Bertrand Russell insanların siyasi
bakımdan önemli arzularını birincil ve ikincil grup arzular olarak
sınıflandırmaktadır. Birincil grup arzular yiyecek, barınma ve giyim… İktidara
geldiklerinde bu arzularını tam olarak tatmin edememiş siyasiler önce buradan
başlıyorlar. Şatafatlı sofralar, göz kamaştıran kumaşlarla dikilmiş kıyafetler,
abartılı takılar ve her köşesine olağanüstü para harcanmış gösterişli konutlar…
Adeta geçmiş yaşamlarında yaşadıkları yoksulluğu, imkansızlığı unutuncaya ve
unutturuncaya dek süregiden bir “sınıf atlama” hezeyanı, telaşı…
İktidarın ilk zamanlarında birincil
arzularını tatmin eden zulümkar siyasilerin ikincil arzuları devreye giriyor bu
sefer. Russell ikincil arzuları dört başlıkta topluyor; Açgözlülük, rekabet,
kibir ve güç sevdası… Bu arzular tıpkı sıralamasında olduğu gibi gitgide artan
ve daha tehlikeli boyuta ulaşan bir hal alıyor.
İlk evre “açgözlülük”. Yani mümkün
olduğunca çok mala ve mal belgesine sahip olma isteği… Açgözlülük yüzyıllardır
yönetenlerin en büyük bataklığı olmuştur. Yıllarca ipekten divanlara kurulmuş
Arap kabile reisleri bile çöllerde geçen yıllarını asla unutamamış ve
ihtiyaçlarının çok üzerinde bir zenginliği istifleme ihtiyacı duymuşlardır.
Açgözlülük güdüsü aynı zamanda kapitalizmin de temel besin kaynağıdır. Bir avuç
tefeci devletin doymak bilmez bir iştahla borçlu devletler güruhu yaratma
dürtüsünün altında yatan da aslında bu duygudur…
Açgözlülük bir türlü bastırılamaz ve
doyurulamaz görülse de ondan daha tehlikeli ikinci arzu “rekabet”. Rakiplerini
yok etme niyeti vahşi ve faşist iktidarların adaleti, yargıyı, kolluk güçlerini
ve iktidarın tüm nimetlerini adeta uğruna seferber ettiği bir duygu. Sıklıkla
başvurulan yalanların nedeni de azılı rekabet duygusuyla rakibini alaşağı etme
hedefidir. Rekabeti hiçbir şekilde adil yürütmeyen iktidarların temelinde
“kibirle” beslendikleri görülmektedir.
Kibir yani hakkınızda ne kadar çok
konuşulursa daha çok konuşulsun güdüsü… Daha çok… Daha çok… En çok… Sürekli bir
takdir edilme, övülme, alkışlanma ihtiyacı… Muktedirin yakalandığı hastalığın
son evresine yani “güç sevdasına” ulaşma yolunda döşeli taşların üzerinde
“kibir” yazar. Onun kibrini tatmin etmeyen gazetecilerin kellesi istenir. Onu
iyi yazmayan ve anlatmayan basın susturulur. Onun yolsuzluklarını yani “açgözlülüğünü”
ortaya serenler hiç edilmeye çalışılır. Rakip siyasi partiyi yok etmek için her
yol denenir. Sıklıkla yalana başvurulur. Faşist muktedirin yakalandığı iktidar
sarhoşluğu hastalığının son evresi ise “güç sevdasıdır”. En tehlikelisi…
Özellikle otokratik rejimlerde, erki
elinde bulunduran yöneticiler, bu duygunun getirdiği hazzı deneyimledikçe daha
zorba bir hal alırlar. Daha çok ezen, daha çok tahakküm eden, tek olan,
yenilmez olan… Yani hem cumhurbaşkanı, hem başbakan, hem belediye başkanı, hem
vali hatta hem muhtar olan! Yani tüm gücü elinde tutan, kontrol eden tek güç
olma isteği.
Russell’ın tanımladığı bu evreler
bizlere hiç yabancı gelmiyor. Güç zehirlenmesi yaşayan bir iktidarın ülkesini
uçuruma sürüklediğini, gücü “bilgi” olarak gören her aydın insan rahatlıkla
anlayabiliyor. Son evreden yani güç sevdasından kendini tüketmeden çıkmış bir
zalim tarihte var olmamış. Kuvvetle inanmalıyız ki bundan sonra da var
olmayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder