Sol yanım...

17 Temmuz 2013 Çarşamba

SİYASAL KATILIM


SİYASAL KATILIM

Geçtiğimiz hafta Gazete Çeşme Güneşi’ndeki makalemde Türkiye’deki “feodal demokrasi” sorunundan bahsetmiştim. Bu hafta ise demokrasi sorununun yarattığı siyasal katılım probleminden bahsedeceğim. Osmanlı’dan miras kalan feodal/vesayetçi demokrasi kültürü mevcut siyasi yapımızı bir türlü terk edemedi. Siyasal katılımı kısır eden bu kültür, parti içi demokrasiyi de sağlayamadığı için zamanla oligarşik örgütlenmelere sebep olmaktadır. İşte en tipik örneği mevcut iktidar…

Aslında siyasal katılım sorunu ülkemizdeki en temel sorunlardan biri. Başta %10 seçim barajı problem olmakla birlikte aslında sadece barajın kalkması da bu sorunun ortadan kalkmasına yetmeyecek. Ülke genelinde siyasal katılım, geniş kitleler tarafından sadece oy verme eylemiyle eşdeğer tutuluyor. Bu durumun belli başlı nedenleri var. Öncelikle parti içi demokrasinin tam olarak oturmadığı durumlarda ortaya çıkan oligarşik yapı aynı zamanda şiddetli bir siyasal tekelleşmeyi de peşinden getiriyor. Parti içi egemen, kemikleşmiş kadrolar etrafında bir kısır döngü içerisinde süre gelen siyasi yapı ise gün geçtikçe yeni, dinamik ve genç insanların siyasetten uzaklaşmasına neden oluyor.

Aynı zamanda siyasetin pahalı bir uğraş olması, propaganda araç ve yöntemlerinin sınırlandırılmaması, seçimlere katılımda ayrı bir engel teşkil etmektedir. Bu arada yeri gelmişken seçim propaganda dönemlerindeki harcamalar neden denetlenmemekte ve kısıtlanmamaktadır?  Getirilecek bir broşür kısıtlamasının bile sağlayacağı faydayı tahmin edebiliyorsunuzdur. Çevreye katkısı da cabası!

Siyasal katılım sorununun nedenlerine devam edecek olursak yaş sınırlaması, öğrencilere, devlet memurlarına, öğretim görevlilerine getirilen kısıtlamaları da eklemeden geçemeyeceğim. Sırf bu kısıtlamadan ötürü üniversitede siyasal çizgisine hayran olduğumuz nice hocamızı ancak emekli olduktan sonra siyasette görebiliyoruz. Bu bir kayıp değil mi sizce?

Siyasal tekelleşmeyi azımsamamak lazım. Bakınız doğudaki Kürt sorunu neredeyse 30 yıldır aynı isimlerin önderliğinde tartışılmaktadır. Belki de bu çözümsüzlüğün, kısır döngünün de temel nedenlerinden biri budur. Siyasal katılımın kısıtlılığı zamanla tekelleşme, yabancılaşma, yoksullaşma ve korku ortamı yaratmaktadır. İşte bu feodal demokrasi anlayışından beslenen sistem devletin tüm kurumlarına işleyince bu sefer halka kuşkuyla bakan, tam olarak güven duymayan otoriter ve merkezci bir yapıya dönüşmektedir.

Sonuçta ortaya çıkan bu yapı Gezi eylemlerinin de doğuşuna sebep olmuştur. Sokaklara dökülen vatandaşlar itirazlarını dile getirebilecek imkan bulsalardı, siyasette karar süreçlerinde katılım imkanı bulsalardı olaylar bu noktaya gelmezdi.

Siyasal katılımı arttırmanın, vatandaşı siyasette paydaş yapmanın yolları yok  mu? Var elbette. Onları da haftaya paylaşacağım. Sağlıcakla kalın…

YOLDAŞ OLMAK


Yoldaş olmak…

Ali İsmail Korkmaz’ın haince öldürülmesi hepimizin yüreğini dağladı. 19 Yaşında pırıl pırıl bir gencin, silahsız ve savunmasız bir haldeyken dövülerek katledilmesine isyan etmemek mümkün değil. Gezi eylemleriyle başlayan özgürlük mücadelesinde yitirdiğimiz diğer genç fidanlar gibi, Ali İsmail’i de hiçbir zaman unutmayacağız.

Düşünüyorum da; onları sadece unutmamak ödedikleri bedelin yanında yeterli bir eylem mi olacak bizim için? Yani ölüm yıldönümlerinde hatırlamak, her fırsatta adlarını anıp yeni nesillerde hatıralarını yaşatmak… Evet bunları tabi ki yapmalıyız. Tıpkı Denizler, Hüseyinler, Mahirler gibi…

Peki ya daha fazlası?

Ben Ali İsmail’in fotoğrafına baktığımda Cumhuriyet Halk Partisi’nin bir üyesi olarak omzumda ağır bir sorumluluk hissettim. Sanıyorum ki bu sorumluluğu ana muhalefet partisinin tüm mensupları hissetmiştir.

Neden mi? Anlatmaya çalışayım…

Ali İsmail de tıpkı bu uğurda canını veren diğer  gençler gibi iktidara muhalifti. Özel yaşamına baskıyı kabul etmiyordu. Özgürlüklerinin kısıtlanmasına itirazı vardı. Bir davaya inanmış ve bu uğurda canını siper etmişti. Bir partiye mensup olduğu ya da olmadığı önemli miydi? Bence önemsizdi. Ali bizim yoldaşımızdı. Aynı davaya inanmıştık. Biz bir yoldaşımızı yitirdik. Ali’yi yoldaş bilen herkesin başı sağolsun.

Sanıyorum ki tüm bu Gezi eylemlerinde CHP örgütü olarak öncelikle sorgulamamız ve belki yeniden kurmamız gereken “yoldaşlık” bağlarımızdır. CHP bir kitle partisi ve sol cenahta kitle partisi olmak gerçekten zor. Sol bakış açısı kendi içinde çok farklı fraksiyonları barındırıyor. Gelin görün ki, sağ eğilimli bir seçmen yapısı olan Türkiye’de iktidara gelmek için yelpazeyi geniş tutmak zorundayız. Yelpazeyi “sözde” geniş tutmamız da yeterli değil. Kendi görüşümüze göre bize en uzak duran ama aynı çatı altında siyaset yaptığımız arkadaşımıza bile kuvvetli yoldaşlık bağlarıyla bağlı olmalıyız. Bunu mümkün kıldığımız gün iktidar kaçınılmaz olacaktır.

Çünkü güçlü bir örgüt ancak güçlü yoldaşlık bağlarıyla mümkün olur. Halkın bize inanıp oy vermesi için öncelikle bizim birbirimize ve ortak davamıza inanmamız gerekir. Birbirimize destek olmamız, bir olmamız gerekir.

Gezi eylemleri için sokaklara dökülen gençlerin, kişisel siyasi beklentileri yoktu. Seçimlerde aday oldukları için isyan etmediler. Dertleri makam, mevki değildi. Artık tutacak nefesleri kalmamıştı. Sadece ortak bir itirazları vardı. Ve bu ortak itiraz, dava, kavga adına ne derseniz deyin birbirini hiç tanımayan insanları yoldaş yaptı. İşte yoldaşlık böyle bir şey. Aynı amaç uğruna ortak irade, paylaşım, fedakarlık göstermek. Ortak ideoloji her zaman ön koşul olmamakla beraber “ortak amaç” yoldaşlığı getiren önemli unsurlardandır.

Yoldaşlık ipek böceğinin kozasını ördüğü gibi ilmek ilmek örülür. Sevgi ister. Emek ister. Sabır ister. Hoşgörü ister. Özveri ister. Fedakarlık ister. Güven ister. Yürek ister. Zor gün geldiğinde göğsünü siper etmeyi ama bazen de bir adım geri durup destek vermeyi ister. Yoldaşlık gönülden gelen, iradi, bilinçli ve sorumluluk isteyen bir duygudur.

Anlaşılması da anlatılması da güçtür. Çoğu zaman kendiliğinden oluşur. Ve en güzeli de Gezi eylemlerinde olduğu gibi zor günde kurulanıdır. Yoldaşlığı dosttan, arkadaştan ayıran yan ise çoğu zaman hiç tanımadığınız insanlarla kurulabilir bir bağ olmasıdır. İşte Ali İsmail, Abdocan, Ethem, Mehmet, İrfan, Zeynep, Medeni… Hiç tanımadığımız halde yoldaş bildiklerimiz.

Bizim omzumuzda özgürlük mücadelesi için canını veren gençlerin sorumluluğu var. İşte bu faşist düzenin kirli çarklarını kırmak için iktidara talip olan ve özgürlüklerin yolunu açmak için tek umut olan Cumhuriyet Halk Partisi’nde yoldaşlık bağlarımızı ivedilikle kuvvetlendirmeliyiz. İktidar olmanın yolu yerel seçimlerde başarıdan geçer. Önümüzdeki adaylıklar ve seçim sürecinde birbirimize daha sıkı sarılmalıyız.

Kişisel beklentilerle, hırsla, öfkeyle ülkemizin tek umudunu söndürmeye hakkımız yok.

Unutmayalım ki Ali İsmail’e borcumuz var. Onun pırıl pırıl bakan gözlerindeki feri söndürenlerden hesap soracağımız yer sandıktır. Bu hesabı da ancak elbirliğiyle, işbirliğiyle, sevgiyle, özveriyle ve umutla kenetlenerek sorabiliriz.

İşte bu yüzden kaybetmeye de vazgeçmeye de hakkımız yok.



