Sol yanım...

30 Mayıs 2012 Çarşamba

KURTLARLA DANS...




Kurtlarla dans zordur... Hele ki masum, tatlı kuzular için çok daha zor...

İl Başkanlığından beri mahallenin ağabeyi imajıyla halka hitab etmeye çalışan başbakan bu sefer mahallenin raconuna uymadı... Kadınların mahremine yönelik açıklamalarıyla fitili ateşledi, arkası iplik söküğü gibi geldi...

Mertlik bozuldu bir kere... Halbuki mahalle raconunda kadınla laf dalaşına girmek yoktur. Hele kadının özeline girmek hiç yoktur. Daha evvel devletin en üst kurumunun yatak odamıza kadar geldiğini söylemiştik. Şimdi nereye geldiğini söylemeye dilimiz varmıyor, terbiyemiz el vermiyor.

Sol bakış açımız hasebiyle her türlü platformda erkeklerle eşit tartışmaya her zaman hazırız. Fakat... Fakatı çok önemli...

Açılan “kürtaj” tartışması, mahiyeti itibariyle kadınları ve ortak payda itibariyle ancak ve ancak eşlerini ilgilendirir.. Ha bir de işin tıbbi boyutu olduğundan doktorları... İşte “fakat” burada devreye giriyor. Böyle özel bir konuya devlet karıştığı için piyasada ki tüm tartışmalar kadınlarla erkek siyasetçiler ya da yazarlar arasında dönmeye başladı.

En vahim tablo ise Ankara’nın medyatik başkanı Melih Gökçek’le Gizem Suyolcu adlı bir twitter kullanıcısı arasında geçti. Ankara’nın tüm sıkıntılarını çözen(!) Gökçek, twitter’ın özel mesaj mecrası DM’den kürtaj özgürlüğünü savunan Gizem’e “Sen çok mu kürtaj yaptırdın?” diye soruverdi. Gizem ise bu mesajın görüntüsünü alıp twitter camiasıyla konuyu paylaştı. Sen misin paylaşan? Gizem’i doğduğuna pişman eden süreç o an başladı... Gökçek kontrolsüz bir güçle Gizem’e saldırdı... Bu saldırıda ki en önemli aracı ise “adaletin sopasıydı”... Sonuç ne mi oldu?


..............................................

Kurtlarla dans zordur demiştik... Kuzu yenileceğini hemen anlar... Kurttan kaçış yoktur çünkü... Ya pes edecek ya da paramparça edilecektir... Kuzu ürkek gözlerle etrafına bakınır... Çevresindekilerin çok da samimi olmayan desteğine güvenemez... Yalnız hisseder kendini... Anlamıştır başına gelecek kıyameti ve o kıyamet koptuğu andaki muhtemel yalnızlığını... Derin bir üzüntü ve mahcubiyetle pes eder... Haklıyken özür diler...

Bu sadece bizim gördüğümüz, şahit olduğumuz bir vaka... Bildiğimiz ya da bilemediğimiz nice kadın mağduriyeti memleketin dört bir köşesinde yaşanmakta... Mahallede racon bozuldu bir kere... Artık bu saldırıların ardı arkası kesilmez...

Gitgide “Kuzuların Sessizliği” olur...

İstenen belki de budur... Derin bir sessizlik...Susturulmuş, sindirilmiş, baskılanmış kadınlar...

Kim bilir?


25 Mayıs 2012 Cuma

KATİL ANNE!

 Başbakan “Sezeryana karşıyım, kürtaj cinayettir” demiş...

Bu beyanı duyunca sakinleşmek için önce derin bir nefes alıp, yavaş yavaş verme ihtiyacı duydum… Doğuma hazırlanır gibi… Heyecan yok, nefes al ver… Al-ver… Derin derin…

Türkiye’de kadınların yaşadığı sıkıntıları bilince, onların siyasetin gündemine bu şekilde oturmasına insan öfke duyuyor nitekim. Biz yinede olabildiğince sakin bir değerlendirelim bu tezi; “Kürtaj cinayettir”… Öyle mi acaba?

