Sol yanım...

21 Ocak 2013 Pazartesi

UĞUR MUMCU’YU ANLAMAK...


Bu sene Adalet ve Demokrasi Haftası’nın 20. yılında Uğur Mumcu’yu saygıyla ve özlemle anıyoruz. 24 Ocak 1993’de evinin önünde hain bir suikaste kurban gidişinin üzerinden 20 yıl geçti. 20 Yıl boyunca toplumun geniş kesimi tarafından fikirleriyle anıldı Uğur Mumcu ve anılmaya da devam edecek.

Bu yıl Mumcu’nun anılacağı Adalet ve Demokrasi Haftası’na girme arifesinde başbakanın bir açıklaması dikkatimi çekti. Başbakan ziyaret için gittiği Gaziantep’de "Bu ülkede ulusalcı geçinenler önümüzü kesmeye çalıştılar. Kesemediler, kesemeyecekler. Ulusalcıların uzantısı olmaya aday olanlar bizden bir şey beklemesinler” diyerek, ulusalcılara duyduğu öfkeyi açık etti. Ben bu açıklamasının aslında bilinçaltının bir tezahürü olduğunu düşünüyorum. Başbakanın, Mumcu’nun anılacağı bir haftanın eşiğinde “ulusalcıların uzantılarına” seslenmesi aslında manalı bir mesajdır. Bu mesajı doğru okumak, iktidar nezdinde akibetimizi görmek için doğru anlamak gerekir.

Bilmem farkında mısınız AKP iktidarının hüküm sürdüğü son 10 yıl boyunca ulusalcılık gitgide itibarsızlaştırıldı. Faşist olmakla eş tutuldu. Bunu sağlayan sadece AKP olsa iyi. Solun kendi içinde de üvey evlat muamelesi yapılmaya başlandı ulusalcılara. Ulusalcılığın sosyalist düşünceyle zıt olduğunu savunan solcular, AKP’den çok ulusalcılara vurdular. Hatta bu öfkesine yenik düşenler ulusalcılarla aynı safta yer almamak için “yetmez ama evetçi” dahi oldular. Aynı zihniyet hem sosyalist hem Atatürkçü olunamayacağını da savunuyordu ne yazık ki. Yazık gerçekten çok yazık…

Yazık çünkü hem sosyalistlerin hem ulusalcıların yürekten, özlemle andığı Uğur Mumcu ikisinin bir arada olabileceğini düşünüyordu. Bu konuyu sanıyorum ki en iyi Mumcu’nun ifadeleriyle açıklayabiliriz. O zaman gelin Mumcu’nun 1985 yılında Saçak Dergisi’ne verdiği bir mülakata göz atalım. Mumcu sosyalizmle ulusalcılığı bakın nasıl harmanlıyor: Sosyalist eğilimli bir insanım - sonra tanımlayacağım, nasıl bir sosyalist görüşte olduğumu. Sosyalizm İdeolojisi evrensel bir ideoloji... Kültür gibi, onun da evrensel kaynakları var. Bu kaynakları incelemeye çalıştım. Ütopik sosyalizmden yola çıkarsınız; Karl Marks, Engels, Lenin, Kautsky, Bernstein, Rosa Luxemburg, Stalin, Sovyet devrimi, bunları incelersiniz. Avrupa sosyalizmini 1830-1848 çalkantısını okursunuz. Avrupa Komünizmini değerlendirirsiniz. Bunlar, evrensel sosyalist kültürün genel kaynaklarıdır ama yalnızca bu yetmez; yaşanan güncel olayları da izlemeniz gerekir, izlemeniz gerekir ki, dünyadaki sosyalist gelişmeleri ya da sosyalizm adına savunulan politikaları yakından bilesiniz.
Asıl ağırlık verdiğim nokta ulusal gerçeklerdir. Ulusal gerçeklerden de kastım şudur: Hiçbir teori, bir ülkede tümüyle uygulanamaz. Örneğin bugün çok yaygın bir deyim olan sosyal demokrasi, gelişmiş sanayi toplumlarının ürünüdür. Gelişmiş sanayi toplumları da bugünkü gelişme düzeylerine, emperyalist sömürü ve sömürgeci yönetimlerle gelmişlerdir. Onun için Türkiye'de "ben sosyal demokratım" diyen bir insanın, herhalde bir Alman sosyal demokratından, bir Fransız sosyal demokratından farklı yanları olması gerekir. O farklı yan anti-emperyalizmdir.” (Saçak Dergisi mülakatını http://elfintataroglu.blogspot.com/2012/11/solun-sorunlari.html ‘dan okuyabilirsiniz.)

Mumcu’nun tarifi çok açık aslında. Sosyalist düşünce çatısı altında, anti-emperyalizm ortak paydasıyla, ulusal düşüncede farklılaştırıyor kendini.Yani bu topraklarda yaşayanlar kendi gerçekliğine göre yorumlamalıdır sosyal-demokrasiyi ya da sosyalizmi diyor. Bunun neresine itiraz edilebilir acaba? Ama içinde bulunduğumuz süreç bu görüşü reddediyor. Ve görünen o ki önümüzde ki 20 yıl içerisinde ulusalcılar ciddi bir ötekileştirilme prosesine girecekler.  Emperyal güçlerin isteği bu yönde. Ve bu süreç çoktan işlemeye başladı.

Hakikati söylemek zordur. İnsan gözünü hep gerçeklerden kaçırır. Ama gerçekler kaçmaz. Bir duvar gibi önümüze dikilirler. Ben her vicdanlı solcunun içinde bir yurtsever olduğuna inanırım. Bu bağlamda da Mumcu’nun fikirlerinden yola çıkarak içinde bulunduğumuz bir tehlikeye işaret etmek istedim. Umuyorum ki Mumcu’yu anarken onun fikirlerini de anlamaya ve yaşatmaya çalışırız. Çok geç olmadan…

19 Ocak 2013 Cumartesi

ETNİK TEMİZLİK İDDİALARI...


ETNİK TEMİZLİK İDDİALARI...

Kurucu önderimiz Mustafa Kemal Atatürk’e yönelik sistematik saldırılar yıllardır olduğu gibi bugünde devam etmekte. Bu saldırıların bir kısmı bilinçli, bir kısmı ise bilinçsizlikle yapılıyor. Bilinçsizliğin birkaç nedeni olabilir: cahillik, bilgisizlik, ön yargılarla yaklaşmak ya da yanlış kaynaklardan faydalanmak. Son günlerde Ege’de Rumlara etnik temizlik yapıldı iddiaları üzerine bu yazıyı yazma ihtiyacı hissettim. Tarihçi değilim. Ama doğru kaynaklardan yola çıkarak tarihi doğru okuyabileceğimize inanırım. Şimdi biraz yakın tarihimizi okuyalım isterseniz…

Gerçekten iddia edildiği üzere Ege’de Rumlara etnik temizlik yapılmış mıydı?

Aslında bu soruyu sormak bile abesle iştigal. Yine de ısrarla emperyal tarih kaynaklarına güvenen ve yerli tarih kaynaklarının hamasetle dolu olduğunu düşünenlere bizzat emperyalist güçlerin tuttuğu bir rapordan bahsedeceğim.

Fakat önce Accord Tripartite’den başlamak gerek. Sevr Andlaşmasıyla birlikte duyurulan ek anlaşma Accord Tripartite’e (Üçlü Anlaşma) göre Türkiye’nin güneydoğusu İngilizlere, Çukurova ve çevresi Fransızlara, Güneybatı Anadolu İtalyanlara sömürge bölgesi olarak veriliyordu. Osmanlı yönetimi Sevr ile birlikte bu anlaşmayı da kabul edip imzalamıştı. (Osman Olcay, Sevres Andlaşmasına Doğru, s.542 vd) Buraya kadarını ortaokulda öğrenmiştik zaten.

Peki ya Yunanlılar?

Paris Barış Konferansı’nda Anadolu topraklarını paylaşmak üzere kolları sıvayan Avrupa devletleri İngiltere önderliğinde bazı kararlar aldılar. İzmir’i aslında İtalyanların istediği hepimizin malumu. Burada şu soruyu sormadan edemiyorum: Velev ki İngilizler engel olmasa ve İzmir’i işgal görevi İtalyanlara verilse bu sefer Ege’de İtalyanlar mı etnik temizliğe uğradı bahanesi geçerli olacaktı? Bu varsayımı bir kenara koyup meselenin özüne dönelim. Yunanlıların İzmir’e girişi, aynı gün 2000 Türk’ü katledişi ve ardından sınır tanımaz hareketleri tüm kamuoyunu rahatsız etmişti. Çünkü Yunanlılar belirlenen sınırlar içerisinde kalmamıştı. Pervasızca saldırıyorlardı.

Evet Yunanlılar “Rumlara etnik temizlik” yapılıyor bahanesiyle İzmir’e girmişlerdi. Elbette ki bir bahane uydurulacaktı bu işgal için.

