Koltuğunda
sallana sallana açıklama yapan İzmir İl Milli Eğitim Müdürü, hiç okumadığını
belirttiği “Fareler ve İnsanlar” adlı romanın çok gerekli olmadığını beyan
ederek bizi yepyeni bir tartışmanın içine attı. Arkasından Bakan Dinçer “Şeker
Portakalı” ve “Fareler ve İnsanlar” romanlarına yönelik velilerden şikayetler
olduğunu belirtti. Ve yeni yılın ilk günlerinde nasıl olduysa süt liman giden
gündemimiz yine çorbaya döndü. Çorbaya döndü çünkü tüm kavramlar birbirine
karıştı. Tam çocuk romanlarının sansürü konuşulurken bu sefer Kültür Bakanı
Günay’dan, Brad Pitt'in vizyondaki “Killing Them Softly”
filmine yönelik sansür hatta vizyondan kaldırma teklifi geldi. 2013’e ne
muhteşem bir giriş yaptık öyle değil mi?
Aslında meselemizin özü sansür tartışmasıdır.
Çocuklarımız her gün saatlerce internette neler yapıyor, hangi zararlı görüntü
ve bilgilere ulaşıyor, facebook’ta saatlerce kimlerle ne yazışıyor
sorgulamadan, okudukları derin anlamları ve kazanımları olan romanlara bulduk
kabahati. Fareler ve İnsanlar’daki arkadaşlık, yoksulluk ve ırkçılık üzerine
öğretileri bir kenara ittik ve 16. sayfasında geçen “…Hatta
canım isterse bütün geceyi kerhanede geçirirdim be” cümlesinde boğduk koca bir
romanı. Tabi ya ne ayıptı bu cümle. Okumasındı çocuklarımız.
Peki ya Şeker Portakalı?
“Günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun
öyküsü” diye başlayan ve roman boyunca 5 yaşlarındaki kahraman Zeze’nin
yoklukla ve imkansızlıklarla mücadelesini anlatan bir roman. Benim küçükken
Gülten Dayıoğlu romanları ve öykülerinin haricinde okuduğum en güzel dünya
klasiklerindendi. Hiç rahatsız edici bir yanı olmadığı gibi başka çocukların
acılı yaşamlarıyla nasıl başa çıktıklarını anlamaya çalışmış ve koşullar ne
olursa olsun hayallerimizden vazgeçmemeyi öğrenmiştim Şeker Portakalı’ndan.
Yani en basit tabiriyle “empati”yi.
Toplumumuzun
eğitim seviyesi ve yaşam koşulları göz önüne alındığında bu eserlerin içindeki
sembolleri ve aktarılmak istenen mesajları derinlemesine anlamaları beklenemez.
Ama bu en üst düzey yöneticilerin görevidir. Bu noktada doğru kararları vermek
Milli Eğitim’in en tepe yöneticisinden başlar. Onların yasakçı tutumu ise
anlaşılır ve affedilir gibi değildir.
İlk
okuduğum romanlardan olan Küçük Prens’de (Le Petit Prince) hiç unutamadığım bir
diyalog vardır. Bu sansür tartışmaları aklıma ilk o diyaloğu getirdi. Kitabın
kahramanı Küçük Prens yazarla ilk karşılaşmasında bir koyun çizmesini ister.
Yazar defalarca koyun resmi çizer ama Küçük Prens beğenmez. En sonunda yazar
koyunu içinde saklayabileceği bir sandık resmi çizer. Bu Küçük Prens’in hoşuna
gitmiştir. Öyle ya istediği koyunu hayal etmekte özgürdür o sandığın içinde. Bu
sefer yazar Küçük Prens’e bir ip vermeyi teklif eder. Koyununu bağlaması için.
Küçük
Prens şaşırır bu teklife: “Onu bağlamak
mı? Ne tuhaf düşünce bu!” der.
Ve aralarında şu diyalog
gelişir:
- Ama bağlamazsan,
alır başını her yere gider ve
kaybolur...
- Peki, nereye gider ki sence?
- Nereye olursa. Burnunun doğrusuna...
- Ziyanı yok, benim gezegenim o kadar küçük ki!
Ve biraz da hüzünle Küçük Prens ekler:
-
Burnunun doğrusuna
giden insan çok uzağa gidemez...
İşte aslında tüm bu tartışmaların özünde
Küçük Prens romanındaki bu aforizma vardır: “Burnunun doğrusuna
giden insan çok uzağa gidemez”.
Biz ne yazarsak yazalım, ne dersek diyelim
burnunun doğrusuna giden bu iktidar zihniyeti çok uzağa gidemez. Yerinde
saymaya mahkumdur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder