Sol yanım...

24 Eylül 2013 Salı

SİYASETTE FARKLILAŞMA STRATEJİLERİ…


Sİyasette farklIlaşma stratejİlerİ…

Seçim sath-ı mailine girdik. Yani artık yokuş aşağı gidiyoruz, durmak imkansız. Ülkede yönetim neredeyse çığrından çıkmış haldeyken yaklaşan yerel seçimlerin önemi yadsınamaz. Haziran devrimi koca bir gerçek olarak önümüzde duruyor. Öbür yandan iktidarın medya üzerindeki hegemonyası, dış ilişkilerde ardı ardına gelen başarısızlıklar, siyasetin etkisiyle artık neredeyse oynanamaz hale gelen spor müsabakaları, kontrolü kaybetmiş valiler, başını kuma gömmüş belediye başkanları, çalkantılı ekonomi, sürekli el değiştiren sermaye, güncel hayata dair yasaklar, nedeni belirsiz gözaltıları ve tutuklamalar derken yönetim açısından çıldırmanın eşiğine gelmiş bir ülkeye döndük.

Yerel seçimde elde edilecek başarı ya da başarısızlık genel seçimleri ve dolayısıyla iktidarı belirleyeceği için bu sancılar normal aslında… Bir de üstüne iktidar partisi içindeki güç mücadelelerini ekleyin, ortaya işte böyle kaotik bir durum çıkıyor.

AKP İktidarının Türkiye siyasal tarihinde görülmedik bir şekilde ekonomik güç sağladığını ve bu güç sayesinde medya ve sermaye odakları üzerinde etki sahibi olduğunu, aynı zamanda devletin tüm organlarında kadrolaştığını göz önünde bulundurursak üzerimize düşen görevin zorluğunu ve önemini anlamamız kolaylaşacaktır.

Bir tarafta AKP’nin dönüştürdüğü Türkiye, öbür tarafta ise bu dönüşüme itirazı olanların sokağa döküldüğü Gezi eylemleri… Yani AKP’nin en kuvvetli rakibi Cumhuriyet Halk Partisi’nin karşısındaki iki önemli dinamik…

Bu kadar önemli bir dönemde ana muhalefet partisinden aday adayı olan ve adaylaşacak siyasetçilerin halka ulaşmak için yeni yollar ve yöntemler geliştirmeleri de kaçınılmaz bir gerçek… Hani “Gezi Ruhu” dediğimiz şey var ya işte onu sözde değil özde anlamak, benimsemek ve uygulamak gerek.

Yani artık sadece örgüt içi toplantılara, çaylara, davetlere katılarak boy göstereceğimiz dönem kapandı. “Geride kaldı” da demiyorum; Kapandı.

Peki bildiğimiz klasik siyaset dönemi kapandıysa, içinde bulunduğumuz bu yeni dönemin kodları nelerdir isterseniz onlara bir göz atalım. Ana başlıklarıyla kısaca özetleyecek olursak:

1)Bilimsel siyaset dönemi;

Kalıplaşmış siyasi argümanları yıkıp yeni sözleri, yeni ve bilimsel yöntemlerle söyleme vakti. Aday olunan il/ilçenin kentsel planlamaları, belediyedeki yönetim ve idari hizmet süreçleri diğer ülkelerde var olan ve benzer özelliklere sahip başarılı belediye örnekleri ile kıyaslanarak (benchmarking) iyileştirmeler ve hatta mümkünse yeniden yapılandırma önerileri sunulmalı. Yani bu kıyaslamadan doğacak proje örnekleri ile halkın karşısına çıkılmalı.

Adayların tecrübe ve yetkinlikleri bu noktada çok önem kazanıyor. Yetkinlik bazlı siyaset dönemi çoktan başladı. Mesele ona ayak uydurabilmekte…

2) Başarılı bir siyasi iletişim için sosyal medya kullanımı:

Gezi eylemleri de gösterdi ki sosyal medya olmadan artık iletişim mümkün değil. Siyasetçilerin televizyon ya da görsel medyada var olma, var olduğu zaman da kendini rahat ifade etme şansları çok düşük. İşte bu noktada elimizde henüz yasakların uğramadığı sosyal medya kartı var. Facebook, twitter, instagram üçgeninde hem geniş kitlelere ulaşmak, hem de sözünüzü özgürce söyleme şansına sahipsiniz. Tabi bu araçları doğru kullanmayı bilmek lazım… Gezi eylemleriyle birlikte yeni bir siyaset yolunun açıldığını düşünürsek, bu yeniliğe ayak uydurulabildiği ölçüde sosyal medyada başarılı olunacağını unutmamak lazım…

Sürekli tek taraflı ve didaktik yazı ve paylaşımlar etkileşimi ve iletişimi sağlamaz. Samimi, dürüst ve şeffaf bir iletişim için diyaloğa (karşılıklı ) geçmelisiniz. Bu diyalog sonucu “etki” yaratmak sizin elinizde… Ama “monologla” etki yaratmak zaten mümkün değil…

3) Eylem vakti:

Bilimsel siyasetinizin temellerini oluşturdunuz. Aday olduğunuz il ya da ilçeye katacağınız değeri tanımladınız. Bu değeri yaratacak yetkinlikte olduğunuzu ıspatladınız. Sosyal medya aracılığıyla karakteriniz ve kişiliğiniz hakkında samimi bir varlık bildiriminde bulundunuz. Şimdi sıra geldi eyleme…

Aday olarak ilçenize bisiklet yolu mu öneriyorsunuz? Bu projenizi basına, bir otelin toplantı salonunda açıklamaktansa size eşlik edecek sporcularla birlikte planladığınız yolun geçeceği en stratejik noktada (outdoor) tanıtımınızı gerçekleştirin. Ya da iktidarın bir uygulamasına itirazınız mı var; İtirazınızın olduğu konuya temas edecek eylemlerle dikkati çekebilirsiniz. Örneğin çocuk işçilere dikkati, çocuk işçilerin yanından vereceğiniz bir mesajla çekebilirsiniz.

Eylemleriniz; kuramlarınızla sahayı yani gerçekliği birleşterecek ve mesajınızı daha rahat iletmenize yardımcı olacaktır.

3 Ana başlıkta paylaşmaya çalıştığım siyasi yol haritasının birçok alt başlığı da var elbette… Bu alt başlıkları da diğer yazılarımda aktarmaya çalışacağım. Burada önemli olan Türkiye’de yeni bir siyasal dönemin başladığını ve bu yeni döneme eski ve içe dönük yöntemlerle ayak uydurulamayacağını farkına varmamız.

Her aday, kişisel stratejik eylem planlarını siyasal olarak partinin ana ilkelerine bağlı kalarak çok yönlü  ve çok renkli kurgulayabilir ve hayata geçirebilir. Yılların getirdiği örgüt kültürü ve yerleşik öğretilerden kurtulmanın zor olduğunu biliyorum. Ama sağlıklı çekirdek yapıyı koruyarak üzerine ilave ettiğiniz yani yarattığınız farklılık ve kattığınız değer oranında tercih edileceğinizi hatırlatmak isterim.

Stratejik eylem planınızla yanıtını ortaya koyacağınız soru; Neden siz? Sizi diğer adaylardan farklılaştıran ve değer katan nedir? Amaçlarınız ve amaçlarınıza ulaşmadaki araçlarınız nelerdir?

Şimdiden tüm aday adayı yol arkadaşlarıma başarılar dilerim. Farkınızı keşfetmeniz dileğiyle…

18 Eylül 2013 Çarşamba

Bu da gelir, bu da geçer...


Bu da gelir, bu da geçer...

Yeni bir eğitim yılı daha başladı. Tüm öğrencilere, öğretmenlere, velilere hayırlı olmasını dilerim. Her yıl eğitim sisteminde yapılan değişikliklere bu yıl da bir yenisi daha eklendi. Artık sistemi takip etmekte ve anlamakta zorlanan veliler şaşkın... Öğrenciler ise belirsizliğin getirdiği motivasyon düşüklüğüyle okullarına devam ediyorlar. İsterseniz son 5 senede yaşanan değişikliklere hızlıca bir göz atalım:

5 Sene evvel eğitim hayatına başlayan çocuklar, o günkü sisteme göre; 8 sene sonunda ilkokul mezunu olacak ve SBS sınavı ile liseye devam edecekti. Çocuklar okula başladıktan 3 sene sonra sistem değişti.  4+4+4 Kesintili eğitim bulmacasıyla birden kendilerini ilkokul mezunu buldular. Henüz 10 yaşındaki çocuklar artık ortaokul öğrencisiydi. Yıllardır SBS ve benzeri sınavların kalıplarına göre çalışan çocukların karşısına bu sene de yeni sınav sistemi çıktı. Şimdi öğretmenlerin verdiği notların önceliğinin yüksek olduğu bu yeni sistemi herkes anlamaya çalışıyor...