Fakat o sıralar kamuoyunun tepkilerini dindirmek için İstanbul’da beklenmedik şekilde bir araştırma komisyonu kuruldu. İstanbul’da ABD Yüksek Komiseri olan Amiral Bristol başkanlığında, bir İtalyan, bir Fransız ve bir İngiliz subayından oluşan komisyonun görevi,  Ege bölgesinde çalışmalar yapıp, işgalden önce Rumların zulme maruz kalıp kalmadığını tespit etmekti. Bölge biraz genişti. Çünkü Yunanlılar işgal için belirlenen sınırların dışına çıkmışlardı.  Soruşturma sonucunda çıkan raporda, 15 Mayıs öncesinde bölgede Rumlara bir baskı uygulanmadığı, Yunanlıların güvenliği sağlamak amacıyla değil istila etmek amacıyla hareket ettiği belirtildi. Yani günümüzde de dile getirilen “etnik temizlik” bahanelerinin açıkça yalan olduğu Bristol Raporlarında da mevcuttur.

Bu bilgiler tarih kitaplarımızda zaten var. Ben sadece kısa bir hatırlatma yapmak istedim. Bu meseleleri temcit pilavı gibi sürekli ortaya sürmenin manası nedir anlayabilmiş değilim. Sürekli Atatürk’ü ve Cumhuriyet devrimini karalamak adeta bulaşıcı bir hastalık gibi. Bu hastalığa yakalananlara en güzel cevap belgelerle ve kayıtlı tarihle verilebilir. Fakat kayıtlı tarihin de ötesinde bu topraklarda bir de manevi hassasiyetler mevcuttur. Bu hassasiyetleri yürekte hissetmek için öncelikle insanın kendisini bu topraklara ait hissetmesi gerekmektedir.

Ülkemizde 10 yıllık iktidarın yarattığı nice sorun ve çıkmaz var iken her fırsatta Atatürk’ü tartışmaya açmak gaflettir. Son günlerde televizyon ekranlarında da pervasızca Atatürk’ü eleştirenlere karşılık tarihçi yazar Gürkan Hacır’ın Ma’Amin kitabından bir alıntıyla cevap vermek isterim: “Atatürk bizim için sadece kurucu önder ve tarihi bir şahsiyetten ibaret değildir. Atatürk bizim kurucu doktrinimizin adıdır. Bu ülkede modernleşmenin , çağdaş eğitimin adıdır. Tüm bunların ötesinde O, bizim kuruluş felsefemizin adıdır.”

Evet yazarın da  belirttiği gibi Atatürk, cumhuriyetin kuruluş felsefesinin adıdır. Ve bu felsefe toplumu bir arada tutan önemli bir güçtür. Yıllardır ülkemiz üzerinde oynanan tüm oyunlara rağmen hala ayakta durabiliyorsak bunun en önemli nedenlerinden biri ortak paydamız, bağımız olan Mustafa Kemal Atatürk ve onun ilkeleridir. Bu böyle bilinmelidir.

15 Ocak 2013 Salı

KADIN MI? HANGİ KADIN?


Kadın mı dediniz? Hangi kadın? Her gün gazetelerde ölüm haberleriyle anılan kadın mı? 3 Çocuk doğurtulup elleri kolları bağlanan, maddeten ve manen esir edilen kadın mı? Hangisi?

Artık kadının adı resmen yok. Rahmetli Duygu Asena’nın ruhu şad olsun. Ne güzel demiş “kadının adı yok” diye. Nice yazımda iktidarın adım adım itibarsızlaştırdığı kadınların Türkiye’de bilinçli bir şekilde  ötekileştirildiği yazmıştım. Artık kadına karşı uygulanan zulmün önüne geçilemiyor. 2013’e girdiğimiz şu günlerde gazeteler kadın cinayetleri ve şiddet haberleriyle dolu. Üstüne üstlük yoğun siyasi gündemden ötürü bu haberler hızla geçiştiriliyor.

Samsun’da 23 yaşında 3 çocuk annesi Sibel’i kayınpederi kürekle dövüyor. Sibel’in kolu kırılıyor. Ama yapacak bir şey yok. Sibel sahipsiz. Geriye Sibel’in hastanede boynu bükük, çaresiz haldeki fotoğrafı kalıyor. Kocaeli Gebze’de 37 yaşındaki 3 çocuk annesi Şebnem ödenmeyen nafaka parasını almak için eski eşinin işyerine gittiğinde hem eski eşi hem onun kardeşi tarafından dövülüyor. 3 Çocuğun geçimi dile kolay... Geriye kalan emniyette çekilmiş tek kare fotoğraf: Şebnem çaresizce ağlıyor. Ankara’da 34 yaşında, bir çocuk annesi Gönül eşi tarafından bıçaklanarak öldürülüyor. Gönül daha evvel de eşi tarafından bıçaklanmış fakat eşinin baskısıyla aile mahkemesinden aldığı uzaklaştırma kararını iptal ettirmiş. İptal ettirdiği karar sonunda eceli oluyor Gönül’ün. Aydın’da 40 yaşındaki Emel eski erkek arkadaşı tarafından bıçaklanarak öldürülüyor. Bu olaylar, Ocak 2013’ün ilk günlerinde basına yansıyanlardan sadece birkaçı... Geçen yıl 165 kadının öldürüldüğü tespit edilmiş. Bunlardan birisi polis memuru Gülşah.