Peki o zaman şimdi bir yolculuğa çıkalım; Yaşam standardı sıralamasında      -0.71 endeks değeriyle, İstanbul’da yaşam kalitesi en düşük ilçe olan Esenler’in arka mahallelerinde bir gecekonduya girelim…

"Sokak kapısı tam kapanmıyor.. Eşikten gelen soğuk zaten yerde halısı olmayan evi buz kesiyor. Pencerelerin durumu da cabası… İnsan bazen keşke güneş girmeyeydi de hiç penceresi olmasaydı diyor. Odanın bir duvarında boylu boyunca duran eski bir divan var.. Evin babası orada yatıyor… Yerde ise döşekler evin 4 çocuğu için… Sular yok, dışarıdan taşıyorlar… Çocukların 2’si emzikli, 2’si okullu… Evin annesi küçük bebeklere bakacak kimse olmadığından çalışamıyor. Baba ise yövmiyeli inşaat işçisi… Ama kış gelmiş, inşaatlarda işler kesat… Kimi gün evde, kimi gün çalışıyor.. Mahalle zaten fukara ama elinden geldiğince destek oluyorlar bu aileye… Evin annesi henüz 30 yaşında… Ama sıkıntılı son günlerde… Hamile olduğunu öğrenmiş mahallenin sağlık ocağından… Eşine söyleyemiyor… Yeni bir bebeğe bakacak dermanı yok, en küçük yavru henüz memeden kesilmemiş… Süt korur demişlerdi halbuki, korumamış... Yoksulluk diz boyu, çocukların giyimi-kuşamı, gıdası hep zorluklarla sağlanıyor.
Annenin gözünden akan yaşlar birden evin babasının dikkatini çekiyor… Ne olduğunu sorduğunda kelimeler annenin dilinden öylece çıkıveriyor: “Hamileyim…”

Baba muhafazakar bir yapıya sahip… Önce yerde ki döşeklerde uyuyan dört yavrusuna bakıyor.. Sonra da karşı duvara yama olmuş mutfak tezgahında ki tencereye… Aklıyla kalbi arasında gidip geliyor… Anne ise artık durmaksızın ağlıyor, hıçkıra hıçkıra, durduramıyor kendini… Başındaki yemenisiyle arada göz yaşlarını siliyor… Gözü gibi gönlü de ağlıyor keza...Hem inancından hem ana yüreğinden… Ama yine de dilinden dökülüyor o son kelimeler: “Yazıktır aldıralım bu bebeği…”

Annemiz  bir “katil”(!) artık...

...............................................................
Bir film senaryosu gibi gelmesin size bu hikaye… TUİK verilerine göre ülke genelinde, her 4 kişiden birinin kişi başı harcaması 2.15$’ın altında kalıyorYani ailenin babası ancak 4TL civarında para harcayabiliyor… 4 Ekmek parası yani... Sürekli yoksulluk sınırı altında bulunanların oranı ise %18… Cehaletin ve imkansızlıkların getirdiği sıkıntılardan doğum kontrol yöntemlerine de hakim değiller…

Ülkede ekonomik  tablo böyleyken, son çare kürtaj nasıl cinayetle özdeşleştirilebilir?  Elimizi vicdanımıza koyalım: Hangi kadın isteyerek kürtaj olur? Hem bedenini, hem yüreğini dağlayacak bir süreci hangi kadın yaşamak ister? 

Burada devletin en üst kurumunun sorgulaması gereken, bu gözü yaşlı anneyi kürtaja mecbur kılan “zorunluluklar”dır… Bu zorunluluklar sorgulanmalı ve tedavi yöntemine gidilmelidir. Ya yoksulluk tedavi edilecektir, ya da cehalet… Ama her ne olursa olsun, hayatın olağanca yükünü sırtlanmış kadınlar, vermek zorunda kaldıkları “kürtaj” kararından ötürü “evlat katili” addedilmemelidirler.

Vicdan namına bunu temenni ediyoruz…

İmza:Bir Anne…

23 Mayıs 2012 Çarşamba

HAYATIN BEKLEME ODASI...


