Sol yanım...

12 Mayıs 2013 Pazar

UÇURTMAYI VURMASINLAR...


Uçurtmayı vurmasınlar...

Beni çok etkileyen filmlerden biriydi “Uçurtmayı Vurmasınlar”. Yıllar içerisinde defalarca izledim. Her izleyişimde ayrı etkilendim, ayrı hüzünlendim.

Feride Çiçekoğlu’nun aynı adlı eserinden, yönetmenliğini Tunç Başaran’ın yaptığı 1989 yapımı film, 5 yaşındaki Barış’ın annesiyle birlikte yaşamak zorunda olduğu hapishane hayatını anlatıyor.

Barış’ın mahkum annesiyle yaşamak zorunda olduğu bu mahpuslukta 2 yoldaşı vardır; İnci ablası ve uçurtmalar... Uçurtmalar onun için umudun ve özgürlüğün sembolüdür. Barış hep o koca gökyüzüne kavuşacağı günü bekler. Özgürlüğü bekler.

Bekler... Bekler...

Çiçekoğlu’nun hikayesindeki Barış gibi 479 çocuk özgürlük bekliyor Türkiye’de. (Adalet Bakanlığı-2010 Kasım) Mahkum anneleriyle 6 yaşına kadar hapiste büyümek zorunda kalan bu yavruların  dünyası çocukluktan uzak, dört duvara hapsolmuş geçiyor. Ve dışarı çıktıklarında onları bir travma bekliyor. İnsanlardan korkuyorlar, elektrikli aletlerden korkuyorlar, arabalardan korkuyorlar... Bazı hallerde çocuklar hapse geri dönmek bile istiyor. Bir insanlık dramı...

Tutsak çocuklar üzerine tartışmalar hala devam ediyor. Mevzu bahis 6 yaşından küçük bir çocuğun ruh sağlığı olunca meseleye çok yönlü bakmak gerekiyor.

Bu çocukların yaşamı dışarıda annesiz fakat özgür mü olmalı? Yoksa anneyle fakat tutsak mı olmalı?

Evet bu yavrular için özgürlük annesizlik, anneyle olmak ise tutsaklık demek...

Ve aslında mevcut durumda ilk yapılması gereken, bu çocukların hapishane koşullarını iyileştirmek olmalı. Zaten işlemedikleri bir suçun vebalini çeken bu yavrular, anlamlandıramadıkları o dünyadan en az yarayla kurtulmalılar. En azından devlet bunu sağlamalı...

Evet her anneler gününde aklıma yaralı yaşamlar düşer. Bu sefer Barış’ın hikayesi düştü içime... Bana hep hüzün veren “anneli” ama “tutsak” çocukların hikayesini sizinle paylaşmak istedim. Barış nezdinde özgürlüğe hasret tüm çocukların dramını aktarmak istedim.

Ve Uçurtmayı Vurmasınlar filminden bir bölüm. Minik Barış en yakın arkadaşı  İnci ablasına hapishane dışına çıktığı bir günü anlatıyor:

“Bugün ne oldu biliyor musun?
Annemle birlikte hastaneye gittim. Annem babamın kucağına vermişti de, babam bana köşeden simit almıştı ya hani. O zamandan beri ilk çıktım dışarıya.
Dışarısı ne kadar büyükmüş! Dışarısının gökyüzü de kocaman. Annemi üç tane ağabey götürdü hastaneye. Tüfekleri var hepsinin. Annem kaçarsa annemi vururlarmış. Ama annem kaçmadı.
Ağabeylerden biri hastanenin bahçesinde dolaştırdı beni. Sonra ne gördüm bil bakalım! Bir uçurtma!
İlk kez senle birlikte görmüştüm geçen yıl. Ben ne olduğunu bilememiştim de sen demiştin uçurtma diye. Kocamandı senle gördüğümüz. Bizim göğümüzdeydi hem. Bu seferki o kadar da büyük değildi. Ama maviydi onun gibi. Ağabeye dedim ki:
"Bak uçurtma kaçmış."
"Hani bakayım! Nereden kaçmış?"
"Bizim göğümüzden kaçmış. Ama sakın onu vurma."
Ağabeyin gözleri doldu ben böyle deyince. Bana simit aldı. Babam gibi.
Ağabey uçurtmayı vurmadı. Belki annemi de vurmazdı. O uçurtma nasıl kaçmış İnci?”

Evet, tutsak edilen küçücük yaşamlarında mutluluğu bir uçurtmanın mavisinde bulan yavruların, anneli ama mahpus yaşamlarına özgürlük gelmesi dileğiyle… Umut olan uçurtmayı vurmayın.

Tüm annelerin anneler günü kutlu olsun.




GÜNAYDIN AKP


GÜNAYDIN AKP

Başbakan 2014 yerel seçimlerinde İzmir’i almayı niyet etmiş. Niyet etmiş etmesine ama yolunu yöntemini bir türlü bulamamış. Bunun üzerine AKP’li bir İzmir milletvekilinden “gizli” İzmir raporu istemiş. Hikayenin bu kısmı trajikomik.

Neden mi? İşte cevabı. Buyrun AKP’nin “gizli” İzmir Raporu’nun en can alıcı paragrafına:

“Partinin söz sahibi kişilerinin, hükümet temsilcilerinin, parti yöneticilerinin, milletvekillerinin, devlet yöneticilerinin hatta akil adamların İzmir ile ilgili söylemlerinde dikkatli davranmaları gerekmektedir. İzmir milletvekilleriyle istişare yapılması gerekir. Sayın Melih Gökçek’in arsenikli su meselesine müdahalesi, Sayın Hüseyin Çelik’in İzmir’e ‘sümüklü çocuk’ benzetmesi, Diyanet İşleri Başkanı’nın ‘İzmir’e irfan gerekir’ söylemi, Dokuz Eylül’de yaşanan bayrak krizi, Fazıl Say hakkındaki karar, İzmir’de partimiz adına olumsuz etki yapmıştır. Bu konuda dikkatli davranılması gerekmektedir”

GÜNAYDIN!

Bu kadar emek sarfedip bu raporu yazmanıza gerek yoktu. Zaten biz bunları sürekli söylüyor ve yazıyorduk. Siz İzmir’e hakaret ettikçe, İzmirli seçmen sizi sandığa gömmeye devam edecek. Bu kadar basit. Bunu düzeltmenizin yolu yöntemi var mı?

Yok. Yok çünkü AKP ile İzmir arasında doku uyuşmazlığı var. Bu uyuşmazlık türlü türlü maskenin altından bile kendini gösteriyor. Halbuki İzmirli çeşitli dönemlerde sağ partileri de yerelde iktidara getirmiştir. Ama AKP’ye, tüm çabalarına rağmen yüz vermiyor. Çünkü bugünkü siyasi konjonktürde cumhuriyeti ve onun değerlerini savunan bir sağ parti yok. İzmirli demokrattır, özgürlükçüdür ama her şeyden önce cumhuriyetçidir. Açık ve net.

Evet, AKP’nin İzmir’de yerelde iktidar olması imkansız. Gelin görün ki bu rapora itibar eder ve söylemlerine dikkat ederlerse belki siyaset etiği açısından olumlu bir adım atmış olurlar. Lakin siyaset ahlak ve etik olmadan tam manasıyla icra edilemez. Siz insanların yaşam tarzlarını, inanma biçimlerini ve tercihlerini yargılayamazsınız. Yargılamaya kalkarsanız demokratik olmayı bırakın, bugüne kadar oynadığınız “öteki” ve “mağdur” rolünüzle çelişmiş olursunuz. Zaten çelişiyorsunuz da…

Sözün özü seçimler yaklaştıkça sadece seçim kazanmaya yönelik, içselleştirilmemiş, özümsenmemiş hiçbir söylemin İzmir’de karşılık bulmayacağına emin olabilirsiniz.

İzmir seçmeni yine sağduyusuyla hareket edecek ve siyaset tüccarlarına gerekli yanıtı verecektir. Emin olunuz.


7 Mayıs 2013 Salı

Gergin meclis, gergin toplum


Gergin meclis, gergin toplum


Son günlerde T.B.M.M.’de yaşanan gerginlikler iktidarın siyasette ciddi iletişim sorunları olduğunu ortaya koyuyor. AKP milletvekili Zeyid Aslan’ın belki de meclis tarihinin şahit olduğu en ağır küfürleri pervasızca savurması bardağı taşıran son damla oldu. AKP’li bakan ve milletvekillerinde, 10 yıldır iktidarda olmanın getirdiği bir şımarıklık dikkati çekiyor. Adeta bir evin tek kızı gibi başlarına bir olay geldiğinde her türlü kaprisi ve inadı sergiliyorlar. Güç ve iktidar başlarını döndürmüş. Ayakları yere basmıyor. İnanılır gibi değil.

Mecliste tüm bu olanlar yetmezmiş gibi başbakan da son grup toplantısında CHP’li bazı vekiller için ağır ithamlarda bulundu. Yani dilin kemiği yoktu. Ağıza gelen her söz akıl süzgecinden geçirilmeden söze dökülüveriyordu. AKP’nin siyasal temsilcilerinin, iktidardan aldığı güçle sergilediği bu tutumun toplumun geneline yönelik de ciddi sorunlar doğurduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

AKP’nin bu gergin siyasetinin altında sadece iktidar sarhoşluğu mu var? Hayır, sanmıyorum. Barış süreciyle başlayan belirsizliklerin de sinirleri çok bozduğunu  söyleyebiliriz.

Şimdi belki bu eleştirilerden sonra aklınıza şu soru gelebilir:

“Madem ki topluma bu kadar kötü örnek oluyorlar, o zaman nasıl %50 ile iktidara geldiler?”

Tabi bu sorunun nice cevabı var. Ve bu cevapların hiçbirine yüzeysel analizlerle ulaşılamaz. Ama burada bir parantez açıp, kültürel özelliklerimizin tercihlerimizi etkilediğini belirtmek isterim. Nasıl mı?

AKP son iki genel seçime “İstikrar sürsün, Türkiye büyüsün” sloganı önderliğinde girdi. Yani tek başına iktidar olduğu 2002 seçimlerinden sonra, koalisyonlardan ve onların getirdiği belirsizlik ortamından bunalmış halka “istikrar” vaat etti. Bu tesadüfen seçilmiş bir vaat değildi elbette.

Tam da bu noktada sizlere Hofstede’den bahsetmek istiyorum. Örgütsel sosyoloji uzmanı Geert Hofstede’nin kültürel farklılıklar üzerine geliştirdiği ve hemen hemen tüm bilim dallarını etkileyen çalışmasında kültürleri 4 farklı boyutta incelediği görülmektedir. Boyutları kısaca saymak gerekirse; bireycilik-toplumculuk, güç mesafesi, dişilik-erkeksilik ve belirsizlikten kaçınma.

Hofstede’nin (1984) bu araştırması 40 farklı ülkede gerçekleşmiş. Bu ülkelerden biri de Türkiye. Diğer ülkelerle kıyaslandığımızda ortaya çıkan en çarpıcı sonuç, belirsizlikten kaçınma boyutunda en yüksek puan alan ülkeler arasında olmamız.
Yani sonuca bakacak olursak; Türk toplumu kültürel olarak belirsiz ortamlardan rahatsızlık ve yüksek endişe duymaktadır. (Merak edenler için araştırmanın Türkiye sonuçları: http://geert-hofstede.com/turkey.html)

Bu boyut, seçim sonuçlarını etkileyen onlarca faktörden sadece biri olabilir. Ama ben etkili bir faktör olduğunu düşünüyorum. Bakınız, barış sürecine girildiğinden beri yapılan araştırmalarda AKP’nin oylarının düştüğü gözleniyor. Bunun sebebi ne olabilir sizce?

Barış sürecinin “belirsizliği” seçmeni etkiliyor olmasın? Kuvvetle muhtemel. Ve bu sürecin nereye varacağı netleşmedikçe, AKP oylarındaki kan kaybının devam edeceğini söyleyebilirim.

Evet seçim sonuçlarını etkileyen faktörlere yönelik açtığım parantezi burada kapatabilirim. Ama “belirsizliğin” etkilerini azımsamayın derim.

Gelelim son günlerin gergin siyasal ortamına ve bu ortamın topluma yansımalarına.

Sosyal medyanın kontrol edilemez hızı sayesinde, mecliste yaşanılan her olay toplumun belli bir kesimiyle anında buluşuyor. AKP milletvekili Zeyid Aslan’ın Sayın Kamer Genç’e savurduğu hakaretlerin yer aldığı tutanak neredeyse saatler sonra twitterdaydı. Meclis gibi önemli bir üst kurulda yaşanan bu gerginlikler, partilerin sırasıyla il/ilçe yöneticilerine, üyelerine ve seçmenlerine yansıyor. Ve devlet yönetiminin tepesinde yaşanılan bu gerginlik toplumun her kesiminde kendine yer buluyor.

AKP’nin toplumsal “uzlaşı” ve “barışı” bu üslupla getiremeyeceği gün gibi ortada. Üstelik bu üslup toplumda da gerginliğe yol açıyor. Dolayısıyla iktidar mensuplarının sorumluluklarını acilen farkına varıp, tavırlarını değiştirmelerinde fayda var. Meclisteki gerginlik topluma tam olarak yerleşmeden... Yani çok geç olmadan.




BİR GARİP HİKAYE: T.H.Y.


BİR GARİP HİKAYE: T.H.Y.


Ah bu Türk Hava Yolları ah! Ne çektik elinden...

Zamanında terliklerle apronlarda deve kestiler. Yetmedi...
Havaalanındaki mayo reklamlarını sansürlediler. Yetmedi...
Bazı uçuşlarda alkollü içeceği kaldırdılar. Yetmedi...
Modern uçuş kıyafetleri yerine, Muhteşem Yüzyıl’dan aşırtılmış tasarımlar piyasaya düştü. Yetmedi...

Ve son yasak bomba gibi medyaya düştü!

“Makyaj frapan olmayacak. Malzeme pastel renklerden oluşacak. Abartılı şekillendirme yapılamayacak. Peruk kullanımı yasak. Saçlar doğal renklerden oluşacak. Kulak hizasının üstündeki ‘topuz saç’ modeli uygulanmayacak. "

Ama durun bu da yetmedi!

Ve bir son dakika haberi olarak dövmeye de yasak geldi. Dövmeli insanlar iş başvurusunda dahi bulunamayacak. E tabi dövmeli insanın kıldığı namaz mı kabul olur? Kestiği bilet mi? Haşa… Mekruh.

Efendim kızmayın. T.H.Y. Yöneticileri kendi küçük ülkelerinde yönetim biçimlerini çoktan değiştirmişler bile… Çağdaş bir vizyon artık T.H.Y. için masal olmuş.

Basına yansıyan yasaklar böyleyken çalışanlardan da isyan çığlıkları yükseliyor. Yıllardır yönetim statüsünde çalışan bir arkadaşım emekliliğe nasıl zorlandığını gözyaşları içerisinde anlatıyor. Anlatırken içi acıyor. Yabancı dil bilmeyenlerin yurtdışına görevli gönderildiği, kadınların olabildiğince yönetim statülerinden uzaklaştırıldığı karanlık bir dönem yaşanıyor T.H.Y.’de…

Ve ne kadar enteresan ki sanki özerkliğini  ilan etmiş gibi kimse karışamıyor bu güzide şirketimize. Eleştiriler T.H.Y. yönetiminin bir kulağından girip bir kulağından çıkıyor.

Gündemi birbirine katan kırmızı ruj yasağını; “Uçuş emniyeti ve müşteri memnuniyeti kapsamında marka algısının güçlendirilmesi ve görsel bütünlüğün sağlanması için ilgili birimlerin yaptıkları çalışmaların sonucunda alınan karar” olarak değerlendiriyorlar.

Akıllara ziyan bir açıklama! Uçuş emniyeti ile kırmızı ruj arasında hangi boyutta, ne tür bir ilişki olabilir?

Ama bir dakika, toplu taşım araçlarında kadınların kalktığı koltuklara oturmayan erkekler var. Herkesi kendiniz gibi bilmeyin. Bu tür bir zihniyet için kırmızı ruj gerçekten çok tehlikeli!

Şimdi bir sonra ki hamle olarak haremlik selamlık uçuşlar bekliyoruz T.H.Y.’den. Yakındır. Yaparlar.




1 Mayıs’ta bir çocuk işçi…


1 Mayıs’ta bir çocuk işçi…


1 Mayıs; işçinin, emeğin, dayanışmanın ve mücadelenin sembol günü.

Kutlu olsun!