12 Temmuz 2013 Cuma

FEODAL DEMOKRASİ


FEODAL DEMOKRASİ

Ülkemizde Gezi Parkı rüzgarları eserken, Mısır’da özgürlük ve demokrasi mücadelesi için halk sokaklara döküldü. Halkın itirazı uygulanan baskıyaydı ve neticede bu isyan darbeyle sonuçlandı. Bir haftadır durmaksızın darbe ve diktatörlük tartışmaları süregidiyor. Aslında bence Mısır’ın ve Türkiye’nin siyasal geçmişleri ve mevcut halleri açısından kıyaslanacak bir durumları yok. Dolayısıyla Mısır’da olanlar bizde de olabilir gibi sığ siyasi sonuçlar çıkarmak vakit kaybından öteye geçemiyor.

Ama illaki ortak bir nokta bulmak istersek buna kısaca “Feodal Demokrasi” sorunu diyebiliriz.

İsterseniz “Feodal Demokrasi” tanımını biraz açalım:

Bildiğiniz üzere Türkiye’de politika sınırlı bir katılım ve dar bir alanda yürütülmektedir. Siyasal katılım ise siyasetteki bu dar alandan ötürü sadece oy verme eylemiyle sınırlandırılmıştır. Aslında siyasal katılımı azaltan ve siyasetin kalitesini düşüren temel neden demokrasi eksikliğidir. Bu eksiklik “endüstrileşme” sürecini kaçırmış Osmanlı’nın bugünkü Cumhuriyet’in ayağına taktığı bir pranga aslında. Mustafa Kemal’in büyük devrimine rağmen Osmanlı’dan miras kalan “feodal yapı” demokratikleşemeyen siyasetimizin en büyük karın ağrısıdır.

Feodal/vesayetçi demokrasi (ya da liderler demokrasisi) demokratik kurumları karar merkezleri olarak değil, danışma merkezleri olarak görür. Bunun en güzel örneği, feodal demokraside meclisin adeta “danışma meclisi” olarak işlev göstermesidir. (Çok tanıdık öyle değil mi?)

Devam edersek feodal demokrasinin temel göstergesi siyasal ve toplumsal örgütlenmedeki dikey hiyerarşik yapıdır. Bu yapı siyasal katılıma engel olan unsurlardandır. Feodal demokrasinin bir diğer özelliği ise “parti içi demokrasi” yoksunluğudur.İşte belki de iktidar partisinde en ağır haliyle görebileceğimiz bu durumda, siyasal parti adeta bir aşiret/tarikat gibi örgütlenir. Örgüt lideri de aşiret reisi ya da şeyh gibi davranmaktadır.

İşte bu hallerde partiler demokratik örgütlenemedikleri için kısa sürede oligarşik yapılara dönüşmektedirler. Bu noktada bir parantez açıp Oligarşi’nin Tunç Kanunu adlı bir teoriyi hatırlatmak isterim. Daha evvel Gazete Çeşme Güneşi’nde bu teoriyi yazmıştım. Fakat AKP’nin son durumu üzerine bu teoriyi tekrar yazmak zaruri oldu. Bu teori ilk defa 1911’de genç Alman sosyolog Robert Michels tarafından Siyasi Partiler isimli kitabında yazıya dökülmüştür. Michels teorisini; “Seçilmişlerin seçmenler, vekillerin vekalet verenler, delegelerin delege edenler üzerinde egemenlik kurmasına yol açan örgüt modeli” olarak tanımlar. Oligarşi’nin Tunç Kanunu teorisine dair açtığım parantezi burada kapatabilirim. Başka bir yazıda tekrar yazmak üzere…

Üzerine daha çok şeyler yazabileceğimiz “feodal demokrasiden” kısaca bahsettikten sonra tek kurtuluş yolunun “sosyal demokrasi” olduğunu belirtmek isterim. Tabi ideal olarak tanımladığımız sosyal demokrasiye ulaşmanın, demokrasiyi tramvay olarak gören bir zihniyetle imkansız olduğunu belirtmeme bilmem gerek var mı?

Yani öncelikle zihniyet değiştirmeliyiz. Yoksa isteyen, istediği durakta iner “demokrasi tramvayından”…

PENGUENLER VE HAKİKATLER


Penguenler ve hakikatler...

Gezi eylemlerinden sonra siyasette olduğu gibi medyada da yeni bir dönem başladı. Uzun zamandır baskı altında olan yazılı ve görsel medyada “yandaş olmadıkları için” sistem dışı bırakılmış gazeteciler kendilerine yeni ve özgür alanlar açmak için harekete geçti. Geçmek de zorundaydılar...

Bildiğiniz üzere AKP 2002 yılında iktidara geldi. Ve ilk işleri de istedikleri doğrultuda haber yapacak bir medya kurgulamaktı. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, 2 Temmuz 2013 tarihli grup konuşmasında önemli bir olaya işaret etti. İktidarın medya üzerindeki pervasız baskısının öncülerinden olan bu olayı hatırlatmak isterim. İktidara geldikten 2 sene sonra o dönemin bakanı Kürşat Tüzmen, Gaziantep’te bir konuşma yaparken Söz Halkın Gazetesi’ni kendisi aleyhine haber yaptığı gerekçesiyle yırtmıştı. Bir bakanın, kürsüde gazete yırtması aslında bir dönüm noktasıydı. Ve yıllar içerisinde medya aşama aşama dönüştürüldü.

Şimdi yıl 2013. AKP’nin iktidara gelişinin üzerinden 11 yıl geçti. Medyanın büyük bir kısmı iktidara yakın sermayeler tarafından satın alındı. Gezi Parkı protestoları esnasında, merkez medyanın halkın haber alma özgürlüğünü resmen gasp ettiğine cümleten şahit olduk. Bu durum uzun soluklu bir çalışmanın sonucuydu aslında... Medyayı şekillendirme operasyonu iktidarın öncelikli amaçlarındandı. Öyle ya halkı istediğiniz doğrultuda yönlendirmenin yolu “yanlı medyadan” geçiyordu. Maalesef bunu başardılar da...

En son TMSF’ye geçen Akşam gazetesinin yazı işleri toplantısında, gercekgundem.com’a düşen bir habere göre gazetenin koordinatörü Murat Kelkitlioğlu; "Biz direkt Başbakan'a bağlıyız. Başbakan atadı bizi buraya. Sayın Erdoğan'ı destekleyen bir yayın politikası izleyeceğiz'' demiş.

Düşünebiliyor musunuz? Taraflı yayın yapacaklarını açıkça beyan etmişler. İnanılır gibi değil!

Bildiğiniz üzere TMSF’ye geçişin ardından Akşam gazetesi yazarlarının tasfiye dönemi başladı. Yeni işe alınan bir yazarın ilk yazısı ise aklımızın sınırlarını zorluyordu.  Güçlü kalem(!) diye lanse edilen Yasemin Nak, Akşam gazetesine yazdığı ilk yazıda ailesi CHP’li olduğu için dinini ve dua etmeyi öğrenemediğinden ve hayatı boyunca bunun eksikliğini duyduğundan bahsetmiş ve ardından ballı kaymaklı bir başbakan güzellemesi yapmıştı. Yıllardır “camileri ahır yaptılar” diyerek CHP’yi “din” üzerinden yıpratmaya çalışan başbakana şirin görünmek için doğrusu iyi bir yol bulmuş Yasemin Hanım. CHP’li olan büyükbabası torununun bu yazdıklarından dolayı utanıyor mudur bilemem. Ama ben o satırları okurken insanlık adına, bu uğurda bedel ödeyen aydınlar, gazeteciler adına utandım. Yandaşlıkta ne hale gelinebileceğini ibretle okudum.

Tıpkı Anadolu Ajansı’nın habercilik anlayışını ibretle izlediğim gibi… Anadolu Ajansı’nın, gerek başbakanın düzenlediği mitinglerde, gerekse Mısır darbesinin yaşandığı süreçte twitter hesabından attığı yanlı tweetler akıllara durgunluk getirdi. AA bir siyasi partinin sözcüsü müydü, yoksa bir haber ajansı mıydı belirsizdi.

Yazılı ve görsel medya üzerindeki bu yapılandırma daha nereye kadar devam eder kestiremiyorum. Gelin görün ki terazinin öbür tarafı artık çok güçleniyor.

Ve medya artık yeni bir mecrada hayata döndürülmeye çalışılıyor. Ekranlarda Halk TV’nin yoğun bir ilgiyle izlenmesi, internet üzerinden yayınların artması, eline kamera alan vatandaşların çektiği görüntülerin onbinler tarafından izlenmesi… Bunlar hep, yeni yeni şekillenen gerilla tipi yayın anlayışının örneklerinden.

Görünen o ki önümüzdeki süreçte, demokrasi ve özgürlükler ülkemizde tam olarak yerleşinceye dek habercilik yeni bir mecrada kendine yer bulacak. Ve bu zor günlerde, halkın haber alma özgürlüğü için canla başla mücadele eden gerçek gazetecilere ve kanallara destek vermek de bizim görevimiz.

Bir karar vermeliyiz; Penguen belgeselleri mi? Hakikatler mi? Sizce hangisi?

KUŞAK FARKI


KUŞAK FARKI

Gazete Çeşme Güneşi’nde 2012 yazının sonlarına doğru yazmaya başlamıştım. Yani 1. yılımı dolduruyorum bu güzel gazetede. Gerçekten ilmek ilmek bir emekle dokunmuş, çok kaliteli ve keyifli bir gazete olan Çeşme Güneşi’nin, başta sahibi CHP Çeşme Belediye Meclis Üyesi Ekrem Oran olmak üzere tüm emeği geçenlere teşekkür ederim.

