Sol yanım...

5 Ocak 2013 Cumartesi

KÜÇÜK PRENS




Koltuğunda sallana sallana açıklama yapan İzmir İl Milli Eğitim Müdürü, hiç okumadığını belirttiği “Fareler ve İnsanlar” adlı romanın çok gerekli olmadığını beyan ederek bizi yepyeni bir tartışmanın içine attı. Arkasından Bakan Dinçer “Şeker Portakalı” ve “Fareler ve İnsanlar” romanlarına yönelik velilerden şikayetler olduğunu belirtti. Ve yeni yılın ilk günlerinde nasıl olduysa süt liman giden gündemimiz yine çorbaya döndü. Çorbaya döndü çünkü tüm kavramlar birbirine karıştı. Tam çocuk romanlarının sansürü konuşulurken bu sefer Kültür Bakanı Günay’dan, Brad Pitt'in vizyondaki “Killing Them Softly” filmine yönelik sansür hatta vizyondan kaldırma teklifi geldi. 2013’e ne muhteşem bir giriş yaptık öyle değil mi?

Aslında meselemizin özü sansür tartışmasıdır. Çocuklarımız her gün saatlerce internette neler yapıyor, hangi zararlı görüntü ve bilgilere ulaşıyor, facebook’ta saatlerce kimlerle ne yazışıyor sorgulamadan, okudukları derin anlamları ve kazanımları olan romanlara bulduk kabahati. Fareler ve İnsanlar’daki arkadaşlık, yoksulluk ve ırkçılık üzerine öğretileri bir kenara ittik ve 16. sayfasında geçen “…Hatta canım isterse bütün geceyi kerhanede geçirirdim be” cümlesinde boğduk koca bir romanı. Tabi ya ne ayıptı bu cümle. Okumasındı çocuklarımız.

Peki ya Şeker Portakalı?

Günün birinde acıyı keşfeden küçük bir çocuğun öyküsü” diye başlayan ve roman boyunca 5 yaşlarındaki kahraman Zeze’nin yoklukla ve imkansızlıklarla mücadelesini anlatan bir roman. Benim küçükken Gülten Dayıoğlu romanları ve öykülerinin haricinde okuduğum en güzel dünya klasiklerindendi. Hiç rahatsız edici bir yanı olmadığı gibi başka çocukların acılı yaşamlarıyla nasıl başa çıktıklarını anlamaya çalışmış ve koşullar ne olursa olsun hayallerimizden vazgeçmemeyi öğrenmiştim Şeker Portakalı’ndan. Yani en basit tabiriyle “empati”yi.

Toplumumuzun eğitim seviyesi ve yaşam koşulları göz önüne alındığında bu eserlerin içindeki sembolleri ve aktarılmak istenen mesajları derinlemesine anlamaları beklenemez. Ama bu en üst düzey yöneticilerin görevidir. Bu noktada doğru kararları vermek Milli Eğitim’in en tepe yöneticisinden başlar. Onların yasakçı tutumu ise anlaşılır ve affedilir gibi değildir.

İlk okuduğum romanlardan olan Küçük Prens’de (Le Petit Prince) hiç unutamadığım bir diyalog vardır. Bu sansür tartışmaları aklıma ilk o diyaloğu getirdi. Kitabın kahramanı Küçük Prens yazarla ilk karşılaşmasında bir koyun çizmesini ister. Yazar defalarca koyun resmi çizer ama Küçük Prens beğenmez. En sonunda yazar koyunu içinde saklayabileceği bir sandık resmi çizer. Bu Küçük Prens’in hoşuna gitmiştir. Öyle ya istediği koyunu hayal etmekte özgürdür o sandığın içinde. Bu sefer yazar Küçük Prens’e bir ip vermeyi teklif eder. Koyununu bağlaması için.
Küçük Prens şaşırır bu teklife: “Onu bağlamak mı? Ne tuhaf düşünce bu!” der.
Ve aralarında şu diyalog gelişir:

- Ama bağlamazsan, alır başını her yere gider ve kaybolur...
- Peki, nereye gider ki sence?
- Nereye olursa. Burnunun doğrusuna...
- Ziyanı yok, benim gezegenim o kadar küçük ki!

Ve biraz da hüzünle Küçük Prens ekler:

-       Burnunun doğrusuna giden insan çok uzağa gidemez...

İşte aslında tüm bu tartışmaların özünde Küçük Prens romanındaki bu aforizma vardır: “Burnunun doğrusuna giden insan çok uzağa gidemez”.

Biz ne yazarsak yazalım, ne dersek diyelim burnunun doğrusuna giden bu iktidar zihniyeti çok uzağa gidemez. Yerinde saymaya mahkumdur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder