gitti. İmralı görüşmelerinden memnun olmayan bir kesimin ruhu okşandı. Hatta bu popülist yaklaşıma “helal olsun” diyenler dahi çıktı. Sahi MHP bugüne kadar neredeydi? Memleketin tüm kritik meselelerinde AKP ile ortaklık ederken ne oldu da birden sesleri yükseldi?

Aslında biz bu filmi daha evvel görmüştük. Yani seçimler yaklaşırken toplumun hassasiyetlerini reye dönüştüren tehlikeli oyunu biz defalarca izledik. 2011 Seçimleri öncesi AKP, Oslo görüşmeleriyle PKK’nın ağzına bir parmak bal sürmüş ve seçimde bu pazarlıkların rahatlığıyla tekrar iktidara gelmişti. Seçim öncesi sessiz kalan terör örgütü verilen sözler tutulmayınca seçim sonrası aylarca süren kanlı operasyonlar gerçekleştirmişti. İşin içinden çıkamayan iktidar, emperyal güçlerin de arzusuyla Öcalan’la masaya oturmak zorunda kaldı. Terör ülkenin her tarafında can almaya devam ediyordu. İktidarın artık bu meseleyi meşru zeminde çözemeyeceği gün gibi açıktı.

Netice-i kelam AKP “toplumsal barış” için İmralı görüşmelerini başlattı. Toplumun belli bir kısmı bu süreci desteklerken, belli bir kısmı da sessizlik içerisinde bekliyordu. Bu sessizlik, kendi içinde büyük bir öfke de barındırıyordu. Ama biraz daha beklenecekti.

Peki ya MHP? MHP Ne yaptı?

2011 Seçim öncesi ardarda çıkan kasetleri hatırlayın. MHP’nin neredeyse tüm kurmay kadrosu istifa etmişti. Zaten kendi içinde de sorunları olan MHP barajı aşma sorunu yaşıyordu. Ben o seçimde alandaydım. Çok net ifade edebilirim ki MHP barajı, duyarlı CHP seçmeninin oylarıyla geçti.

AKP Meclise büyük bir çoğunlukla girip, anayasayı rahatlıkla geçiremesin hassasiyeti içerisindeki bir kısım CHP seçmeni, hiç istemesede oyunu MHP’ye verdi. Ya sonuç?

Tabi ki düş kırıklığı. MHP 24. Dönem’de meclise girdiği andan itibaren AKP’nin işini kolaylaştırdı. CHP hemen hemen tüm kritik meselelerde tek başına muhalefet yapmak zorunda kaldı. Peki şimdi ne oldu da Devlet Bahçeli bu çıkışı yaptı?

Aslında yanıt çok açık. Seçim propagandaları başlamıştır. Bundan sonra Bahçeli hızla Türkiye turuna çıkacak ve bu süreci reye dönüştürecektir. Uzun süredir sessiz ve memnuniyetsiz olan teşkilatını bu söylem üzerinden canlandıracaktır. Bursa’da bilinçli olarak start verdiler. Bundan sonrasını izleyip göreceğiz.   

Peki kendi bekasını düşünen partiler içerisinde CHP ne yana düşüyor?

CHP Samimi olarak Kürtlerin talepleri üzerine yoğunlaşıyor. PKK’nın değil ama. Bu çok önemli bir ayrıntı. Hazırlanan Kürt raporunda her alandaki sorunlar incelenip, çözüm önerileri sunuluyor. Bu noktada CHP’nin tek eksiği arkasında durduğu 89 raporunu ve çözüm önerilerini topluma tam olarak aktaramamak. Bu mesele üzerine basın toplantıları düzenleyip, önerilerini açıkca kamuoyuna duyurabilir. Yoksa şu çok açık ki, CHP kurucu irade olmanın getirdiği sorumlulukla hareket ediyor. CHP’nin, toplumsal gerilimden beslenme gibi bir siyasi yaklaşımı asla olamaz. Yoksa CHP Genel Başkanı’nın tek bir sözüne bakar sessiz milyonları sokağa dökmek. Ama gerilim üzerinden halkı provoke etmek CHP’nin tarihi misyonuna ters düşer.

Sürece ve görüşmelere dair eleştiriler her platformda yapılmalı. Bu süreç sadece AKP-BDP işbirliğine teslim edilemeyecek kadar önemli. Barış ancak toplumsal uzlaşı ile sağlanabilir. Toplumsal uzlaşıyı sağlamak meclisteki tüm partilerin görevi. Fakat toplumu geren bu söylemler yaklaşan seçimlerde halkı yanıltmamalı. Bu tehlikeli bir yanılgıdır. Bu yanılgıya, CHP’nin tabanını oluşturan hiçbir yurtsever kapılmamalı. Bu söylemler oy kaygısı içeren popülist söylemlerdir. Yoksa sormazlar mı insana; “Şimdiye kadar aklınız neredeydi?”