1 Mayıs’ta her zaman olduğu gibi insanca yaşam için, kapitalizmin sömürüsüne başkaldırı için, eşitlik ve emek için meydanlarda olacağız.

Tüm engellemelere rağmen 1 Mayıs Taksim’de de kutlanacaktır. Buna eminim. Çünkü Taksim Meydanı, 1 Mayıs denildiğinde bir hafızanın dirilişidir. Ve bu hafızayı zihinlerden silmek imkansızdır.

Tüm olumsuz çalışma koşullarına rağmen alın teriyle mücadele eden tüm dostlarımız için 1 Mayıs’da birlik olacağız. Çünkü Türkiye’de işçi olmak çok zor.

Bu zorluğu üniversiteyi bitirir bitirmez deneyimleme şansım oldu. Güzel Sanatlar’dan mezun olduktan sonra İzmir Kemalpaşa yolundaki bir seramik fabrikasında tasarımcı olarak işe başlamıştım. Biz tasarım ekibi olarak işletmenin içinde çalışıyorduk. Orada tüm gün 1040 derecelik seramik fırınlarının yanında çalışan işçi arkadaşlarımızın mücadelesine ortak oldum. İşte bu yüzden akşam fabrika servisine binildiğindeki bedensel yorgunluğa hep saygı duyarım.

Akademik yolculuğuma başlamadan evvel, mimar olarak çalıştığım boya firmasında ağır kimyasalların içinde çalışan işçi dostlarımın yaşadığı sorunları da gördüm.

Gerçekten zor… Fabrikalardaki ve hatta maden ocaklarında ki ağır koşullarda işçi olarak çalışmak gerçekten emek, mücadele ve bedel isteyen bir iş.

Bu vesile ile tüm işçi arkadaşlarımızın mücadelesi ve bayramı kutlu olsun.

Tüm bu gerçekliğin yanında, 1 Mayıs’da muhtemelen meydanlarda göremeyeceğimiz “küçük emekçilerden” bahsetmek istiyorum biraz. Henüz kendi hakkını koruyamayacak yaşta çalışmak zorunda bırakılmış ya da zorla çalıştırılan “çocuk işçilerden”...

Ahmet Yıldız adını hatırlıyor musunuz?

14 Mart 2013 tarihinde Adana'da haftalığı 100 TL’ye çalıştığı fabrikada kafası pres makinesine sıkışarak ölen 13 yaşındaki çocuk işçi Ahmet Yıldız.

Henüz 13 yaşındaydı. Okula gidip, sokakta top oynaması gerektiği yaşta o fabrika işçisi oldu. İşçi olmanın bedeli ağırdı. Hele onun küçük omuzları için daha da ağırdı. Taşıyamadı. Ve haftada 100 TL karşılığında yaşamından oldu Ahmet.

İşte Ahmet anısına ithaf edilen DİSK-AR Çocuk İşçiliği 2013 raporunda elde edilen bulgulara göre  Türkiye’de istihdam edilen çocuk işçi sayısı 2012 yılında 893 bine ulaşmış.

DİSK’in raporuna göre, istihdam içinde değerlendirilmeyen ev işlerinde çalışan, 5-17 yaş arası toplam çocuk sayısı ise 2006 yılında 6 milyon 540 bin iken, 2012’de 7 milyon 503 bine yükselmiş. Böylelikle 5-17 yaş arası toplam çalışan çocukların (istihdama katılan ve ev içinde çalışan) sayısı 8 milyon 397 bine ulaşmış.

Rakam inanılmaz! Türkiye nüfusunu 75 milyon olarak ele alırsak, nüfusun neredeyse 8’de 1’i “ÇOCUK İŞÇİ”!

Hadi bir adım daha atalım; Türkiye’deki tüm çocukların %56’sı çalışıyor. Yani memleketimizde her 2 çocuktan 1’i “ÇOCUK İŞÇİ”!

Ve raporun sonuç bölümünden çarpıcı bir paragraf;

“Türkiye’yi Avrupa’nın Çin’i, doğu illerini ise Türkiye’nin Çin’i yapma çabası, çocuk işçiliği açısından, çıraklık, stajyerlik gibi uygulamalar ile kuralsızlık, esneklik ve güvencesizlik ekseninde ağır sonuçlar yaratacaktır. İş kazalarında Çin ile rekabet eden Türkiye, şimdi de çocuk işçiliğinde Asya tipi bir modeli benimsemiş görünmektedir. Ucuz İstihdam Stratejisi ve 4+4+4 sistemi bunun zeminini yaratma gayretinin ifadesidir. Çocuk işçiliği, yoksulluk ve güvencesizlik zemininde yükselen istihdam stratejilerinin yapısal olarak ürettiği bir sonuç olarak görülmelidir. Dolayısıyla çocuk işçiliği ile mücadele bu strateji ile mücadeleden geçmektedir” (Kaynak: http://www.disk.org.tr/)

Evet. 1 Mayıs’da sesi duyulmayan, görünmeyen, okuması gerekirken tarım işçisi olarak, fabrika işçisi olarak, ev işçisi olarak çalıştırılan çocuklarımız için de meydanlarda olacağız.

Onlara hak ettikleri özgürlüklerinin verilmesi ve herkes için insanca, eşit yaşam hakkı için mücadele edeceğiz. Sonuna kadar…




KURULUŞ


KURULUŞ


Kuva-yı Milliye mücadelesinin meşru zemine oturtulması ve yeni bir devletin kurulmasının başlangıcı olarak kabul edebileceğimiz Büyük Millet Meclisi’nin açılış günü; 23 Nisan 1920. Cumhuriyet Devriminin ön hazırlığı olarak görebileceğimiz ilk meclisin açılışı, aynı zamanda demokrasinin ve milli egemenliğin ilk tohumudur. İşte bu zorlu fakat kutsal direnişi ve kuruluşu temsil eden milli bayramımız, Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı tüm ulusumuza kutlu olsun.

Milli Bayramımızı kutladığımız bu hafta içerisinde gönül hep güzellikler yazmak istiyor. Ama yaşadığımız gelişmeler bizi yine karamsar yazılar yazmaya itiyor. Bu hafta basına düşen bir açıklamayı ürpererek okudum. Evet, barış süreci kisvesi altında kutuplaştırılıyor ve ayrıştırılıyorduk. Fakat BDP Genel Başkan Yardımcısı Gültan Kışanak’ın, 21 Mart Diyarbakır Nevruz mitinginden tam 1 ay sonra, Mardin’de Bahar Şenlikleri kapanış konseri öncesi söyledikleri bu acı gerçeğin resmi ilanıydı.

Esefle okuduğum bu açıklamadan kısa bir bölümü sizlerle paylaşmak isterim; “Kurtuluş sürecinin startını 21 Mart'ta Nevruz’da verdik. Bu mücadeleyi bugüne kadar getirdik. Kürt halk önderiyle, devlet müzakerelere başladı. Şimdi sıra bizde. Öyle görkemli serhıldanlar (başkaldırı) yapmalıyız ki, sayın Öcalan'ın eli güçlensin. Öyle direnişler sergilemeliyiz ki, anayasada Kürt halkının kimliği kabul edilsin. Anadilimizi, hakkımızı, hukukumuzu anayasaya yazdırma zamanıdır"

Evet. Söyledikleri çok açık. Neyin karşılığında PKK  ateş kesti diyenlere cevaplar aslında bu satırlarda gizli. Ulus olarak “kuruluşumuzu” kutladığımız bu önemli günlerde “kurtuluşunu” kutlayanlar var demek ki. Ne yazık ki halkı temsilen seçilen BDP vekilleri, terör örgütü liderine bağlılıklarıyla varlık gösterebiliyorlar. Ve aslında Kürtlerin demokratik hak ve özgürlüklerinden ziyade, terör örgütü liderinin bekası üzerine siyaset şekillendiriyorlar.

Yazık. O kadar zorluklarla ve elbirliğiyle kurduğumuz bağı, halkın iradesi dışında bazı güç odaklarının ihtirasıyla paramparça ediyoruz.

Toplumdaki sert kutuplaşma siyasete yansıyor ve bu süreçte örtülü niyetler elde olmadan dilden dökülüveriyor.

BDP Temsilcisinin bu açıklamalarının Kürtlerin genel düşüncesi olduğuna kesinlikle inanmıyorum. Diyarbakır’da, Mardin’de, Batman’da, Şırnak’da rastgele çalacağımız bir kapıda karşımıza bu duyduklarımızdan çok daha farklı dertleri olan vatandaşlarımız çıkacaktır. Fakat ne yazık ki biz, İmralı-PKK-BDP üçgenine sıkıştık ve hareket edemiyoruz.

Meclisin kuruluşunu kutladığımız bu önemli haftada temennim; telafisi mümkün olmayacak yollara girmememiz, birlik içerisinde, kardeşce, emperyal güçlerden bağımsız, özgür ve güçlü bir Türkiye olarak ilelebet payidar kalmamızdır.

MECLİS HAKİKATTİR!


MECLİS HAKİKATTİR!


“Bu çölden hayat çıkarmak, bu inhilalden (dağılıştan) bir kuruluş yaratmak lazım.”
                                                                                                              M.Kemal Atatürk-1920

23 Nisan 1920, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışı öncesi Kuva-yı Milliye cephelerindeki savaşlar, ülke genelinde ayyuka çıkmış isyanlar, savaşmaktan yorgun bir halk ve olanca imkansızlıklar içerisinde Mustafa Kemal’in tek bir hedefi vardı; “Meşruiyet”. Çevresindeki herkes ona cepheye gitmelisin derken, o meşru zeminde bir devlet kurmanın hayalini kuruyordu. 

Bir devre yetiştik ki onda, her şey meşru olmalıdır” diyordu.

Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Mücadele sonucu kurulduğunu göz önünde bulundurursak aslında kurulan yeni devlet “Halk Hareketinden” doğmuş bir “Halk Devleti” idi. Ve egemenlik kayıtsız şartsız milletindi. Milletin iradesinin temsil edildiği meşru zemin ise meclisti. İşte bugün kutladığımız milli bayramımız Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı, o zorlu günlerin toplumsal hafızamızdan silinmemesi adına sahip olduğumuz en güzel hatıradır.

1920’de Ankara’da meclisin kurulması, 3 sene sonra ilan edilecek Cumhuriyet için en önemli adımdı. O yıllarda hemen hemen tüm Avrupa’da egemen olan bütüncüllük (totaliterlik) rüzgarına kapılmayan Mustafa Kemal’in gerçekleştirmek istediği tam anlamıyla bir “Aydınlanma Devrimiydi”.

Batılılaşmayı sözde değil fikren içselleştiren Mustafa Kemal’in derin düşün dünyası aydınlanma ve çağdaşlaşmayı, Rönesans hatırası “hümanizmle” içiçe benimsemişti. Suat Sinanoğlu’nun Türk Hümanizmi (1980) adlı eserinde tanımladığı gibi hümanizm “zihnin sınırsız özgürlüğüydü”. Zihin hiçbir dogmanın esiri olmamalıydı.