Benim de 5 sene evvel ilkokula başlamış bir oğlum olduğu için sistemdeki her türlü değişiklikten etkileniyoruz. Oğlum Efe Aslan yine de şanslı sayılır. En azından okula küçük yaşta başlamadı! Bir de henüz 6 yaşını bile doldurmadan okula başlayan yavrular var. Bazen arkadaşlarımın çocuklarını görüyorum da ne kadar ufaklar demekten kendimi alamıyorum. Geçmişte, yıl sonunda doğan çocuklar bile nispeten küçük sayılır, birçoğu bir sonraki sene okula başlatılırdı... Şimdi girin bakın bir ilkokulun 1. sınıfına... Kreşten farkı yok...

Gerçekten yazık... İktidarın aklında dolanan hesaplar yerini bulsun diye çocuklarımızın çektikleri pes dedirtiyor. 4+4+4’ün laik, çağdaş eğitim sistemine yapılmış bir darbe olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Büyük tantanayla açtıkları İmam Hatiplerin halktan gerekli ilgiyi görmediğini de... Aslında gerçekleştirmek istedikleri ideolojik karşı devrim toplumda bekledikleri etkiyi göstermedi. Göstermedi çünkü insanlar önce geçim derdinde... Çocukları mühendis, avukat, doktor olsun ve rahat iş bulsun istiyorlar... İktidar istediği kadar imam kadrolarını genişletsin, din kültürü öğretmen kadrolarını genişletsin işe yaramıyor. En azından muhafazakar yaşayan belli bir kesim için artık ideolojiden önce “geçim derdi” geliyor.

Aslında önceliklerdeki bu değişimin temelinde 8 yıllık zorunlu eğitim sisteminin de payı var. Nasıl mı?

Bakınız 8 yıllık zorunlu eğitim sistemi  halkta çok ciddi bir aydınlanma yarattı. Daha evvel ilkokul 5’e kadar okutulan kız çocukları artık 8 sene okula gidiyordu. Bu 8 sene sonunda kız çocuğunun yaşı zaten 13-14 oluyordu ki neredeyse ergenlik çağına kadar okuma şansını yakalıyordu. Zaten bu yaşa kadar okumuş olan kız çocuğuna aileler muhafazakar da olsa liseye devam imkanı tanımaya çalışıyordu.

8 Yıllık zorunlu eğitimde erkek çocukları için de benzer bir avantaj vardı. Eskiden çoğu yoksul aile ilkokul 5’ten sonra çocuklarını çırak olarak verirken, ilkokulun bitmesi için 8 sene beklemek durumunda kalmışlardı. Böylelikle zaten belli bir yaşa gelen birçok çocuk liseye devam etme şansını yakalamıştı.

Bizim toplumumuzun kültürel yapısını bilirsiniz. Ailelerin karar mekanizmalarında mahalle baskısı önemli bir etkendir. Komşusunun, hısmının, akrabasının kızının/oğlunun 8 sene okuduğunu görenler, bu durumu örnek alıp kendi çocuklarını da okuturlar. 

İşte aydınlanma böyle başlar ve yayılır; Eğitimle.

Bu yüzdendir ki 8 yıllık zorunlu eğitime ivedilikle dönülmelidir.

AKP iktidarı bu kadar önemli bir sistemi alaşağı ederek, ilkokulu 4 yılda sonlandırdı. Çocukları ailelerle karşı karşıya bıraktı. Kız çocukları için erken evliliğin, erkek çocukları için çıraklığın yolunu tekrar açtı.

4+4+4 Eğitim sisteminin toplumda karşılığı olmadığını; İmam Hatiplerin beklenen doluluk oranına ulaşamamasından ve  yana yakıla getirdikleri kıyafet serbestisinin birçok okulda ”velilerin talebiyle” uygulanmamasından anlayabiliriz. Velilerin ortak kararlarıyla birçok okulda üniformaya devam edildiğini rahatlıkla gözlemleyebilirsiniz. (Bu konudaki araştırmaları sabırsızlıkla beklemekteyim.) Tabi burada olan çocuklarımıza oluyor... Zorlu bir döneme denk gelmenin talihsizliğini yaşıyorlar.

Sözün özü; başbakan ve iktidar yetkilileri bilmelidir ki bu dayatma sistem halk tarafından benimsenmedi. Ve artık ne başörtüsü, ne etnik köken, ne mezhep “eğer ki iktidar tahrik etmez ise” toplumu ayrıştırmıyor! Gezi eylemleri toplumsal empatiyi çok güçlendirdi. Bu durumda ise devlete sadece, halkın her kesiminin temel hak ve hürriyetlerini güvence altına almak düşüyor. Aksi yönde kutuplaştırmak, ötekileştirmek, sınıflara ayırmak değil!

İçinden geçtiğimiz süreç karanlık ve bir o kadar da sıkıntılı bir süreç... Önemli olan sağduyumuzu, hoşgörümüzü ve umudumuzu yitirmemek... Bu da gelir bu da geçer... İz bırakır ama geçer... İnanın.



10 Eylül 2013 Salı

BÖLÜNÜYORUZ...



BÖLÜNME

Bölünüyoruz… Fark etmeden sinsice bölünüyoruz. Hani yıllardır Kürt sorununun çözümüne engel olan, terörü azdıran harita üzerinden bölünme meselesi vardı ya… Evet harita üzerinde bölünmedik belki ama sonunda ne oldu biliyor musunuz? Psikolojik olarak bölündük. Sosyolojik olarak bölündük. Hem de öyle tahmin edildiği, öngörüldüğü üzere Türk-Kürt olarak 2’ye de bölünmedik. 3’e bölündük; Sunni-Alevi-Kürt.

Çağın ateşi bizim de bedenimizi sardı. İktidarın ayrıştırıcı diliyle Orta Doğu’nun yakıcı mezhep ve etnik köken ayrımına düştük. İşte en yakın örneği; 10 Eylül günü Antakya’dan acı haber geldi. 22 Yaşındaki Ahmet Atakan’ı polis şiddetinde yitirmiştik. Ahmet’in facebook sayfası Beşar Esad’a destek mesajlarıyla doluydu. Komşu Suriye’deki ateş Ahmet’in delikanlı yüreğine de düşmüştü. Ahmet protesto için sokağa çıktığında öldü. Belki de öldürüldü.

Ahmet sıcacık yatağından ana şefkatiyle uyanıp , güneşin sıcaklığıyla güne merhaba demek varken kara toprağa girdi… Henüz yaşı 22 iken, sevecek sevilecekken tüm hayallerini başından aldığı bir darbeyle yitirdi. Burada can alıcı soru şu: Ahmet sokağa Mursi’ye destek için çıksaydı, elinde Rabia pankartlarıyla yürüyüş yapsaydı şiddete uğrar mıydı? Söyleyin lütfen uğrar mıydı?

Hayır, uğramazdı. Bakın işte nasıl bölünüyoruz görüyor musunuz?  Tamamıyla özgürlük duyarlılığıyla başlayan Gezi eylemlerinin nasıl bir mezhep çatışması eksenine kaydırıldığını hepimiz gözlemliyoruz. Ve işin acısı kapılmışız bahtımızın rüzgarına gidiyoruz.

Bu evlatlar bizim… Bu toprakların evlatları… Yıllardır korkulu rüyalar gördüğümüz harita bölünmesine gerek kalmayacak bu gidişle… Çünkü en fenası gönüllerin bölünmesi… Bu hassasiyetle, Lice’de öldürülen Medeni Yıldırım’a Gezi eylemcilerinin sahip çıkmasını çok önemsemiştim. Çünkü ölen kim olursa olsun faşizme, şiddete bir yürek karşı koymalıydık. Medine’nin vefatında bu gerçekleşti. Peki ya sonra?

Keskin yol ayrımlarında bulduk kendimizi… Senin acın, benim acım der olduk. Ve Türkiye’de siyasi yapı bu kalıba oturtulmaya çalışıldı. Başbakanın ısrarla ayrıştırıcı bir dil kullanması toplumu daha çok gerdi. Ve işte sonuçları… Genç ölüm haberleri…

İktidarın bizi sürüklediği bu tehlikeli oyunu bozmak hem ana muhalafet partisinin, hem de bizlerin, halkın görevi. Yoksa uçuruma sürükleniyoruz. CHP Tarihi bir sorumluluk ve duyarlılıkla ülkeyi bu mezhep-etnik köken bölünmesinden kurtarmalı ve demokratik hak ve özgürlüklerin herkes için eşit olduğu bir Türkiye’yi yeniden inşa etmelidir.

Ve bizlerde gençlerin sokaklarda öldürülmediği, herkesin fikirlerini özgürce söylediği, çok sesli, çok renkli, mutlu bir Türkiye’yi elbirliğiyle yaratmalıyız.

Bu tehlikeli oyunlara düşmeden ve güzel memleketimiz için çok geç olmadan…



8 Eylül 2013 Pazar

9 EYLÜL: CHP VE İZMİR


9 EYLÜL: CHP VE İZMİR

9 Eylül Cumhuriyet Halk Partisi’nin kuruluşu, İzmir’in kurtuluşu... Bu günlerde çok daha önemli bir tarih bizler için... Çünkü hem CHP, hem İzmir karşı devrimin hedefinde. İktidar yetkilileri her fırsatta CHP’ye öfke kusuyor. Diğer yandan başbakanın İzmir’i alma özlemi malumunuz...

Hiç düşündünüz mü; yıllardır iktidar olmamış bir partiyi hem yandaş basın hem AKP neden hedef alır? Ya da iktidar için yerel seçimlerde İzmir’i alma hedefi sıradan bir ilde seçim kazanmak gibi midir?

Elbette değildir. CHP ve İzmir’in ortak bir misyonu vardır; Mustafa Kemal’in devrimlerini yaşatmak ve aydınlık, çağdaş, demokratik Türkiye Cumhuriyet’inin bekasını sağlamak. İşte bu yüzdendir ki gözleri hem CHP’den hem İzmir’den ayrılmaz. Varlığının kattığı değeri bilen bu karanlık zihniyet, yokluğunu sağlamak için didinir durur.

Ve işte bu yüzdendir ki; ekonomi alt üst olmuş, dolar 2 TL’yi geçmiş, sokaklarda faşizm kol gezerken tüm yandaş basın CHP’yi yazar. Sanki 12 yıldır devleti CHP yönetiyormuş gibi hesap sorarlar, vicdansızca eleştirirler, hedefe koyarlar. Çünkü davaları, kavgaları rejime karşıdır. Yoksa yeterince zenginleşmiş ve kadroları devletin tüm kurumlarına sinmiştir. Ama doymazlar, yetinmezler... Amaçları başkadır.

Bu amaca ulaşmak için CHP büyük bir engeldir.

Çünkü 90 yıllık bu dev çınar cumhuriyetin, çağdaş yaşamın, devrimlerin, halkın özgürlüğünün, emeğin savunucusu ve teminatıdır.

Çünkü CHP kadroları iktidarın nimetlerinden faydalanmak için siyaset yapmazlar.

Çünkü CHP kadrolarının önceliği vatan, önceliği halktır.

Çünkü CHP kadroları vefakardır, cefakardır. İnandıkları uğruna evlatlarından ayırır partisine harcar.

Çünkü bilinçlidir. CHP’nin sadece belli bir kesimin sözcüsü olmadığını bilir. CHP’nin varlığının aydınlık bir gelecek için teminat olduğunu bilir. CHP’nin varlığının halkın bütününü kucaklayan ve birleştiren önemli bir değer olduğunu bilir.

Dönemsel olarak kurulmuş sağ partilerin liderleri sayesinde ayakta durduğunu, liderleri gittiğinde ayakta duramadığını, kapandığını ama CHP’nin gücünü ilkelerinden ve devrimden aldığını bilir. İşte bu yüzdendir ki 90 yıllık çınarın -iktidar yüzü görememesine rağmen- her ilde, ilçede, beldede örgütü vardır. Dimdik ayaktadır...

İçinden geçtiğimiz süreçte sorumluluğumuz daha büyük... Vakit hem CHP’ye hem İzmir’e daha çok sahip çıkma, daha çok sarılma vakti. Vakit bir olma, diri olma vakti...

90 Yıllık çınara emeği geçen tüm parti büyüklerimin aziz hatırası önünde saygıyla eğiliyor ve CHP’ye nice uzun yıllar diliyorum. Ve ekliyorum; İzmir CHP’nindir. Ve öyle kalacaktır.



ÇEŞME VAKTİ


ÇEŞME VAKTİ

Beklenen Eylül ayı sonunda geldi. Aslında Çeşme’nin en güzel zamanlarıdır Eylül, Ekim ayları… Yazın o curcunalı hali yerini dalgaların sesine bırakır. Bir de siz konuştukça daha çok öten cırcır böceklerine… Yazın kalabalığından yorulmuş begonviller daha pembe, daha mor açar sanki Eylül’de… Daha az araba geçer yollardan, daha sakin içilir kahveler. Zaten güzel olan Çeşme daha bir güzel olur tüm sessizliğiyle…

Çeşme’nin dokusu Bodrum’a Kuşadası’na inat kendini kentleşmeye karşı uzun süre korudu. Direnç gösterdi. Ta ki Alaçatı fenomeni İstanbullular tarafından keşfedilinceye kadar… Bu keşif mekan ve hizmet çeşitliliğini arttırdığı gibi geçici kalabalıkların yarattığı olumsuzlukları da peşinden getirdi.

Şimdi önümüzde yerel seçimler var. Bu yola baş koymuş arkadaşlarımızdan, önceliği Çeşme’nin doğal dokusunu bozmadan gelişmesinin yollarını bulmaya vermelerini dilerim. Çeşme değişiyor, bunu farkında olmamak elde değil. Ama şunu göz ardı etmemeliyiz ki her değişim bir gelişim değildir. Çürüme de bir değişimdir ama gelişim değildir. Dolayısıyla bu hızlı değişimi doğru yönetmek, kentsel planlamayı, hizmeti bu doğrultuda planlamak ve Çeşme’nin ruhunu korumak biz İzmirlilerin boynunun borcudur.