Çocuklara hayatın evrelerini resimlerle anlatan bir kitapta okumuştum “Hayatın Bekleme Odası”nı… Kitap psikolojik ve sosyolojik gerçekleri çok tatlı bir dille anlatıyordu. Hayatta karşı karşıya kaldığınız yol ayrımlarında nasıl karar verebileceğinize dair ipuçları da vardı kitapta… Ama benim en çok ilgimi “hayatın bekleme odası” çekmişti.

Hepimizin dönem dönem içine girdiği bir odadır o… Belki çok zorlu bir mücadeleden sonra kendinizi durağan bir süreçte bulursunuz. Bir şeyler yapmak istersiniz yapamazsınız, içinizde kıyametler kopsa da sadece durursunuz, izlersiniz… Adeta bir sabır sınavına girmişsinizdir. Neyi, ne kadar bekleyeceğinizi bilmeden beklersiniz… Bu bekleme bazen bir sütün kaynama süresincedir, bazen ise bir kavak ağacının büyümesi kadar uzun sürer… Bir kavak ağacı dile kolay… Anadolu’da bazı bölgelerde bir çocuk doğduğunda bir kavak ağacı dikilir, o ağaç o çocukla eş zamanlı büyür… Bir ömür yani… Beklenir mi? Beklenene değecekse beklenir elbet… Peki ya neyi beklediğinizi bilmiyorsanız, ya da ne kadar bekleyeceğinizi? Ki genelde bu durumda derin bir belirsizlik mevzu bahistir. Bu odadan kaçış yoktur. Siz o süreyi geleceğe yönelik planlarınızı düşünerek geçirirsiniz. Hayat sizi oraya yönlendirdiğinde, vadesi dolana kadar beklersiniz… Beklersiniz… Beklersiniz…
Hayatta bazen siz beklerken bazıları dağa tırmanmaya başlamıştır, zirveye ulaşıp ulaşamayacağı, zirvede ne kadar kalabileceği, ya da düşüp düşmeyeceği belirsizdir. Ama tırmanır… Ulaşmak istediği hedef nettir, belirgindir. İçinde hedefine ulaşmak için sonsuz bir hırs ve ihtiras vardır. Bu uğurda tırnaklarını kanata kanata tırmanır. Zirvenin ne kadar soğuk olduğundan, orada sadece birkaç kişiye yer olduğundan, orada ne kadar yalnız kalacağından da habersizdir… Ya da her şeye rağmen tercihi bu yöndedir. Bu tür insanlar genelde tek hareket ederler. Kendilerine ümit bağlayan yakın çevreleri, eş dostları bir yere kadar önemlidir. Kendi idealleri için vazgeçebilirler herkesten ve her şeyden… Sonucu her ne olursa olsun o, o yolculuğa çıkmıştır bir kere… Zirveye ulaşacak becerisi, yeteneği, yetkinliği var mıdır diye sorgulamaz… Yıkıcı bir cesaretle tırmanır… Tırmanır… Tırmanır…
Bazısı ise hayat yolculuğunda çatallaşmış bir yol ağzında bulur kendini, bir karar vermek zorundadır. Bu yollardan birinin ucu kapalıdır. Bunu bilir aslında… Ama hangisinin kendisi için en iyisi olacağına karar vermek durumundadır. Yol akıyordur çünkü, arkasından gelenler vardır. Zamanı dar ve kıymetlidir. Bir de önemsediği dostları, yol arkadaşları vardır. Onunla birlikte yol yürümüş, ona inanan güvenen… Onları vereceği kararla üzmek istemez. Hayatın en zor aşamalarından biridir. Biraz duygularıyla, biraz mantığıyla, çokca da sezgileriyle karar verir. İşte tam bu noktada "kalbinin götürdüğü yere git" de denilebilir, "aklının götürdüğü yere git" de… Dar zamanda yolunu seçmiştir artık… Sadece o yolda kararlılıkla yürür… Yürür… Yürür…
Hayatın -sonuçları ne olursa olsun- her evresinden belirli dönemlerde geçmemiz gerekir. Her geçiş bir sonra ki için tecrübe olur. Bazen büyük yanılgılar sonucunda büyük kazanımlar elde edebiliriz. Nasıl ki tabiatın döngüsü insan hayatı içinde önemli bir ipucuysa, insanın yaşam döngüsü de devletler için bir ipucudur. Her devlet kendi yaşam döngüsünden geçer, tıpkı insan gibi... Tırmandığı zamanlar olur, sessizce beklediği anlar olur, karar vermek zorunda kaldığı yol ayrımları olur ya da atağa geçmek durumunda kaldığı anlar olur… Devlet bu kararları verirken tıpkı “insan” gibi sorumlu olduğu yakınlarını düşünmek zorundadır. Yani “millet”ini.. Her kararında faydayı ya da zararı kendi göreceği gibi, milleti de görecektir. Devlet biraz da duygusal olmalıdır bu açıdan… İç sesini dinlemeli, vicdanına kulak vermelidir. Yani aslında yaşayan, canlı bir varlık olmalıdır “devlet”… Sağlam, merhametli, kalbi olan bir canlı…
Yani sözün özü “devlet” kimi insanlar gibi “yalnız” kalma pahasına zirveye tırmanmamalıdır. Eğer ki aşağıda ondan ümitle bekleyen insanlar var ise atacağı her adımı dikkatli düşünmelidir.
Belki de öncelikle “bekleme odasında” bekleyen binleri özgür bırakmalıdır… Neyi, ne kadar beklediklerini bilemeyen binler özgür kalmalıdır ki birlik, bütünlük sağlansın… Zirve her zaman en yüksekte değildir, bazen avcumuzun içindedir. Kalbimizin sesini dinleyip ona ulaşacak en “doğru” yolu bulduğumuzda başarı da kaçınılmaz olacaktır.
Hem de yalnız kalmadan, kanatmadan, kırmadan…