Bugüne kadar hep siyasi ağırlıklı yazılar yazdım. Geçenlerde olan oldu ve annem Güler Aslan “Arada keyifli yazılar yaz. İnsanlar bu gazeteyi Çeşme’de okuyor. Bunu unutma” diyerek isyan etti. (Kendisi siyasetle pek ilgilenmez de… :))

Velhasıl kelam, bu sitemin üstüne bende bu haftaki yazıma siyaset karıştırmamaya karar verdim. Hazır Çeşme’deyken, 35 yıldır ruhumu doyuran Boyalık Koyu’na bakarak çocukluğuma bir yolculuğa çıktım.

Yolculuğuma dair ilk anım, 8 Haziran 1978’de doğar doğmaz geldiğim Boyalık Sitesi’ne ait… Hafızam ancak 6-7 yaşlarımı hatırlamaya yetiyor. (Normal mi bilmiyorum…) Boyalık Sitesi’nde neredeyse bir ordu çocuğuz. Ve sitenin ortasındaki havuzun başında tiyatro organize ediyoruz. Oyuncular bizler. Senaryo tamamıyla uydurma! Ufak tefek hediyeler almışız konuklarımıza… Ve kekler, içecekler… Biletler paralı… Ama hani öyle ucuz ki gelir gideri bir türlü karşılamıyor, hep cepten fazlası gidiyor. Çocukluk işte, maksat eğlence olsun.

Ve sonunda hazırlıklar tamamlanıyor, tiyatro başlıyor. Seyircimizi azımsamayın 40-50 çocuk rahat var. Meraklı büyükler de olmuyor değil. Bu arada benden 5 yaş büyük ağabeyim ve onun yaş grubu da başka bir sosyal faaliyet içerisinde… Birbirlerinden  değiş tokuş ettikleri Tommiks- Teksas-Zagor-Lorel ile Hardi (en favorimdir) gibi resimli hikaye romanlarını satıyorlar. Yani bizim site bildiğiniz Kapalı Çarşı’ya dönmüş vaziyette… Fakat şimdi oğluma ve onun akranlarına bakıyorum, biz gerçekten yaşamı sokakta deneyimleyen, düşen kalkan, ağlayan ama çabuk toparlayan ve mızmızlanmayan, paranın değerini küçük yaşlarda ufak ticari oyunlarla öğrenmiş çocuklarmışız. Aslında ne mutlu bize!

Bisiklete binip korkusuzca Çeşme’den Paşalimanı’na giden, Papatya Plajı’ndaki iskeleden atlayıp  yüzerek MerkezTur’dan çıkan, çevresiyle barışık, kulağının arkasına pembe sardunya çiçekleri takan çocuklardık…

Siyaseti bulaştırmayacağım dedim ama yine dayanamayacağım. Ben bu son Gezi eylemine kadar internet başından ayrılmayan, Counter Strike oynayarak, sosyal medyadan sanal arkadaşlıklar kurarak büyüyen çocukları apolitik buluyordum. Biz böylemiydik, sokaklarda geçti çocukluğumuz demekten de kendimi alamıyordum.

Kabul ediyorum ki yanılmışım. Evet bizim kuşak tabiatla içiçe, sokaklarda düşe kalka büyüdü ama bu çocuklar hepimizi geçti. Gezi öncesi oğluma sık sık karışırdım “aman çık dışarı oyna, bırak o bilgisayarı” diye. Şimdi kendi iradesine bırakıyorum. Her kuşak kendi çevresel faktörlerine uyum sağlayarak büyüyor çünkü. Kendi çocukluğumuzun doğrularını onlara empoze etmemizin bir anlamı yok bence… Onlar büyüyor, biz de onlarla öğreniyoruz. Her gün yeniden… Yeniden…




3 Temmuz 2013 Çarşamba

MAVİ OKYANUS


MAVİ OKYANUS

Gezi yine yaptı yapacağını...

Tüm ezberleri bir kez daha altüst edercesine Lice’ye destek çıktı.

Gezi direnişinde hayatını kaybedenleri anmak için Taksim’de toplanan binler aynı zamanda Lice’de yaşamını kaybeden Medeni Yıldırım’a da sahip çıktı ve “diren Lice Taksim seninle” sloganlarıyla Lice’ye destek oldu.

Benzer destek başka illerden de geldi. Ezber bozulmuştu bir kere. Özellikle ellerinde Türk bayraklarıyla bu desteği verenler, Gezi direnişi taraftarlarını ikiye böldü. Kimileri bu eylemleri terör örgütüne ve uyuşturucu kaçakçılığına verilmiş “bilinçsiz” bir destek olarak yorumladı. Kimileri ise barış ve kardeşlik sürecinin esas şimdi başladığını savundu.

Nihayetinde “Gezi” yine yaptı yapacağını... Ve yıllardır süregelen bir ezberi, ellerinde Türk bayraklarıyla “diren Lice” diyenler bozdu.

Öyle ya, aslında Gezi direnişine ne BDP’den, ne doğu illerinden yeterli bir destek gelmedi. Ama Gezi Lice’ye sahip çıktı. İşte bu durum barış sürecine Gezi gözüyle yeni bir bakış açısı getirdi.