Hangi sosyal statüden gelirse gelsin Türkiye’de kadınlık hali içler acısı. Şiddet gören her kadın, devlet tarafından koruma verilen AKP milletvekili Fatma Salman Kotan kadar şanslı olamıyor. AKP’li kadın vekilin, erkek egemen sistemin mağduru olarak yaptığı ilk açıklama ise akıllarımıza durgunluk veriyor: “Başbakan için canımı bile verebilirim, beni 2 dönem milletvekili yaptı”. Öyle ya vekilin hayatının maddi olarak kurtulmuş olması ona yetiyor da artıyor bile. Nerde ki toplum bilinci, kadın haklarını savunma, kendisi kadar şanslı olmayanlar için girişimlerde bulunma... Yok. Bireysel çıkarlar üzerine kurulu bir sistemde ne bekleyebiliriz ki... Joan of Arc olmalarını mı?

Dünya git gide kirlenen bir sistemin içine giriyor. Hindistan’dan gelen metroda kadın tecavüzü ve öldürülme haberleri tesadüf değil. Belki size komplo teorisi gibi gelecek ama o olayların arkasından kasetler ve seks ticareti çıkarsa şaşırmayın. Zira benzer türde vakalar İsveç’te de görülmeye başlandı. Yıllar evvel Hollywood filmlerinde bu olayların sinyalleri verilmişti.

Yoksulluğun hızla artması, ardından ahlaksızlığı ve şiddet yoğun bir toplumu getiriyor. Bizim gördüğümüz bu kadın cinayetleri  buz dağının görünen yüzü. Bir de bizim görmediğimiz karanlık dehlizler var. Küçük kızların satılması, fuhuş, kadınların zorla çalıştırılması. Ve o batakhanelerde kaybolan kadınlar... Adından “kadının” çıkarıldığı Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı acaba bu konuda ne tür çalışmalar yapıyor? Nüfus cüzdanı bile çıkarılmamış küçük kızların babaları yaşındaki adamlarla evlendirilmesi hususunda aldıkları tedbirler nelerdir?

Eğer ki her gün gazetede en az bir kadının katlediliş haberini okuyorsak, bunun karşılığında her gün ilgili bakandan bir çözüm önerisi de okumalıyız. Sibel, Şebnem, Gönül, Emel ve niceleri sahipsiz olmadığını bilmeli. Yoksa korkarım ki yakında güzel ülkemizde de hiç duymaya alışık olmadığımız türden kadın tecavüz ve katliamlarını okumaya başlayabiliriz. Acilen gerekli tedbirler alınmalı.  Acilen.


8 Ocak 2013 Salı

HATIRALARLA ÇEŞME




Bu hafta hiç siyaset yazmak istemiyor canım. Arada sıyrılmak gerek bu kötü gündemden. Arınmak. Arınmak için sığınacağımız en güzel liman çocukluk hatıralarımız belki de... Benim hatıralarımı en güzel kılan unsur Çeşme’dir. Her sene doğumgünüme denk gelen yaz tatili başladı mı maaile soluğu Çeşme’de alırdık. Annemi, teyzemi, dayımı anneannemle dedem hep Boyalık Koyu’na götürürmüş 60’lı yıllarda. O gün bugündür bizim mesken hiç değişmedi. Annemle babam evlendikten sonra ilk ikametleri Boyalık Sitesi oldu. 1977 Yılında tamamlanan bu büyük site çocukluğumuzun en güzel hatıralarının beşiğiydi. Konuşmayı öğrenmeden yüzmeyi öğrendik denizinde. Kumdan kalelerde olgunlaştırdık hayal dünyamızı. Biraz büyüyünce atladık bisikletlerimize ve keşfettik çevre siteleri. Çok cesurduk. En yakın arkadaşım Oya’yla Paşalimanı’na gider, yüzerek karşıdaki sıcak su kaynağına gider geri dönerdik. Şimdi oğlumun denizde 10 metre açılmasına izin vermeyen ben böyle büyüdüm. O yılları Çeşme’de yaşayanlar iyi bilir. Mevsimler bir başkaydı 80’lerde... Akşamları soğuk olurdu Çeşme. Kazaksız çıkamazdık sokağa. Ama tehlike nedir bilinmezdi. Güvenliydi sokaklar, caddeler. Herkes birbirini tanırdı. Zaten gidilebilecek yerlerde sınırlıydı. Dost Pide, dondurmacı Apo ve tek eğlence Altınyunus’un oyun salonu... Zaten bir grup insandık. Bilirdik birbirimizi...

İlk Kuşadası’na gidişimi hiç unutamıyorum. Koca bir şehir gibi gelmişti bana. Çeşme’yi özlemiştim hemen. Sardunya ve deniz tuzu kokan güzel Çeşme’yi. Çeşme bizim için yazlık değildi çünkü. Doğup büyüdüğümüz yerdi. Genlerimize işlemişti temiz havası, dokusu, tabiatı. Mavinin her tonunu bulabileceğiniz denizi yabancılar için çok dalgalı gelirdi. Bizim içinse denizinin dalgası en güzel eğlencemizdi. Rüzgarını sevmeyen yerli turistler bilir miydi ki o rüzgar ömür uzatırdı. Rahmetli anneannem 2 sene fazla yaşadıysa o rüzgar sayesindeydi. Kalp hastasıydı kendisi. Gece rahatsızlandı mı saat kaç olursa olsun dışarı çıkar nefes alırdı derin derin. İyileştirdiğine inanırdı Çeşme oksijeninin.

Bizde inandık. Çeşme’nin bize sunduğu tüm güzelliklere inandık, bağlandık. Küçüklüğümde çoğunlukla İzmirliler vardı Çeşme’de bir de tek tük Ankaralılar. Çeşme’yi o yıllarda keşfeden Ankaralılar da bizim gibi müptelası olmuşlardı. O kadar uzun yolu Çeşme aşkına gelirlerdi her sene.

Şimdi Çeşme büyüdü. İstanbulluların Alaçatı’yı keşfiyle kalabalıklaştı. Eskiden tanıdık olan yüzler artık kalabalıkta seçilemiyor. 10 Yaşındaki bir çocuğun bisikletle Boyalık’tan Paşalimanı’na gidişi neredeyse hayal oldu. Ticari olarak büyüyecekti Çeşme. Çağa uygun gelişecekti. Bunu anlıyorum. Ama yinede ne şanslı çocuklarmışız demeden de geçemiyorum. Çeşme’nin o yalın haline şahit olduk. Yaşama sansına sahip olduk. Şimdi çocukluğumdaki Çeşme’yi yaşamak için kışın ara sıra Çeşme’ye giderim. Sokaklarındaki boşluk saf rüzgarını hissetmemi sağlar. Ve bana çocukluğumu hatırlatan sardunya ve begonvil kokusunu içime çekerim.

Siyasetin yoğun gündeminden bunaldığımız şu günlerde size biraz rüzgar, biraz deniz tuzu, biraz sardunya kokusu olsun istedim bu yazdıklarım. Nerede yaşamak  zorunda olursanız olun çok bunaldığınızda siz de çocukluğunuzun güzel anlarına sığının. Derin bir nefes çekin ana kokan baba kokan o topraklardan. İyi gelecektir inanın. Sevgiyle, dostlukla kalın.


5 Ocak 2013 Cumartesi

KÜÇÜK PRENS




Koltuğunda sallana sallana açıklama yapan İzmir İl Milli Eğitim Müdürü, hiç okumadığını belirttiği “Fareler ve İnsanlar” adlı romanın çok gerekli olmadığını beyan ederek bizi yepyeni bir tartışmanın içine attı. Arkasından Bakan Dinçer “Şeker Portakalı” ve “Fareler ve İnsanlar” romanlarına yönelik velilerden şikayetler olduğunu belirtti. Ve yeni yılın ilk günlerinde nasıl olduysa süt liman giden gündemimiz yine çorbaya döndü. Çorbaya döndü çünkü tüm kavramlar birbirine karıştı. Tam çocuk romanlarının sansürü konuşulurken bu sefer Kültür Bakanı Günay’dan, Brad Pitt'in vizyondaki “Killing Them Softly” filmine yönelik sansür hatta vizyondan kaldırma teklifi geldi. 2013’e ne muhteşem bir giriş yaptık öyle değil mi?