16 Mayıs 2012 Çarşamba

KADIN OLMAK...




Kadın olmak zor... Hele ki bizim güzel memleketimizde daha da zor...  Kadınların, toplumun en büyük ve en etkileyici dinamiği olduğunu farkına varan hükümetin son 10 yıldır uyguladığı “kadını şekillendirme” politikaları altında daha da zor...

Düşünsenize neredeyse her sabaha kadınlara yönelik bir telkin, uyarı vaya yönlendirmeyle uyanıyorsunuz. Efendim; evlenin, üç çocuk doğurun, mini etek giymeyin, dini bütün olun, şöyle oturun böyle kalkın gibi bir sürü tavsiye niteliğinde telkin hatta örtülü yaptırım...

Devlet ve diyanet kolkola kadınları bir hamuru şekillendirir gibi yoğuruyorlar... Mayanın tutacağı vakit gelecektir sabrıyla, ipek böceğinin kozasını örmesi gibi ince ince nakşediyorlar.

Bu nakışın son dönemdeki en önemli ilmeği, ilgili bakanlıktan “kadın” adının çıkarılmasıyla atılmıştır. Bakanlığın adı “Aile ve Sosyal Politikalar” olarak değiştirilmesi tesadüfi bir durum değildir... Burada kadının varlığı ancak aile içerisinde konumlandırılmış, aile olduğu müddetçe kadınlık misyonunun layıkıyla yerine getirileceği öngörülmüştür.

Bu öngörünün ilk somut göstergesi bugün basına düşen bir haberde gizli... Aslında gizli de değil açık saçık ortada... Bakan Fatma Şahin’in “hükümet politikası haline getireceğiz” dediği Evlilik Okulları projesi kapsamında verilen eğitimlerde ki satırbaşları ideallerindeki “kadın” figürüne dair birçok ipucu veriyor;

“Nikahsız yaşamak kadını soysuzlaştırır ve ahlaksızlaştırır…”
“Kadının çalışması aile bütçesine zarar verir…”
“Erkekler kızlık zarına önem verir, buna dikkat edin…”
“Evlilik öncesi birliktelik kınanmalı…”
“Otorite kaynağı babadır…”
“Feministler kadınlara zulüm yapmaktadır…”

Bunlar 2 günlük eğitimden basına yansıyan satır başları… Üzerine söylenecek söz çok fakat en önemlisi devletin diyanetle işbirliği yapıp yatak odamıza kadar gelmiş olması… Yani sabah uyanıyorsunuz ve baş ucunuzda ilk gördüğünüz “devlet” oluyor. Giyiminize, yaşantınıza, sosyal hayatınıza her alanda müdahale ediyor. Görünen o ki genç kızlarımızın makul bir zamanda vakitlice evlenip "kadın" olması caiz görülüyor.