Yani aslında o dönemin yobazlarının ve hala günümüzdeki uzantılarının iddia ettiği gibi “batılılaşma” bir kimlik yitirme ya da taklitçilik değildi. Her alanda özgürleşmeydi.

Mustafa Kemal hümanist bir liderdi. Bunun en güzel örneği, o dönem Alman faşizminin kurbanı olan Yahudi, liberal ve solcu profesörleri Türkiye’ye çağırmasıydı.

Bugün Atatürk’ü diktatör ya da faşist olmakla itham edenler o yıllarda ülkemize gelen 142 Alman profesörü nasıl açıklayabilirler?

Açıklayamazlar.

Bugün Atatürk’ün ilkelerini sağ gözlükle, sığ bir seviyeden eleştirmeye çalışanlar aslında aydınlanma düşmanlarıdır. Devrimlerin sürekli gelişim gerektiren bir eylem olduğunu bilen ve bu gelişime sekte vurmak isteyen  karanlık zihinlerdir. İşte bu karanlık zihinler kendi sanatçısıyla kavgalı, bilime ve gelişime kapalı, dogmalarla örülü bir siyasi eylem içerisindedirler.

1920 Yılında Mustafa Kemal’in “meşruiyet” arayışı sonucu kurduğu meclis, bugün iktidarın çoğunlukçu ve hukuksuz siyasetiyle görevini neredeyse yerine getiremez halde.

Toplumun genelini ve bir devletin geleceğini etkileyecek “barış” girişimleri bu “meşru” zeminin dışında yürütülmektedir. Halk adına kararı, halkın iradesinin temsil edildiği meclis üyeleri değil, terör örgütünün üyeleri vermektedir.

Yani açık ifade etmek gerekirse; şu anda meclis “teoride” kalmıştır.

Bu noktada Mustafa Kemal’in önemli bir sözünü hatırlatmak isterim: “Meclis bir nazariye (teori) değildir. Bir hakikattir ve hakikatlerin en büyüğüdür.”

Bu hakikatin bilincine varmamız ve içinden geçtiğimiz sıkıntılı günlerden bir an evvel kurtulmamız dileğiyle Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramımız kutlu olsun!



#BenideFazılSay


#BenideFazılSay


Evet, dünyaca ünlü piyanistimiz Fazıl Say’a twitter’a yazdığı bazı sözlerden ötürü 10 ay hapis cezası verildi. Bu cezaya karşın twitter da #BenideFazılSay hashtag’iyle tepkiler çığ gibi büyüdü. Halk tepkiliydi, aydınlar tepkiliydi, sanatçılar,siyasetçiler tepkiliydi. Hatta AB Komisyonu sözcüsü bile konuyla ilgili açıklama yaptı. Karar bir skandaldı çünkü.

Neden mi skandaldı? Anlatmaya çalışayım…

Bu meseleye yorum yapabilmek için öncelikle sosyal medyanın ruhunu, dilini iyi anlamak ve iyi okumak lazım. Türkiye’de 31 milyon Facebook kullanıcısı, 7.2 milyon twitter kullanıcısı var. Yani neredeyse her 3 kişiden birinin facebook hesabı var. Twitter’a biraz daha yabancı olduğumuz için facebook’tan yola çıkarak anlatacağım.

Facebook kullananlarınız biliyordur. Her gün onlarca paylaşımda bulunursunuz. Bunların önemli bir kısmı siyasi içeriklidir. Bir kişinin ya da kurumun aleyhinde doğru veya yanlış sorgulamadan, tek bir tuşa basarak paylaşırsınız. Ve geçer gider. Hergün onlarca gönderi okursunuz. Ve aslında bu gönderilerin önemli bir kısmı kişilik haklarına saldırıyı da içeren unsurlar taşır. Fakat sosyal medyanın yapısı gereği üzerinde durulacak bir mesele değildir. Zaten denetimi de neredeyse imkansız ve yersizdir. Geçersiniz.

Şimdi gelelim twitter’a. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki Twitter’ın Türkiye'deki kullanıcı sayısı 7.2 milyon. Bu kullanıcıların 5.3 milyonu aktif. Yani  bu rakam, son bir ay içinde en az bir tane tweet atan kullanıcı sayısını temsil ediyor.
Dünya genelinde ise her gün 175 milyon tweet atılıyor. Türkiye'de bir aylık süreçte her gün atılan tweet sayısı ise 1.7 milyon. Bu her saniye 20 tweet atıldığı anlamına geliyor. Sanıyorum tanımayanlar için biraz aydınlatıcı oldu. Yani twitter facebook’tan çok daha hızlı akan bir mecra.

Şimdi sosyal medyaya yönelik kısa bir bilgilendirmeden sonra gelelim mevzuya. Sıradan vatandaş Ahmet Bey tüm gün boyunca arzu ettiği kişiye arzu ettiği hakareti twitterdan yazıyor diyelim. Mesele olmuyor. Çünkü şikayet eden yok. Ama Fazıl Say gibi bir aydınımızı yazdıklarından ötürü şikayet ediyorlar.

Peki neden?

Aslında nedenini laikliği savunmasında, kendini ateist olarak tanımlamasında ya da düşüncelerini sivri kelimelerle ifade etmesinde bulmayın. Nedeni basit. Bağnaz ve karanlık zihniyet sanatçıyı ve aydını sevmez. Yok etmek ister. Paçasından tutup çekmek ister. Tahammül edemez. Bünyesinde tutamaz. Hırpalar. Örseler. Yok olsun ister. Lüzumsuzdur çünkü. Günahkardır.