Aslında meselemizin özü sansür tartışmasıdır. Çocuklarımız her gün saatlerce internette neler yapıyor, hangi zararlı görüntü ve bilgilere ulaşıyor, facebook’ta saatlerce kimlerle ne yazışıyor sorgulamadan, okudukları derin anlamları ve kazanımları olan romanlara bulduk kabahati. Fareler ve İnsanlar’daki arkadaşlık, yoksulluk ve ırkçılık üzerine öğretileri bir kenara ittik ve 16. sayfasında geçen “…Hatta canım isterse bütün geceyi kerhanede geçirirdim be” cümlesinde boğduk koca bir romanı. Tabi ya ne ayıptı bu cümle. Okumasındı çocuklarımız.

Peki ya Şeker Portakalı?

Günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsü” diye başlayan ve roman boyunca 5 yaşlarındaki kahraman Zeze’nin yoklukla ve imkansızlıklarla mücadelesini anlatan bir roman. Benim küçükken Gülten Dayıoğlu romanları ve öykülerinin haricinde okuduğum en güzel dünya klasiklerindendi. Hiç rahatsız edici bir yanı olmadığı gibi başka çocukların acılı yaşamlarıyla nasıl başa çıktıklarını anlamaya çalışmış ve koşullar ne olursa olsun hayallerimizden vazgeçmemeyi öğrenmiştim Şeker Portakalı’ndan. Yani en basit tabiriyle “empati”yi.

Toplumumuzun eğitim seviyesi ve yaşam koşulları göz önüne alındığında bu eserlerin içindeki sembolleri ve aktarılmak istenen mesajları derinlemesine anlamaları beklenemez. Ama bu en üst düzey yöneticilerin görevidir. Bu noktada doğru kararları vermek Milli Eğitim’in en tepe yöneticisinden başlar. Onların yasakçı tutumu ise anlaşılır ve affedilir gibi değildir.

İlk okuduğum romanlardan olan Küçük Prens’de (Le Petit Prince) hiç unutamadığım bir diyalog vardır. Bu sansür tartışmaları aklıma ilk o diyaloğu getirdi. Kitabın kahramanı Küçük Prens yazarla ilk karşılaşmasında bir koyun çizmesini ister. Yazar defalarca koyun resmi çizer ama Küçük Prens beğenmez. En sonunda yazar koyunu içinde saklayabileceği bir sandık resmi çizer. Bu Küçük Prens’in hoşuna gitmiştir. Öyle ya istediği koyunu hayal etmekte özgürdür o sandığın içinde. Bu sefer yazar Küçük Prens’e bir ip vermeyi teklif eder. Koyununu bağlaması için.
Küçük Prens şaşırır bu teklife: “Onu bağlamak mı? Ne tuhaf düşünce bu!” der.
Ve aralarında şu diyalog gelişir:

- Ama bağlamazsan, alır başını her yere gider ve kaybolur...
- Peki, nereye gider ki sence?
- Nereye olursa. Burnunun doğrusuna...
- Ziyanı yok, benim gezegenim o kadar küçük ki!

Ve biraz da hüzünle Küçük Prens ekler:

-       Burnunun doğrusuna giden insan çok uzağa gidemez...

İşte aslında tüm bu tartışmaların özünde Küçük Prens romanındaki bu aforizma vardır: “Burnunun doğrusuna giden insan çok uzağa gidemez”.

Biz ne yazarsak yazalım, ne dersek diyelim burnunun doğrusuna giden bu iktidar zihniyeti çok uzağa gidemez. Yerinde saymaya mahkumdur.

1 Ocak 2013 Salı

HATİCE OLMAK




15 Yaşıma geri dönüyorum. Düşünüyorum o yılları… Okul yolu geliyor gözümün önüne. Her sabah Sevinç Pastanesi’nin önünde arkadaşlarımla buluşur, birlikte yürürdük okul yolunu. Alsancak ekibi: Sabrina, Süleyman ve ben. Arada Özgür’le Serdar’da katılırdı aramıza. Sabahın köründe hoş sohbetlerle, gülerekten yürürdük Saint Joseph yolunda. Kız, erkek farkı yoktu dostluklarımızda. Arkadaştık  işte. Arkadaşlığın cinsiyeti mi olurdu? Biz başka bakardık dünyaya. İzmir’de doğup büyümenin farkıydı belki de. Kordon’da, Kıbrıs Şehitleri’nde, Fuar’da, Karşıyaka Çarşı’da ışıl ışıl gençleri görebilirdiniz günün herhangi bir vakti yan yana, dostça. Kimse karışmadan yaşarlar gençliklerini. Aydınlık, çağdaş.

Nereden mi aklıma geldi lise yıllarım? 2012’nin son günlerinde bir haber düştü medyaya. Beni o yıllarıma götüren bir haber. 15 Yaşındaki Hatice’nin cansız bedeni bulunmuştu Batman Çayı’nda. Hatice 13 yaşında evlendirilmişti. Evliliği yürümeyince baba ocağına dönmüş. Orada kuzenlerinin tecavüzüne uğramış ve hamile kalmıştı. Dedesi katli vaciptir demiş ve iki amcası tarafından katledilmişti. Katliamı “töre” diye açıkladı caniler. Kendi ayıplarını örtmek için her seferinde başvurdukları “töre” örtüsüne sardılar Hatice’nin cansız ve çocuk bedenini. Hatice 4 aylık hamileydi öldürüldüğünde. Hamile kalmasaydı muhtemelen tecavüz işkencesi devam edecekti. Bu işkence ne kadar sürer ve kimlerin tecavüzüne uğrardı allah bilir. Ama hamile kaldı ya artık başa belaydı ve yok edilmeliydi Hatice.

Yok edilmek mi? Hayır aslında Hatice yaşarken de yoktu! Hiç var olmadı hatta. Bir eşya gibiydi baba evinde. Cansız ve değersiz bir eşya. Satıldı, mutlu olamadı geri döndü, tecavüze uğradı, öldürüldü. Yaşam hikayesi hep başkalarının kurguladığı şekilde gelişti. Hiç sevmedi, sevilmedi belki de. Mutluluğu bulamadan aramızdan ayrıldı Hatice. Gençliği, özlemleri, hayalleri ve umutlarıyla ayrıldı aramızdan.

Hatice’yle akranları arasındaki fark neydi? İzmir’de 15 yaşındaki bir genç kız arkadaşlarıyla rahatlıkla gezebilirken, Doğu’da Güneydoğu’da bazı genç kızlarımızın yaşadıklarının adı kader mi yoksa töre miydi? Henüz daha gençliğinin ilk demlerinde yaşamaya mahkum oldukları zulüm nasıl açıklanabilirdi?

Hatice olmak zordu. Hatice’nin yaşadığı her yıl batıdaki bir kadının 3 yılına bedeldi sanki. Hatice 15’inde öldürüldüğünde ruhu 45’inde gibiydi. Hatta belki daha yaşlı. Yorgun. Yaşadığı bölgedeki erkek egemen, feodal sistem kız çocuğuna doğar doğmaz bir rol biçiyordu. Senaryosu eline zorla tutuşturulmuş bir rol. Ve o orada 13 yaşında babası yaşında bir adamla  zorla evlendirilirken, İzmir’de yaşayan bir akranı henüz yeni genç kız oluyordu. Hatice’ye çocukluktan genç kızlığa geçiş hakkı tanınmamıştı. O kadın olmak zorunda kalmıştı henüz 13’ünde…

Bu devranın böyle sürüp gitmemesi, Hatice’lerin çocuk gelin olmaması ve töre kılıfına kurban gitmemesi hepimizin elinde aslında. Öncelikle ilgili bakanlığın doğu ve güneydoğu’ya özel çalışmalar yapması lazım. Sonra mecliste töre cinayetleri için ağırlaştırılmış hapis cezalarının çıkarılması gerekli. Ama en önemlisi devletin başının kadın söylemini, dilini acilen değiştirmesi lazım.  Bu kadını itibarsızlaştırma politikası bulaşıcı hastalık gibidir. Devletin başında başlayan bu hastalık zamanla tüm vücuda yayılır. Hastalık yayılmaya başladı bile. Korkarım ki hızla ilerliyor.

Bu satırları yazarken yine kendi gençliğime dönüyorum. Ve Hatice için kendimi suçlu hissediyorum. Hepimizin biraz suçu var Hatice’nin ölümünde. Ve tepkisiz kaldığımız müddetçe can verecek her genç kızın ölümüne ortak olacağız. Her birimiz.


BİR YILIN SON GÜNLERİ- MURATHAN MUNGAN


BİR YILIN SON GÜNLERİ

Bir yıl daha bitiyor
İşte bu kadar duru,bu kadar yalın
Bu kadar el değmemiş
Sıradan bir gerçeği daha
kolları bağlı hayatımızın
Bu şiire nasıl dahil edilebilir bir yılın son günleri
Her sonda,her başlangıçta ve her defasında
Alır gibi başkasını karşımıza
Perdeler çekip,ışıklar söndürüp
oturup yatağın içinde bir başımıza
Sorgulamak kendimizi
Öğrenmek ikimizin anadilini,ikinci belleğimizi
Öğrenmek kendimizle hesaplaşmanın buzul ilişkilerini
Bu aynanın dehlizlerinde gezinirken görürüz
Karanlık günlerimizin kenar süslerini
Biterken yılın son günleri
Biliyoruz takvimler belirlemez değişimin mevsimlerini
Gençlik ikindilerini
Kargınmış bir çocuktuk büyüdüğümüzden beri.