YAĞMUR BALBAY’A MEKTUP


YAĞMUR BALBAY’A MEKTUP

Sevgili Yağmur Balbay,

Uzun süredir zor bir süreçten geçiyorsun. Yaşından çok daha büyük acılarla mücadele etmek zorunda kaldın. 2009 Yılı Mart ayında hiç beklenmedik şekilde babanı tutsak ettiler Silivri’de. Hep kuvvetli bir umutla ailesi olarak siz, CHP’li olarak bizler ve partili partisiz tüm yurtseverler destek oldu babanın özgürlük mücadelesine. Ama en zoru senin yaşadığındı. Henüz 9 yaşında babanı senden koparmışlardı. Nedenini yıllarca anlayamadın. Biz de anlayamadık. Yapılan hiçbir açıklama Balbay’ın tutukluluğu için bizleri ikna edemedi. Ülkemiz zorlu bir süreçten geçiyordu. Sabredecektin. Sen de sabrettin çocuk yüreğinle.

Baban Mustafa Balbay’ı yazılarından tanıyordum Yağmur. Benim Balbay’la yolum, 2011 seçimlerinde kesişti. Biz CHP ailesi olarak Balbay’ın özgürlüğü için verdiğimiz mücadeleyi, İzmir 2. bölgede onunla aynı listede olan yoldaşları olarak tüm örgütümüzle birlikte pekiştirdik. 2011 Seçimlerinde içimizde kuvvetli bir umutla çalıştık İzmir’de. Bizler gerçekten inanıyorduk seçim sonrası Mustafa Balbay’ın özgür kalacağına. Gittiğimiz her yerde dilimizde Balbay vardı. Onun özgürlüğüne sadece milletvekili adayları değil, İzmirliler de inanmıştı. Karşıyaka’da koskoca salonlar, sadece baban için tıklım tıklım doluyordu. Babanın arkadaşları onu anlatıyorlardı. Ve ardından kitaplarını imzalıyorlardı. “Zulümhane”, “Zulümdar”, “Gülümsemek Direnmektir”, “O Mektubu Yazan Bendim”... Kitaplarıyla yanımızdaydı baban. Ve içimizde bir umut her daim canlıydı.

Seçim bitti. Babanı özgürlüğüne kavuşturamadık. Tüm çabalarımıza rağmen babana özgürlüğünü vermediler. Tutsaklık yetmezmiş gibi 28 Şubat 2011’den beri hücredeydi. Ama bu zorlu bir mücadeleydi. Biliyorduk. Silivri’de babanla birlikte askerler, aydınlar, akademisyenler de vardı. Aslında Silivri’de tutsak olan aydınlık Türkiye’ydi. Karanlığa gömülmüştük. Babanın umut dolu mektupları bu mücadeleden vazgeçmeyeceğimizin aynasıydı. Bu umudu hiç içimizden çıkarmadık. Doğumgünlerinde kuşlar uçurduk, her davasında yoldaş olduk, mektuplarını toplantılarımızda okuduk. Amacımız uzun süren bu zulmün insanlar tarafından kanıksanmasına,unutulmasına engel olmak, tepkiyi diri tutmaktı. Ve dile kolay 3,5 yıl boyunca babanın adını ve mücadelesi gündemde tuttuk. Ailesi, gazeteci arkadaşları, CHP ailesi ve yurtseverler. Elbirliğiyle ayakta durduk. Yenilmedik.

Baban Mustafa Balbay 21 Ağustos 2012 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nde ki yazısında: “İnsanı bir tek kişi yenebilir; o da kendisidir. İnsan, ancak “yenildim” dediği an, yenilmiştir” diyor. O yüzden her ne yaşarsak yaşayalım “yenildim” demeyeceğiz. Demedik.

Şimdi okuduğun okulda sana iyi davranmıyorlarmış. “Okulda teröristin kızı damgasını yedim” dedin diye suçlanıyor, psikolojik baskıya maruz kalıyormuşsun. Buna herşeyden evvel bir anne olarak çok üzüldüm. Kahroldum.

Neden mi? Ben senin okulunun öğretmenlerinden sana özel ilgi göstermelerini beklerdim. İçinde bulunduğun ruh halini anlayıp sana özel olarak yaklaşmalarını, pamuklara sarmalarını beklerdim. Annesi ve babası ayrılan çocuklara bile rehberlik öğretmenleri dikkat ederken, sana yapılan bu haksızlık vicdanımı yaraladı. Bu yüzden tıpkı Tuncay Özkan’ın kızı Nazlıcan gibi okuldan ayrılmak zorunda kalman, yani yaşananların faturasının sizlere çıkartılması sadece benim değil, toplumun vicdanında yeni yaralar açtı. Ve aslında utanç vesilesi oldu. Sizlere karşı gösterilen insanlık dışı bu yaklaşım hepimiz için utanç oldu.

Zor zamanlardan geçiyorsun Yağmur. Ama baban Mustafa Balbay’ın dediği gibi “İnsanı bir tek kişi yenebilir; o da kendisidir”. Sen yine de yenilme. Bu davanın senin ruhunda açtığı yaraları sarmaya çalış. Yaşama, ailene, eğitimine, arkadaşlarına sarıl. Ve gülümse. Gülümsemek direnmektir. Bizim boynumuzun borcu. Bu karanlık zihniyetle mücadele etmeye devam edeceğiz. Senin ve senin gibi tüm çocuklarımızın aydınlık geleceği için. Söz.

MÜFTÜ DEĞİŞİR İZMİRLİ DEĞİŞMEZ


Müftü değişir İzmirli değişmez!


Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in “İzmir'in farklı bir dindarlığı var. Bu dindarlığın irfan geleneğine ihtiyacı var" demesiyle İzmirlilere cevap hakkı doğdu.

Şimdi doğma büyüme bir İzmirli olarak, bu ithamın karşısında en son söyleyeceğimi tez canımla en başta söyleyeyim; İzmir o müftüyü değiştirir ama İzmirli değişmez. Kimsenin tereddütü olmasın. Bunu bir kenara koyalım öncelikle. Şimdi gelelim iktidarın ve onun uzantılarının İzmir saplantısına.

İzmir üzerindeki dönüştürme çabaları ilk olarak 2005 yılında başbakanın bir İzmir ziyareti esnasında ortaya çıkmıştı. Başbakan kentin olumsuz (!) yakıştırmalarla anıldığını belirterek “inşallah o yakıştırmaları ilk seçimde silip atacaklar” demişti.

Bu bir temenniydi. Sonra ne oldu peki?

2009 Seçimlerinde CHP %48’le birinci parti çıktı. Ardından gelen referandumda ise %63 “hayır” diyerek İzmirli, kendini baskılamaya çalışan otoriteye baş kaldırdı. Hatırlayın; 2011 Genel seçim öncesi İzmir mitinginde “seçim gecesi gözüm kulağım İzmir’de olacak” demişti başbakan. İzmir’i almayı çok istiyordu. Bunun için gerekeni de yapmış, devletin imkanlarını da kullanarak seçimde olağanüstü bir para harcanmasını sağlamıştı. Ama yine olmadı tabi. İzmirli ruhu, özgürlüğü ve demokrasiyi tercih etti. Ve İzmir’de iktidar yine CHP oldu.

Görünen o ki İzmir için öngörülen şekillendirme her türlü zorlamaya rağmen  gerçekleşemedi. Şimdi diyanet devreye girdi. Diyanet İşleri Başkanı neresinden bakarsanız bakın çok talihsiz ve yanlış bir açıklama yaptı. İzmirlilerin dine yaklaşımlarını tartışmaya açtığı gibi, irfan sahibi olmamakla suçladı.

Diyanet İşleri Başkanı’nın, “irfan sahibi olmamaktan” kastının tasavvufta; hakkı bilmemek, dini ve Kur’an-ı anlamamak/özümsememek olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. İzmirli’nin dini bilgisini ölçmek için bildiğimiz bir çalışmaları olmadığına göre herhalde bu tahlili İzmirli’nin yaşam tarzından yola çıkarak yaptılar.

Bu durumda görünen o ki anlaşılana kadar yazacağız İzmirli olmayı. İzmir demokrasi demektir. Bağımsızlık tutkusudur. İzmir Türkiye’deki ulusal bilincin kalbidir. Biz İzmirliler ise sadece bu kalbe kan pompalıyoruz. Arada zararlı unsurlar girse de vücuda, tez vakitte geri püskürtüyoruz. İşte İzmirli olmak böyle bir şeydir. Aynı zamanda sizin gibi düşünmeyenlerle yanyana, dostça yaşayabilmektir. İnandıklarınız uğruna da sonuna kadar mücadele etmektir.

Demokrattır İzmirli. Kendinden olanı da özgürce eleştirir. Solun kalesi derler ama aslında demokrasinin kalesidir. Yeri gelir sol partiyi iktidar yapar, yeri gelir sağ partiyi. Ama sağduyuludur. Tehlikeyi sezer. Cumhuriyet kazanımlarına saldırıyı affetmez. Kentine hakareti affetmez. Yaşam tarzına müdahaleyi affetmez.

Öte yandan öyle tatlı bir keyfi vardır ki dünyalar güzeli İzmir’in… Velhasılı kelam İzmir müftüyü değiştirir yine de kendi değişmez.

Bu arada aklıma geldi de; geçmiş dönemlerde sağ partileri de İzmir’de iktidar yapmış olan İzmirliler acaba neden AKP’ye yüz vermiyor? Bunun nedenini hiç düşündüler mi acaba?

İktidar yetkililerinin bu tür açıklamaları İzmirlilerin asfalyalarını attırıyor olmasın? Ne dersiniz?