İşte bu karanlık zihniyet ve onun uzantıları her gün milyonlarca tweet atılırken, Fazıl Say’ı hedef seçmiş ve şikayet etmiştir.

Şimdi biz dünyaca ünlü bir sanatçımıza hapis cezası verildiği için utanmalıyız. Ama en çok da onun kalbini kırdığımız için üzülmeliyiz. Bir Fazıl Say daha çıkarabileceğimizi bilemeden yapılan bu çirkinlikten utanmalıyız.

Ne yazık ki biz Nazım Hikmet’e yaptıklarımızdan hala ders alamamışız. Devam ediyoruz ısrarla. Sanatçılarımız kırmaya, yargılamaya devam ediyoruz. Pervasızca…


Gençlik Kurultayı’nın ardından...


Gençlik Kurultayı’nın ardından...

CHP’nin bir üyesi ve kurultay delegesi olarak kendi kendime verdiğim bir sözüm var;  

Yaklaşık 2 senedir, İzmir’in yerel gazeteleri Gazetem Ege’de, Çeşme Güneşi’nde ve izmirport.com’da yazdığım yazılarda çıkış noktam hep iktidar ve onun uygulamaları oldu. Mensubu olduğum CHP’nin iç meselelerine hiç girmedim. Kendi kendime koyduğum bu kuralın tek bir nedeni vardı. Ben partili olarak esas meselemizin, karşı devrimle ve onun acımasız yaptırımlarıyla mücadele olduğuna inanıyordum. Ve partililik bilincinin de bunu gerektirdiğini düşünenlerdenim. Şu anda aynı zamanda gercekgundem.com’da yazıyorum ve hala aynı düşüncedeyim.

Gelin görün ki Cumhuriyet Halk Partisi’nin geçtiğimiz Pazar günü gerçekleştirdiği Gençlik Kurultayı’nın ardından, gençlerin devir teslim töreninin yer aldığı 4 dakikalık videoyu izleyince bu yazıyı yazmaya karar verdim.

İtiraf etmeliyim ki çok duygulandım. Pırıl pırıl iki genç kardeşimiz büyük olgunlukla açıklamalar yapıp görevlerini devir-teslim etmişler. Öncelikle bu olgun tavırlarından ötürü ikisini de kutluyorum.

CHP’de Gençlik ve Kadın Kolları Kurultayları yaklaşık 2 yıl süren sancılı ve emek yoğun bir süreçten sonra gerçekleşebildi. Genel Başkanımız Kemal Kılıçdaroğlu’nun göreve gelmesiyle birlikte oluşturulan gençlik ve kadın Merkez Yönetim Kurullarıyla, uzun bir aradan sonra yapılacak kurultayların hazırlığı başlamış oldu. Bu süreçte 3 farklı kurulda Kadın Kolları MYK Üyesi olarak çalışma şansına sahip oldum. 2004 Yılından beri gerçekleşmeyen kurultayı yapabilmek için önce Türkiye genelinde gençlik ve kadın kolları örgütlenmesinin tamamlanması gerekiyordu. Bu önemli amaç için kurultaylara hazırlık sürecinde bir çok arkadaşımızın yoğun emeği geçti.

2010-2012 Yılları arasında hem Gençlik Kolları’nda hem Kadın Kolları’nda Genel Başkanlık yapmış ve MYK üyesi olarak görev alan tüm yol arkadaşlarımız, Türkiye genelinde bizzat ziyaretlerde bulunarak bu örgütlenmeyi tamamladılar. İşte tüm bu hazırlıkların ardından coşku dolu kurultaylar gerçekleştirebildik. Ne mutlu bize!

Geçtiğimiz Pazar günü gerçekleşen Gençlik Kurultayı’nda çıkan sonuç ne olursa olsun, önemli olan bundan sonra elele verilerek yürütülecek mücadele olmalıdır. Neredeyse delegeden yarı yarıya oy alan gençler bir elmenın iki yarısı olduklarını unutmamalıdır. Ve Gençlik Kolları’na Genel Başkan seçilen arkadaşımız belki de en çok kendine oy vermeyenleri bağrına basmalı, birleştirici olmalıdır.

Bizim gibi sosyal demokrat partiler için kongreler ve kurultaylar demokrasinin kalbidir. Kim ne derse desin vazgeçilmezdir. Coşku doludur. Umut doludur. Ama bu umudu yaşatmak da seçilenlerin asli görevidir.

Kongre ve kurultayların kaybedeni yok aslında. Siyaset uzun bir yolculuk çünkü. Bazen kaybettim dediğiniz anda yeşermeye başlar. Ve aslında önemli olan ortak amaçlar ve ideolojidir. Bizi bir arada tutan, kendimizi CHP’ye ait hissettiren Atatürk’e ve onun ilkelerine ve çağdaş bir Türkiye’ye duyduğumuz özlemdir. İşte bu özlem bize mücadele gücü verir. Ve görev ve makam beklemeksizin hizmet aşkı verir.

Siyaset gönüllülük esasına dayanır. Özellikle de yıllardır iktidar yüzü görmeyen CHP’de gönüllülük çok önemlidir. CHP’ye gönül veren bir örgüt üyesinin iktidarın nimetlerinden faydalanma gibi bir imkanı yoktur çünkü.

Aksine. Elinden verir, ailesinden verir, zamanından verir, yüreğinden verir. İşte bu yüzden çok değerlidir emeği ve yüreği. Yüreği kırılmamalı ve emekleri el üstünde tutulmalıdır.