Bir yıl daha bitiyor
Düşlerim ,tasalarım,yarım kalmış onca şey
Her yıl biraz daha kısalıyor bir öncekinden
Bana mı öyle geliyor
Yoksa daha mı hızlı ilerliyor zaman
İnsan yaşlanırken?

Kırdım mı incittim mi birilerini?
Kimleri kazandım, yitirdiklerim kimler.
Kendimi yeniledim mi yazdıklarımda?
Yeniden düşünmeliyim
Dostluklarımı, ilişkilerimi
Çoğalttım mı eksiklerimi?
Gözlerim çocukluk fotoğraflarında mı kaldı?
Yitirdim mi yoksa masumiyetimi?
Borçlarımı ödedim mi?
Doğru seçtim mi soruların fiillerini?
Tırnaklarım kesilmiş, dişlerim fırçalanmış, saçlarım taranmış,
giysilerim ütülü, odam düzenli mi?
Ödünç aldığım kitapları geri verdim mi?
Geri verdim mi aldıklarımı:
Aşkları, dostlukları, sevgileri, güvenleri, bağları
Kitaplara, sayfalara, satırlara borcumu ödedim mi?
Yokladım mı duygularımı
Hala sevebiliyor muyum insanları?
Ovmalı gümüşleri, bakırlarımı; cila geçmeli ahşaplarıma
Ovmalı umutları
Saklı tutmalı gelecek inancını, yarınları eksik etmemeli ağzımızdan
Hançer kıvamındaki o karamizah tadını
Şimdi oturup uzun bir hasretlik mektubu yazmalıyım
Sonra köşe başından bir demet çiçek alıp öyle başlamalıyım akşama
Yeni bir yıla
Ama nedense herşeyin tadı dağılıyor ağzımda
Bir sap çiçek mi taşısam yoksa ağzımın kıyısında
Aydınlık rengi vursun diye gözlerimdeki buluta

Ey uzak akrabalarım, üvey aşklarım
Mevsim sonu dostlarım, işporta malı ayrılıklar
Arkadaş ölümleri, dost hançerleri, talan ettiğimiz zulalar
Gece telefonları, ıssız konuşmalar
Mağrur incelikler, vurgun yemiş ilişkiler
Bırakılmış mektuplar
Ve yurdumun her karış toprağında tefrika edilen karanlık
Ey hayatıma girenler ve çıkanlar
Uçurum duygusuyla yaşadığımız hayat ey
O kadar çok anlattım ki
Kendime kaldım anlatmaktan...
Bunaldım kendisiyle boğuşmasını
Başkalarında çözmeye çalışan insanlardan
Usandım sözcük oynamalarından, tılsımlı sıfatlardan,
Ofset duyarlılıklardan
Kaç zamandır bir ermiş dinginliği havalandırıyor dizelerime
açılan pencereleri,
Durup bakıyorum akşam sularında zaman kavramlarına,
Zamanı düşünüyorum;koyuluyorum
Anlamını yitiriyor "şimdiki zaman"ın boşyüceliği,tarihin unutkan
sayfalarındaki mürekkep lekeleri
İşimin başına dönüyorum içimde ıssız bir gönül erinci
Kaç zamandır duru, yalın, çalışkan, iyi insanlar özlüyorum
"içtenliğin" yada "dünya görüşünün" kirletmediği
Kendime bir yeni yıl kartı yazarak bunları diliyorum.

Sabahları açık penceremin soluduğu kent
Nabzında yüzyılın dağınık sancısı
Dumanı üzerinde tüten yıkıntılar
Hangi anlamı kuşanabilir şimdi yeni bir yıl
Umutsuzluk sözlüğünden karşılıklar aranırken hayata
Hangi söküğünü dikebilir bu yaralı kuşak
Hangi yüreğe öğretilebilir unutmak!
Aranıp duruyorum adresini yitirdiğim insanları
Vitrin camlarına yansıyan yüzlerde
Bilmiyorum kalmış mıdır adresini yüzlerinde taşıyan insanlar
Hala bir umut var mıdır
Çıkmaz bir sokağa benzeyen bu avare avunması vitrinlerde

MURATHAN MUNGAN