Yoksa 3-5 sene içerisinde nasıl olduğunu anlayamadan yabancılaşırız güzel ilçemize… Ve kendimizi kentleşme bunalımına girmiş bir Çeşme ile karşı karşıya buluruz. İzmir’in bu güzel ve nazlı kızını gözümüz gibi korumak bizlerin görevi…

Geçen hafta yurtdışında olduğum için Gazete Çeşme Güneşi’ne yazı yazamadım. Yolculuğumda bir durağımız Hollanda oldu. Bisiklet cenneti olan bu ülkedeki bisiklet yollarına hayran kalmamak mümkün değil. Aslında Çeşme böyle bir uygulama için pilot ilçe olabilir. Böyle bir uygulamanın daha evvel denendiğini ve tartışmalara yol açtığını biliyorum. Ama yinede bu kolaylıktan faydalanmanın yollarını aramalıyız diye düşünüyorum. Çünkü Çeşme yerlisinin (İzmirlileri de dahil ederek söylüyorum) bisikletle arası çok iyidir. Ve bu yaz Çeşme’de gözlemlediğim trafik beni önümüzdeki seneler için endişelendiriyor.

Önümüzdeki yerel seçimlere kadar İzmir’in güzel ilçeleri ve büyükşehrimiz için nice projelerin yaratılacağına inancım sonsuz. Bu bağlamda öncelikle Gazete Çeşme Güneşi’nin sahibi, partidaşım ve İzmir Saint Joseph’den dönem büyüğüm Ekrem Oran olmak üzere tüm aday adayı olan yol arkadaşlarıma başarılar diliyorum.

Kazanan CHP olsun, kazanan İzmir olsun… Sevgiyle kalın.

Renkli şehirler…


Renkli şehirler…

“İnsanın ruhsal duyarlılık düzeyi düşükse, renk sadece yüzeysel bir etki yaratabilir.” Kandinsky

Salıpazarı Yokuşu’nun merdivenlerini gökkuşağı renklerine boyamanın kime ne zararı vardı?

Ya da bu merdivenler gökkuşağı renginde olsa bundan kim, neden rahatsız olurdu?

Belli ki Beyoğlu Belediye Başkanı rahatsız olmuş. Bir gecede tüm merdivenleri griye boyatmış. Öyle ya kendi kendine karar verip uygulayan yurttaş modeli mevcut iktidar için en büyük tehlike. Bir de buna gökkuşağı renklerinin sembolize ettiği özgürlük duygusunu ekleyin, iktidar yetkilileri için çifte kavrulmuş bir rahatsızlık hissi… İşte Gezi’den sonra çok şey değişti diye yazılan onlarca yazının ilk meyveleri bunlar. Ve siyasetin felsefesinden uzak, sosyolojiden-psikolojiden habersiz, toplumun duyarlılıklarına kör, adeta bir dinozor gibi küçük kafasına rağmen her geçen gün büyüyen iri cüssesiyle güç gösterisi yapan iktidar, toplumun bu yeni halini nasıl kontrol edeceğini şaşırmış vaziyette.

Kontrol yönetim anlayışlarının anahtar kelimesi. Halkı kontrol et, kenti kontrol et, kadınları, gençleri, öğrencileri kontrol et… Bir yanda elinde ahşap cetvelle vatandaşa her an vurmaya hazır yöneticiler… Diğer yanda kendini sürekli devlet tarafından gözetim altında hissetmekten bunalmış yurttaşlar…

İktidar yola büyük Türkiye  hayaliyle çıkmıştı, 12 sene sonra elimizde kocaman mutsuz bir Türkiye kaldı…

Siyasetin yıllardır süregelen kısır döngüsü içinde mahkum olduğumuz siyasetçilerin, sığ düşün dünyalarının çıkardığı faturaları hep biz ödemek zorunda kalıyoruz. Yani halk… Ödenmesi en zor fatura ise toplumun geneline sinen mutsuzluk hali…

Evet, artık vatandaş yerel ve ulusal yönetim süreçlerinin bir parçası olmak istiyor. Yönetimin paydaşı olmak istiyor. Gezi direnişinden  beri Türkiye’de eylemsel olarak daha çok ortaya çıkmış bir talep bu. Ama asla yeni değil. Siyaset felsefesinin derinlerine indiğinizde politika (politeia), kentin siyasal merkezi olan Agora’da siyasal erkin ortada ve herkese eşit mesafede durduğu düzende işler. Yani siyasetin temeline baktığınızda yurttaş siyasi erke karşı söz sahibidir. 