Özellikle örgütümüzün geleceği, atar damarımız olan gençlere bu hassasiyetle yaklaşmalıyız. CHP’ye gönül vermiş her gence kucak açmalı, sahip çıkmalıyız. Gençler sadece broşür dağıtıp, bayrak asmak istemiyorlar. Gençler siyaset yapmak istiyor. Ve yapmalılar.

Daha aydınlık yarınlar üniversitelerde ki kuvvetli gençlik örgütlenmeleriyle mümkün olacaktır.

Bu doğrultuda ve bu özlemle Gençlik Kolları’nın geçmiş dönem Genel Başkanı Emre Doğan’ı ve Genel Başkan İrfan İnanç Yıldız’ı kutluyorum. Elbirliğiyle, işbirliğiyle, yürek yüreğe bu ceberrut iktidara karşı mücadele etmelerini diliyorum. Ve tekrar ediyorum bu kurultayın kaybedeni yoktur!

Delegelerin yüreğinin yarısı bir adayda, yarısı diğer adaydadır. Şimdi vakit bir olma, diri olma vaktidir.

Yolunuz açık, başarılarınız daimi olsun...

NOT: Kendi kendime söz verdiğim için susuyorum. Yoksa gazeteci arkadaşım Barış Yarkadaş’ın son yazısına istinaden kendisine yöneltmek istediğim bir çok soru var. Ama tutuyorum kendimi. Şimdilik...




ADALET VE TECAVÜZ


ADALET VE TECAVÜZ

N.Ç., B.G., Ö.D. ve en son Ö.Y.
Onları sadece ad ve soyadlarının ilk harfleriyle tanıyoruz.

Yaşları 13. Kaderleri ortak. Henüz çocukluktan genç kızlığa geçerken, sokakta ip atlamanın doyulmaz tadına varamadan tecavüze uğradılar.

Tecavüz edenlerin sayısı neredeyse yaşlarının iki katı. Onlar henüz çocuktu. Çocukları olan kocaman adamlar gözlerindeki yaşa bakmadılar. Acımadılar ve bunu yaparken korkmadılar. Ne Allah’tan, ne yargıdan….

Korkmadılar çünkü Mardin’de 32 kişinin tecavüzüne uğrayan N.Ç. için “kendi rızasıyla birlikte olmuştur” kararı yargıtay tarafından onanmıştı. 3-5 yıl hapis cezasıyla sıyrılmışlardı günahlarından. Öyle ya korkacak ne vardı! Bu kız çocuklarının arkasında devlet yoktu, hukuk yoktu. Sahipsizdiler.

Bu sahipsizliği farkeden, insan sıfatını yitirmiş mahluklar bir kız çocuğunun hayatını karartmak için tereddüt dahi etmediler. Mardin’de, İzmir’de, Sakarya’da, Gölcük’te ve haberi basına yansımayan ve belki de şu anda hala tehditle tecavüze uğrayan nice kız çocuğunun sessiz çığlığını duyan olmadı. Ve onlar devam ettiler yollarına. Arkalarına bile bakmadan.

Tecavüzcünün belki yaşından, belki mevkisinden, belki tehditinden korkan kız çocuğu sustu. Bazı hallerde annesi fark etti. Ama korktu, sustu. Komşu bir terslik olduğunu anladı. Sustu. Tecavüzler başladığında dedikodu çarkı döndü. Kulaktan kulağa yayıldı. Ama duyanlar sustu.

13 Yaşındaki kız çocuğuna baktılar belki kınayan gözlerle. “Onun da suçu vardır”. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz”. “Kuyruk sallamıştır”. “Rızası vardır”. “Çıkarı vardır”dediler. Ve küçük bir kız çocuğunun ruhunun paramparça olmasına seyirci kaldılar. Sustular.

Susanların hepsi ortak aslında tecavüze. Yaşananları bilip görmezden gelenlerin hepsi sanık. Hepsi suçlu. Ama en başta bu insan müsvettelerine hak ettikleri cezayı vermeyen sistem suçlu.

Gündemi çok önemli mevzularımızı tartışmakla geçirirken, kararan yaşamlara karşı duyarsızlaşıyoruz. Adaletin tecellisi geç kalıyor, yetersiz kalıyor. Aileden ve Sosyal Politikalardan sorumlu bakanlığın uygulamaları, yaptırımları yetersiz kalıyor. Yani devlet bir kız çocuğunu sahiplenemiyor. Hakkını onun adına soramıyor.

Sahi bize neler oluyor? Vicdanımızı nerede yitirdik? Bu kararları veren hakimler rahat uyuyabiliyor mu?

Belki tüm ülke gündemini sarsması gereken bir tecavüz haberi bir manşet, birkaç köşe yazısıyla geçiştiriliyor. Kız çocuklarına tecavüzü, kadına şiddeti, çocuk gelinleri genellikle yine kadınlar protesto ediyor. Ta ki yeni bir haber gündeme düşene kadar. Sonra unutuluyor.

Artık kadın-erkek demeden hepimiz isyan edelim bu gidişe. Ve belki de en çok erkeklerin sesi çıksın bu sefer.

13 Yaşındaki bir kız çocuğunun hayatıysa mevzu bahis , gözlerimizi kaçırmayalım. Sesimizi gür çıkaralım. Bir çıkaralım. Örgütlü ve toplumsal tepkilerin karşılığını bulduğunu sosyal medyada ki T.C. eylemiyle gördük.

Şimdi değil de ne zaman? Daha fazla kız çocuğu kurban olmadan.

Tecavüz için ağırlaştırılmış hapis cezaları ve adalet için… İlgili bakanlığın bu çocuklara sahip çıkması, hakkını, hesabını sorması için… Tek yürek olalım. İnsanlık adına çok geç olmadan, bir olalım.