Türkiye tarihinde önemli bir dönüm noktası olan Gezi direnişi üzerine onlarca analiz yazısı yazıldı. Eylemlerin başrollerinde kimlerin olduğu, iç dinamikleri, etkileyen parametreleri, lidersizliği, siyaseten mutlak olmayan bileşenleri hep tartışıldı. Aslında Gezi eylemleri öncelikle empatiyi kuvvetlendirmişti. Ve en önemlisi artık “barış” isteniyordu. Ve bu partiler üstü bir talepti. Artık kan dökülsün istenmiyordu. Lice halkı kendi taleplerinde haklı veya haksız olabilirdi. Ama taleplerini eyleme döktüklerinde karşılığı şiddet ve ölüm olmamalıydı.

Bugüne kadar çok acılar çekildi. Ama en azından Gezi sonrası diye adlandırabileceğimiz dönemde ne devlet eliyle, ne de başka şekilde ölüm ve şiddet istenmiyor. Bu çok açık. İktidarın “halka rağmen” uygulamalarına, halkın itiraz etme hakkı ortak öge. Ve görünen en kolay çözüm, iktidarın halkın itirazını ve talebini dinlemesi ve bir noktada uzlaşması. En azından...

Burada bir parantez açıp sizi “Mavi Okyanus” ve “Kızıl Denizle” tanıştırmak istiyorum. Siyaset biliminin dışında, yönetim biliminde var olan bir stratejinin adı; “Mavi Okyanus”. Artık dünyada her türlü sorunun analiz ve çözümünde birçok farklı disiplinden faydalanıldığı görülmekte. Yani artık siyasi bir olayın analizinde tek bir bilim dalı yetersiz kalabiliyor. İşte Gezi vakası gibi yeni yepyeni, hiç alışık olmadığımız bir olayda kalıplaşmış tüm tanımlamalar çaresiz kalıyor.

Mavi Okyanus stratejisine dönecek olursak; Mavi Okyanus aslında siyasetle ilişkisi olmayan fakat tam da Gezi’nin ülkemizde yarattığı atmosferi tanımlayıcı bir strateji. Ben de yönetim doktorası yaptığım süreçte tanıdım Mavi Okyanus’u... Yönetim biliminin 21. yüzyıldaki  yeni yüzlerinden. Aslen stratejik yönetimde yeni pazarları tanımlamak için kullanılıyor. İşletmelerin bulunduğu pazarları Kızıl Denizler ve Mavi Okyanuslar olarak 2’ye ayıran bu görüş, “Kızıl Denizleri” mevcutta var olan, sınırları tanımlanmış, rekabet koşulları belirli sektörleri tanımlamada kullanıyor. Mavi Okyanus stratejisi ise bugün var olmayan, belki de henüz bilinmeyen pazarları ve sektörleri ifade ediyor. Ki 21. yüzyıl aslında büyük ölçekte Mavi Okyanusların liderliğinde ilerleyecek. Yani keşfedilmemiş yeni diyarlar, düşünceler, yollar, ürünler...

Evet Mavi Okyanus için açtığım parantezi burada kapatabilirim. Belki biraz kafanızı karıştırdım ama bazı hallerde kafa karışıklığı iyidir.

Sözün özü Gezi eylemi bir Mavi Okyanus’tur. Kendi sınırlarını kendi çizecek, yeni bir dil ve yöntem geliştirecek, şimdiye kadar var olmayan bir alan tanımlayacak ve siyasette her daim bahsedilen o üçüncü yolu açacaktır.

Şimdi mesele bu yeni döneme uyum sağlayabilmek. Hatta uyum sağlamaktan da öte öncüsü olabilmek.

Bunu başarabilir miyiz? Ne dersiniz?








ARTIK YETER


ARTIK YETER

Gerçekten artık yeter! Gazetelerde okurken bile yüreğimizin kaldırmadığı çocuk tecavüzlerine artık dur demenin vakti geldi de geçiyor.

Basına yansıyan son tecavüz haberi aynen şöyle: “Mardin’de 14 yaşındaki bir erkek çocuk, 4 ay kaldığı özel yurttaki ilmihal hocasının tecavüzüne uğradığı ortaya çıktı.”

2012 Kasım’ından 2013 Mart’ına kadar öğretmeninin tecavüzüne uğramış yavrucak. Ailesine anlatamamış. Vicdansız tecavüzcüsünün tehditlerinden korkmuş ve tecavüzleri herkesten saklamış. Tecavüzün ertesi günlerinde okula gidemediği için devamsızlığı babasına iletilmiş de öyle çözülmüş bu alçak tecavüz sarmalı.

Sonradan ortaya çıkmış ki öğretmeni tarafından tecavüze uğrayan tek çocuk da değilmiş. Niceleri varmış… Tecavüzcü hoca H.K., Midyat Ağır Ceza Mahkemesi’nde “Nitelikli cinsel istismar ve darp suçundan” yargılanıyor şimdi. İkincisi 20 Haziran’da yapılan duruşma, 11 Temmuz’a ertelenmiş. Bu vaka Türkiye’deki nice çocuk ve kadın tecavüzünden sadece biri.