İşte bu söz söyleme hakkı şehirlerin gerçek sahibi yurttaşlardan alınıp, sadece devleti temsil eden yerel yöneticilere verildiği takdirde mutsuzluk hem şehrin, hem şehri yaşatanların ruhuna teneffüs eder.

Bir yandan halkın yönetim süreçlerine katılımını sağlamak gerekirken, öbür yandan yöneticilerin yetkinliklerini sahip oldukları mevkinin ihtiyaçlarına göre güçlendirmesi, yapılandırması gerekmektedir. Merdivenlerin bir gecede griye boyanması hangi açıdan bakarsanız bakın stratejik hata. Bu hataya düşülmesinin temel nedeni, toplumu ve siyasetteki değişimleri doğru okuyamamak.

Yani bir belediye başkanı sabah uyandığında, bir yokuşun merdivenlerini rengarenk görüyorsa bunun nedenlerini çok boyutlu düşünebilmeli ve değerlendirebilmelidir. En azından bir karar vermeden önce bu analizi  yapabilecek yetkinliğe, fikri derinliğe, ruhsal duyarlılığa sahip olmalıdır.

Yoksa Kandinsky’nin sözünden de yola çıkarak; insanın ruhsal duyarlılık düzeyi ve muhakeme gücü düşükse o renkli merdivenlere baktığında gördüğü tek şey ihlal edilmiş kurallar olur. Ve ardından en ilkel güdüyle merdivenleri griye boyayarak şehrin sahiplerine tekrar kuralları hatırlatır…

Sonra ne mi olur? Bir bakarsınız tüm şehirler rengarenk olur… Hem de hiç hesapta yokken…




VİCDAN


VİCDAN

Çocukluğumda oturduğumuz mahallede bir Hasan Amcamız vardı. Kuralcı, otoriter hatta despot denecek bir aile reisiydi. Eşi Ayla Teyze onun baskısından ve şiddetinden bunalmış ve artık iyice sesi çıkmaz olmuştu. 2 Çocuğu vardı Hasan Amca’nın… Biri babasına duyduğu korkudan sinmiş ve sözünden çıkmaz olmuştu. Diğeri ise babasının şiddetine tahammül edemiyordu. Zaman zaman isyan ediyor ve her seferinde bu isyanı dayakla son buluyordu… Hasan Amca’nın evinde gözyaşı ve şiddet eksik olmazken komşu çocuklarına gösterdiği merhamet ve sevgi hepimizi şaşırtıyordu.

Öyle ya içinde sevgi barındıran bir insan kendi çocuklarına karşı nasıl şiddet kullanabilirdi? Kendi evinde huzuru, adaleti, sevgiyi, hoşgörüyü bir türlü sağlayamazken komşunun çocuklarına karşı duyduğu sevgi ne kadar inandırıcı olabilirdi?

Ne kadar?

Son günlerde yaşadıklarımız bana Hasan Amca’nın kendi içinde çelişkilerle dolu hikayesini hatırlattı. Kendi ülkesinde gençler, sadece özgürlük ve demokrasi istediği için sokak ortasında döve döve öldürülürken sesi çıkmayanların, Mısır için gözyaşları dökmesinin nasıl bir çelişki olduğunu düşündüm. Bu yüreklerde merhamet vardı da bunu kendi evlatlarından neden esirgemişlerdi? Neden?

Bazı ruh hallerini çözmek mümkün değil… Mısır ve Gezi üzerine yazılan yazıların çoğunda acıları kıyaslamayın diyorlar… Her nerede insanlık suçu işleniyorsa karşısında durun diyorlar… Öldürülen insanları siyasete alet etmeyin diyorlar… Katliamın her türlüsüne karşı durun diyorlar… Başkalarının acısını kendi acınız bilin diyorlar…

Evet aslında bu söylenenlerin hepsi doğrudur. Kendimizi, Türkiye’de tüm yaşananlardan soyutlarsak bu cümlelere itiraz etmemiz mümkün değil. Amma velakin durum o kadar basit değil. Henüz Uludere katliamının düğümü çözülmemişken, Abdocan’ın nasıl öldüğü bilinmezken, Ali İsmail’in failleri ortada yokken ve Gezi eylemlerinde hayatını kaybetmiş gençler için hükümet yetkililerinden en azından bir taziye mesajı gelmemişken yüreğimizdeki adalet terazisini dengede tutmak o kadar kolay değil…

Hükümetin kendi halkından esirgediği sevgiyi ve hoşgörüyü, Mısır için cansiperane göstermesi de kimse kusura bakmasın ama anlaşılır iş değil. 1 Haziran’dan beri süregelen eylemler boyunca yüzünü hiç göremediğimiz İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın, Mısır’da yaşanan darbe üzerine İstanbul’da bir meydana “Rabia” adını vereceklerini açıklaması ise bu basiretsiz yönetim anlayışının tuzu biberi oldu.

Sayın Topbaş kusura bakmasın… Antakya halkı yitirdikleri evlatlarını anmak için sokağa çıktığında hala şiddete uğrarken iktidar yetkililerinin endazesi bozulmuş vicdanlarının sesini dinleyemeyeceğiz. Sayın Topbaş, Mısır için gösterdiği hassasiyetin binde birini yönettiği İstanbul’un göbeğinde olup bitenlere göstermediği için şimdi söylediklerinin hiçbir hükmü yoktur.

Ve ezcümle; Meydanlar halkındır. Ve halk kendi meydanlarına hangi ismi vereceğini önümüzdeki seçimlerde söyleyecektir. Kimsenin şüphesi olmasın…

BASIN CENAZESİ


BASIN CENAZESİ

Milliyet yazarı Meral Tamer şort üzerine bir yazı yazmış ya okudunuz mu bilmiyorum ama ben yazıyı okuyunca halimize çok üzüldüm. Neden üzülme hissine kapıldım anlatacağım. Öncelikle Tamer’in yazdığı yazıyı kısaca özetlemek gerekirse; yaşları 50-55 arasında değişen kadınların son zamanlarda kısa şortlarla dolaşmasından duyduğu rahatsızlığı kaleme almış yazar. Başından geçen bir hastane olayını da örnek vererek isyan etmiş.

Aslında bu yazıyı okuyunca öncelikle Milliyet gazetesi adına çok üzüldüm. Bizler için tarihi misyonu çok önemli olan bir gazetenin düştüğü hallere çok üzüldüm. Milliyet gibi bir gazetenin köşelerinin böylesine yazılarla gasp edilmesine çok üzüldüm. Sonra dedim ki kendi kendime hani ben İzmirliyim ya belki de yetişme tarzımdan ötürü yazarı anlayamıyorum. Belki de muhafazakar bir aileden geliyor kendisi... Araştırdım. Alman Lisesi mezunu olduğunu daha sonra İTÜ’yü bitirdiğini öğrendim. Ve daha çok şaşırdım. Zaten yazar yazısında “Ben mi geri kafalı olmaya başladım” diye özeleştirisini veriyordu. Yani geriye bu yazıyı yazmak için kalan tek ihtimal buydu; “Geri kafalı olmaya başlamak”...

Muhafazakar bir yaşam sürmek saygı duyulması gereken bir tercihtir. Başörtüsüne de şorta da saygı duyduğumuz sürece sorun yok. Ama bu yaşadığımız merkez medya dönüşümü başka bir hal.

Bu aslında merkez medyada geriye kalan 3-5 köşe yazarının son durumu. Kadın yazarlar mümkünse azıcık “geri kafalı” olmaya çalışsın, erkek yazarlar ise hükümet sempatizanı. Yok olmuyor musunuz? İşte hendek işte deve. Ya atlarsın. Ya düşersin. Zaten bu çarka uyum sağlayamayanlar sitem dışına itiliyor bir bir. Can Dündar son örnek.

Şimdi zaten toplumda var olmak ve erkeklerle eşit birey muamelesi görmek için olağanüstü çaba sarfeden, aynı zamanda şiddetin her türlüsüne maruz kalan, okumak ve çalışmak için didinen kadınları Nişantaşı’ndan seçmece bir örnekle alaşağı eden Tamer acaba hiç mi vicdan azabı duymuyor? Kendisi Türkiye’de kadın olma gerçeğinden haberdar mı? Yoksa hayatı Nişantaşı-Teşvikiye hattında geçtiğinden sadece %0.01’lik krem de la krem yaşamlardan mı haberdar? Şimdi onun verdiği bir örneğin (taziyeye şortla gitmek) sanki tüm toplumun realitesiymiş gibi önemli bir gazetenin köşesine taşıması, Karadeniz’de İç Anadolu’da askılı bluzla sokağa çıkmak isteyen kadınların verdiği mücadeleye ne kadar zarar vereceğini farkında mı acaba?

Yok gerçekten Türkiye’de basın öldü. Ben şimdi sadece basının cenazesine şortla mı gitsem etekle mi onu düşünüyorum. Malum başka derdimiz kalmadı.