Bireyler kadın olsun, erkek olsun muhafazakar olabilirler. İnsanların ne şekilde ve nasıl yaşayacağına biz karışamaz, karar veremeyiz. Lakin “kişiler” muhafazakar olabilir, “devlet” değil… Din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması da bunun için zaruridir. Devlet bir kimlik olarak "muhafazakarlığı" giyinirse, toplumun bireyleri de istesin ya da istemesin buna ayak uydurmak zorunda kalacaktır. Bu durum da bireysel özgürlüklerin önünde ki en büyük engeldir.

Malum hepimizin bildiği bir söz vardır: “Bir bireyin özgürlüğü bir diğerinin başladığı yerde biter…” Ama bitmiyor işte… Devlet karışıyor, müftü karışıyor, kanaat önderleri(!) karışıyor… Karışıyor babam karışıyor… Kadının yaşamı adeta arap saçına dönüyor… Elleri, kolları, bedeni, zihni başkalarının sürekli baskısı altında…

Kadına dair onlarca sorun varken, kadının sadece bedenine ve medeni haline yönelik politikalar üretmek kısır ve hastalıklı bir tutumdur. Çok değil bundan 15 sene evvel Duygu Asena’nın yazdıklarını bugün yazabilecek feminist sayısı bir elin parmaklarını geçemezken, terazinin öbür yanında yüzlerce kadın yazar bu gidişatı görmezden gelmektedir. Hükümete yakın olmak kaygısıyla kadına dair her politikasını ayakta alkışlayan sivil toplum kuruluşları da cabası…

Sadece fikri ve vicdanı değil, bedeni ve iradesi de hür kadınlar hatta bireyler sosyal devletin ortak özlemidir.

Sizin namınıza başkalarının karar vermesine izin vermeyin...Kendinizi tutsak etmeniz dahi ancak kendi  iradenizle mümkün olmalıdır… Kadın; kendine, bedenine, sosyal yaşantısına, giyim kuşamına, medeni haline ancak ve ancak kendi iradesiyle karar verebildiği zaman gerçekten özgür olacaktır…

Kadınların özgürce siyaset yapabildiği, yazabildiği, düşünebildiği, sevebildiği ve en önemlisi “yaşayabildiği” yarınlar umuduyla…

Kalın sağlıcakla…



14 Mayıs 2012 Pazartesi

1919 MAYIS’ININ 19’UNCU GÜNÜ...


Ne suretle olursa olsun İstanbul’dan ayrılmalı Anadolu’ya geçmeliydi Mustafa Kemal...

Doğu Karadeniz’de neredeyse azınlıkta kalmış Türk halkı, kurulmak istenen Pontus Krallığı’nın baskısı ve zulmü altında kalmıştı... Durumu tam aksi şekilde yansıtmaya çalışan işgal kuvvetleri, hükümete nota vererek Türklerin saldırıları kesmesini yoksa o havalinin işgal olacağını beyan etmişlerdi.

Mevcut hükümet o kadar acizdi ki telaşa kapılmıştı. Durumu farkında olan Mustafa Kemal’in arkadaşları, bizzat padişah ve Ferit Paşa tarafından onun III. Ordu Müfettişi olarak bölgeye gönderilmesini sağladılar... Aslında Mustafa Kemal’in İstanbul’da ve kabinede bir görev alması daha etkili olacaktı. Ama bu mümkün olmasa bile Mustafa Kemal Anadolu’ya “ünvanı ne olursa olsun, fakat yetkileri geniş bir resmi görevle” gitmesi gerektiğine inanıyordu. (Aydemir, 2011)

İsteyerek ya da istemeyerek Mustafa Kemal’in bölgeye tam yetkiyle gönderilmesi kararı alındı...

Mustafa Kemal bu kararı duyduğundaki heyecanını şöyle aktarıyordu:

“....Heyecanımdan dudaklarımı ısırdığımı hatırlıyorum.Kafes açılmış, önümde geniş bir alem vardı. Kanatlarını çırparak uçmaya hazırlanan bir kuş gibiydim.” (Aydemir, 2011)

Dile kolay... Uzun zamandır zor şartlar altında verdiği mücadele onu zaman zaman ümitsizliğe itiyordu. Kendini bir kafeste hapis hissetmekteydi Mustafa Kemal... Bu bir fırsattı, hayallerini gerçekleştirmek, halkı özgürlüğüne ve egemenliğine kavuşturmak için bir fırsat... 



Mustafa Kemal, Harbiye Nazırı Mehmet Şakir’in “ben bu işlerden anlamam, ben bu işte yokum” diyerek mührü bastığı talimatnameyi cebine koyarak İstanbul’da son gecesini geçirdi...




Mustafa Kemal Samsun’a gitmeden önceki son gecesinde bir “sır” gibi anlattığı bir ziyaretten bahseder... Süleymaniye sokaklarının birinde hoş bir eve gitmiştir. Zamansız ve habersiz bu ziyarette kapıyı hizmetçi kız açar... Kız şaşkındır... İçeri almak istemez paşayı; “Beyefendi henüz hazır değil...” der. Mustafa Kemal: “Hele bir misafir odasına al bakalım, beyefendi hazırlanır bu arada...” diye cevap verir. Ev sahibi beyefendi güleryüzlü bir şekilde salona girer. “Bu ne baskın!” der Mustafa Kemal’e... Mustafa Kemal’in acelesi vardır, durumu anlatır... İstanbul’da kaldığı müddetçe onunla az alakalı görünmesini ister fakat iş başladığı vakit yanına gelmesini rica eder... Ev sahibi beyefendi Mustafa Kemal’in ellerini tutar, biraz daha konuşsaydık der... Ama gitmelidir artık Mustafa Kemal... Vedalaşır eski dostu İsmet İnönü’yle, ayrılır konaktan...

16 Mayıs 1919’da pusulası bozuk, köhne bir vapurla yola çıkar Paşa... Üstüne üstlük vapurun tecrübeli ve babacan kaptanı İsmail Hakkı Dursun, Karadeniz sularının da yabancısıdır.

Çok sıkıntılı geçen bu deniz yolculuğu Mayıs’ın 19’u şafak sökerken Samsun’da son bulur...

İşte bu anı Mustafa Kemal:

“1335 (1919) senesi Mayıs’ının 19’uncu günü Samsun’a çıktım..” diye anlatır. Bu cümle Nutuk’un ilk cümlesidir de aynı zamanda...

İşte cumhuriyet sevdalısı, halkının özgürlüğü için çabalayan büyük devrimcinin özgürlük mücadelesi o gün, o limana ayak basmasıyla başlar...

Mustafa Kemal’in, Yunanistan’ın ikiz kardeşi olarak tanımlanan Pontus Cemiyetini Karadeniz’den temizleyerek başlayacağı bu yolculuğu, daha sonra  15 Mayıs’ta İzmir’de Yunanlıların rıhtıma çıkar çıkmaz şehit ettikleri ve Mustafa Kemal’in masaya kapanarak hüngür hüngür ağlamasına neden olan Albay Fethi Bey’in de intikamını alarak 9 Eylül 1922’de son bulacaktır...

İşte başlangıç hikayesi kısaca böyle olan büyük devrimin ilk adımıdır Mayıs’ın 19’u... Bir kurtuluş ve egemenlik mücadelesinin çok zor şartlar altında atılmış ilk adımıdır... Ne bir tesadüf, ne bir rastlantıdır... Kudretli bir devrimcinin her adımını planladığı bir zafer öyküsüdür.

İşte bu devrim öyküsü bizi bugün bağımsız kılar...

İşte bu devrim öyküsü bizim nefesimizdir, özgürce aldığımız...

Samsun’da başlayıp İzmir’de sonlanan Tek Adam’ın hikayesidir, bu topraklar üzerinde yaşayan halka egemenliğini veren...

Memleketin ensesinde ki yabancı baskısından, zulmünden kurtulmasını sağlayacak  ilk hareket Mayıs’ın 19’un da başlar...

Mayıs’ın 19’u işte bu yüzden nefestir, candır, varlık nedenidir... Bunu idrak edemeyenler, henüz Anadolu topraklarıyla olan kutsal bağlarını, özgürlüklerini, bağımsızlıklarını, aidiyetlerini idrak edememişler demektir.

Büyük devrimin ruhuyla Mayıs’ın 19’un da, elimizde bayrak yüreğimizde vatan aşkıyla meydanlarda olacağız.

İnadına, inadına, inadına....

Tam Bağımsız Türkiye aşkıyla...









9 Mayıs 2012 Çarşamba

ETİK VE DİN


Aslında bir çoğumuza uzak ifadeler değil “etik” ve “din”… Etiği ahlak olarak çevirirsek uzun yıllar okullarda aldığımız din ve ahlak bilgisi dersi hafızalarımızda tazeliğini korur hala…

Etik üzerine yazılmış yüzlerce akademik çalışma bulabilirsiniz. Fakat en kestirmeden anlatmak gerekirse tüm akımlar içerisinde bir hatice veya netice meselesi vardır… Nasıl mı?

Kant gibi bir grup düşünür -farklı kollara da ayrılsa- işin hatice kısmındadır. Yani savunduğunuz düşüncenin içeriği, değeri ve doğruluğudur aslolan… Doğruluk derken, etiğin zaman içerisinde ki yolculuğunda Thales ve Demokritos gibi materialist yaklaşımcılardan sonra en nihayetinde “insan”ın etkisini keşfeden Platon “iyi” ve “doğru” olana yönelik kaygıları arttırmıştır. Bu noktada Platon’un meşhur kelamını hatırlamak da fayda var: “İYİ, doğru bir yaşamın kesin ölçütü ve amacıdır.”
Anlaşılan o ki bir grup filozof etiği; iyi olan, doğru olan, ahlaklı olan düşünce biçimi olarak yorumlamıştır,sonucuna odaklanmadan...

Aristo gibi bir grup düşünür ise her zaman neticeye bakar. Sizin düşüncenizin içeriği, doğruluğu ya da iyiliği önemli değildir. Netice o kişinin ya da toplumun çıkarınaysa sorun yoktur. Faydacılık yani kısaca… Faydacılığın yüzyıllar boyu en tehlikeli yanı ,azınlıkların hakkını yok varsaymasıdır… Eh Aristo’nun -aslında köleleri diğer vatandaşlarla bir tutmamak lazım- tezine bakarsak faydacılığın nerelere varabileceğini anlamamız mümkündür.

Felsefenin doğduğu antik Yunan’da yaptığımız kısa bir yolculukla etiğin iki ana kolunu görmüş olduk. Günümüzde de insan faktörünün olduğu her alanda etiği bu iki düzlemde değerlendirebiliriz: Haticeciler-neticeciler… Kuramcılar-Faydacılar…
Dinin ahlaktan yani etikten bağımsız yürümesi mümkün değildir… Aslında matematik dahil hiçbir  kavramın etiksiz yürümesi mümkün değil… İçinde insan olan herşey etikle bir yürür… Burada önemli olan sorun “etik ama nasıl?”dır.

Son günlerde tek din, tek dil söylemleri ortalıkta dolaşıyor, dolaştırılıyor… Birisi dil sürçmesi dedi, öbürü aslında hiç söylenmedi dedi… Ama konu tartışmaya açıldı sonuç olarak… Belki de istenen buydu… Tıpkı başkanlık sistemi gibi once kavram ortaya atılıyor, sonra “olsa da olur olmasa da olur” diyerek geri basılıyor. Nabız yoklanıyor, alıştırılıyor, su ısıtılıyor yavaş yavaş…

Tek din söylemi tamamiyle faydacı etik anlayışıyla söylenmiş bir sözdür, fikirdir. Sonucunda bir kesim yok kabul edilecek, çoğunluğun varlığı ve aidiyeti esas alınacaktır. Söylenen sözün değeri, içeriği, iyiliği ve doğruluğu önemsenmeden istenilen sonuca varmak için sarfedilmiş bir söz “tek din”…

Çıkarlar doğrultusunda sonuca varmak, faydacılık kısa vadede çözüme götürecek bir yol olarak da görülse “insan” faktörünü göz ardı ettiği için uzun vadede  telafi edilemeyecek yaralar açacaktır…

Aslında “faydacılık” mevcut yönetimin yol haritası gibi görünüyor… Dile getirilen her öneri bir grubun çıkarları üzerine kurulu adeta… Bu yolun çok tehlikeli olduğunu hatırlatmakta fayda var… Sürekli üstünden atladığınız “insan” faktörü birgün karşınıza dağ olur çıkar… Bizden söylemesi…


1 Mayıs 2012 Salı

GODOT’YU BEKLERKEN…




“Boş konuşmalarla zamanımızı harcamayalım!
Fırsat varken bir şeyler yapalım!
Her gün birilerinin bize ihtiyacı olmuyor.
Aslında özellikle bize ihtiyaç duymuyorlar.
Başkaları da daha iyi olmasa bile, aynı derecede bizim yaptıklarımızı yapabilirlerdi. Kulaklarımızda çınlayan şu yardım çığlıkları bütün insanlığa yöneltilmiş! Ama burada, zamanın bu anında, istesek de istemesek de bütün insanlık biziz. Çok geç olmadan bundan yararlanalım! Zalimce bir alın yazısının bize layık gördüğü iğrenç güruhu hakkıyla temsil edelim! Ne dersin?”

Der Vladimir… Estragon sessiz kalır, bir şey söylemez…

“Godot’yu Beklerken” Samuel Beckett’in unutulmaz eseri… Ankara Sanat Tiyatrosu’nun ilk oynadığı oyun… Avant-garde tiyatro akımının lokomotiflerinden…Burjuva ideolojisinin temsil ettiği biçimsel gerçekliğe karşı bir manifestodur…

Tüm oyun boyu “Godot” beklenir… Godot kimilerine göre tanrıdır, varlıktır, mutluluktur, başarıdır, umuttur, inançtır… Ama en çok direniştir.. İki yol arkadaşının gelmeyeceğini bildiği halde günlerce aç, susuz bekleyişleridir Godot...  Hiçbir zaman gelmeyeceğini bile bile beklenendir. Kahramanlar merkezi hiçlikte eylemsel anlamda felçli gibidirler… Kekelerler konuşamazlar, eylemleri kısıtlıdır, durağandır… Ama hep beklerler…

Çoğu zaman birbirleriyle anlaşamazlar ayrılmaya karar verirler, beceremezler, vazgeçerler:

"Vladimir: Seninle geçinmek çok zor Gogo.
Estragon: Ayrılsak daha iyi olur.
Vladimir: Hep böyle dersin ve her seferinde de kuyruğunu kıstı­rıp geri dönersin."

Ne kadar bilindik bir durum öyle değil mi? Ne kadar yaşamın içinden...

İki arkadaş nezdinde ezilmiş toplumların çaresiz bekleyişini anlatmıştır Beckett… Umudun yeşerttiği yaşam sevincini,acıyı, paylaşımı… Farkındalığın rahatsız edici, tetikleyici varlığını… En iyisi farkında olmamak dedirtecek kadar yaralayıcıdır yaşam…

Aslında bizde Godot’yu bekliyoruz toplum olarak.. Hiç gelmeyeceğini bildiğimiz adaleti, demokrasiyi , özgürlüğü…
Gözümüzü çoğu zaman gerçeklikten uzaklaştırıyoruz…  Kaçıyoruz çünkü hayattan…

“Vladimir sustuğunda Estragon uykuya vurur. Hayattan kaçma uykusuna…”

 Godot gelmeyecek bunu görmek lazım... Eylemsizlik üzerimize serilen ölü toprağıdır...Hayattan kaçma uykusundan uyanmamız dileğiyle...