Peki artık tecavüz vakalarının önüne geçmek için ne yapmalıyız? Ya da kurumlar ve kişiler bu konuda yeterli çabayı gösteriyor mu?

İlk sorumlu ve yetkili kurum ilgili bakanlık. Aile ve Sosyal Politikalardan Sorumlu Bakan Fatma Şahin tecavüz olayları karşısında gerekli müdahale ve yaptırımları bir kenara bırakın toplumun vicdanını rahatlatacak hamleleri dahi atamıyor. Bakan Şahin, Midyat’ta yaşanan olay sonrası twitter’dan 2 tweet atmış. Tweetler aşağıdaki gibi;

“1/ Şırnak'taki çocuğumuza tecavüz konusuyla ilgili @ailebakanligi Hukuk Müşavirliği olarak müdahil olmak amacıyla Mahkemeye başvuru yaptık.”

“2/ @ailebakanligi hukukçuları Midyat’a giderek konuyu yakından takip edecekler. Bakanlığımız üstüne düşeni en sonuna kadar yapacak.”

Elinizden gelen bu mudur Sayın Şahin? 14 Yaşındaki bir erkek çocuğunun tecavüze uğradığı, bu da yetmezmiş gibi yaşadıklarını tüm mahkeme önünde yanında pedagog ve sosyal hizmetler uzmanı olmaksızın anlatmak zorunda kaldığı  bir dram sonrası elinizden gelen bu mudur?

Yazık. Gerçekten yazık. İktidarın her türlü imkanı elinizin altında. Mecliste istediğiniz yasayı çıkarabiliyorsunuz. Yine de bu çocuk tecavüzlerinin önüne geçemiyor, önüne geçmeyi bırakın caydırıcı tedbirler daha alamıyorsunuz. Alamıyorsunuz ki cayan yok! Her geçen gün daha vahim olaylar gündeme geliyor.

Olay Midyat’ta geçince insanın aklına bölgenin milletvekilleri geliyor. Açıyorum TBMM’nin vekiller sayfasını bakıyorum Mardin milletvekillerine. TBMM sayfasında yazılış sırasıyla; Abdurrahim Akdağ (AKP) , Gönül Bekin Şahkulubey (AKP) , Erol Dora (BDP), Muammer Güler (AKP), Ahmet Türk (Bağımsız), Gülser Yıldırım (BDP).

Dikkatinizi çekmiştir. İçişleri Bakanı’nın milletvekili seçildiği il Mardin. Sanıyorum ki sözlerin tükendiği yerdeyiz...

Evet. Sayın milletvekilleri, milletin vekili olduğunuz ilde böyle bir dram yaşanıyor. Muhakkak haberiniz vardır bu olaydan... Peki 14 yaşındaki A.’nın mahkeme salonunda bu kadar sahipsiz kalmasına nasıl razı oldunuz? Vicdanınız nasıl rahat etti? Aklım almıyor doğrusu...

Bu tür tecavüz olaylarında ilgili bakanlık, bölge vekilleri, TBMM’deki ilgili komisyonlar, STK’lar ve bölge halkı elbirliğiyle gerekli tepkiyi vermeli ve gerekli yaptırımlar uygulanmalı. Bu tepki tüm ülke genelinde yankı bulmalı. 

Elbette ki barış süreci, Gezi direnişi ülke gündemi açısından çok önemli olaylar. Ama bu tecavüz olaylarını her gün gazeterde okuyup da kanıksamak kadar tehlikeli bir davranış yok. Bu çocukların hem devlet hem toplum tarafından sahiplendiğini ve korunduğunu gören ve karşılığında ağır cezalar alacağını bilen bir cani için, bu toplumsal baskı en azından caydırıcı bir unsur olacaktır.

Tecavüz Türkiye’de toplumsal bir yaradır. Acı, iç burkucu bir gerçektir. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in bir soru önergesine verdiği yanıt acı gerçeği su yüzüne çıkarıyor. 2002-2008 yılları arasında toplamda 61 bin 469 tecavüz olayı yaşanmış. Bu olaylara 99 bin 792 kişi karışıyor. Rakam, vakaların çoğunun toplu tecavüz olayı olduğunu gösteriyor. Ne acı!

Küçücük çocukların tecavüze uğradığı ve mahkeme salonlarında sahipsiz kaldığı bir düzende insan sormadan edemiyor;

İktidar neredesin?

Meclis neredesin?

Adalet neredesin?

Vicdan neredesin?

Nerede?


GEZİ, TBMM VE SEÇİMLER


GEZİ, TBMM VE SEÇİMLER

15 Haziran 2013, Gezi Parkı eylemleri için çok önemli bir tarih. O güne kadar belli bir mukavemetle devam eden direnişçilere adeta yok edercesine saldıran güvenlik güçleri, eylemlerin seyrinde bir kırılma ve farklılaşmayı sağladı. Bu kırılma eylemlerin biçim değiştirmesine neden oldu. Bildiğiniz üzere ülke genelinde büyük ses getiren “duran adam” eylemleri başladı. Bu aslında sessiz bir isyandı. Uygulanan orantısız şiddete, yasaklara ve medyanın suskunluğuna bir baş kaldırıydı.

15 Haziran gecesi yapılan operasyonun sinyalleri aynı gün içerisinde başbakanın Ankara mitinginde gelmişti. Başbakan Ankara mitinginde: "Taksim Meydanı'nı boşalttınız boşalttınız yoksa güvenlik güçlerimiz dağıtmasını bilir" diyerek aslında operasyonun sinyalini vermişti. Bu açıklamadan saatler sonra Taksim adeta savaş alanına döndü. Aslında aynı günün sabahı Taksim Dayanışma Platformu direnişe devam etme ve sembolik olarak tek çadır bırakma kararı almıştı. Fakat kararın uygulanması dahi beklenmeden Gezi Parkı polis tarafından adeta kuşatıldı. Tüm çadırlar söküldü. Divan Oteli’ne sığınan eylemcilere nefes aldırtılmadı.

Bu noktada insanın aklına şu soru geliyor: “Başbakan bu eylemlere karşı dile getirmek istediği düşüncelerini, düzenlediği “Milli İrade” mitingleri yerine milli iradenin esas olarak tecelli ettiği yerde, yani TBMM’de ifade edemez miydi? Yani aslında Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı olarak yapması uygun olan birleştirici, bütünleştirici ve kucaklayıcı bir “MECLİS” konuşması değil miydi?

Aslında öyleydi. Ama maalesef uzun süredir  TBMM’nin üzerine ölü toprağı serildi. İşlevsizleştirildi. Teoride bırakıldı.

Peki o zaman şöyle bir durum tespiti yapabilir miyiz: “TBMM bu kadar işlevsiz bırakıldıysa, hükümete muhalif olanlar itirazlarını sokaklarda dile getirirler, iktidar da yanıtını Kazlıçeşme ya da Dolmabahçe’den verir.” Öyle mi?

Ya da bakanlar kurulunu arkasına alarak bir otobüsün üzerinden?

Peki o zaman böyle bir zemin kaymasında, hukukun ve devlet temayüllerinin yok sayıldığı bir ortamda insanlar düşüncelerini alanlarda ifade ettikleri için suçlu sayılabilirler mi?

Aslında tüm bu sorunların çözüleceği yer sandıktır. Sandığa yani seçime kadar da süreç TBMM’den yönetilmelidir. Aksi halde meydanlardan verilecek her demece yanıt yine meydanlardan verilir. Buna şaşırmamak gerek…

Ve aslında Gezi Eylemleri milli iradenin tam manasıyla tecelli edememesinden, belli bir kesimin sesini duyuramamasında ortaya çıkmıştır. İktidar Gezi’nin ardında başka güçleri aramak yerine “Biz nerede yanlış yaptık?” derse belki çözüm için bir adım atmış olur.

Şimdi artık tüm bu Gezi eylemlerinden ders çıkarma ve çözüm üretme vakti.

İktidara düşen görev bundan sonraki süreci TBMM’den sağduyuyla yönetip ülkeyi sağlıklı bir seçime götürmektir.

Ve eylemciler… Gezi Parkı eylemlerinin belli bir siyasi iradenin çatısı altında gerçekleşmediğini hepimiz biliyoruz. Fakat siyasal bilince dönüşemeyen bir tepkinin, iktidarda istenilen değişikliği gerçekleştiremeyeceği ortada. Dolayısıyla önümüzdeki seçimlerde hem muhalefet partilerine hem eylemcilere önemli görevler düşüyor.

Muhalefet partileri bu isyanı iyi okumalı, bu doğrultuda politikalar üretmeli ve belki de yol haritalarında yeniden yapılandırmaya gitmelidir.

Ve iktidarın yönetimine ve yaptırımlarına itirazı olan her vatandaş, hangi siyasi görüşe inanırsa inansın seçim sandıklarını Gezi Parkı’ndaki ağacı korur gibi korumalıdır, sahip çıkmalıdır. Oyuna da, sandığına da sahip çıkmalıdır. Çünkü özgürlük ve kurtuluşun yolu sandıktadır.

Gençler göğüslerini siper ederek, canları pahasına bu özgürlük ve demokrasi mücadelesini verdiler. Bizler de onlara destek olduk. Ama bundan sonra sorumluluğumuz daha büyük.

Bu isyan siyasal bilince dönüşmelidir. Ve bu noktada her vatandaş ve her siyasi parti üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmelidir. Yoksa Nazım Hikmet’in dediği gibi; kabahatin çoğu bizde olur canım kardeşim…