Sol yanım...

19 Kasım 2013 Salı

Gençliğin yoklukla imtihanı...


Gençliğin yoklukla imtihanı...

Gözleri hakikatten kaçırmak bizim siyasal kültürümüzde adettendir. Gerçek sorunları örtbas etmek için hayali sorunlar üretmek ve dikkati o yöne çekmek bilindik bir oyundur... Tıpkı “kızlı-erkekli” mevzusu gibi...

Peki bu “kızlı-erkekli” meselesi stratejik bir oyunsa saklanmak istenen gerçekler neler olabilir?

Tevhid-i Tedrisat Kanununu kaldırmak mı? Ya da uzun vadede kız-erkek ayrı eğitim verilmesi mi? Mümkündür, amaçları ikisi de olabilir. Yakın zamanda meclis çatısı altında bu 2 meselenin mücadelesinin verilmesi de kuvvetle muhtemeldir.

Peki gençlerin gündelik sorunları, geçim sıkıntıları, işsizlik gibi gerçeklerden ne kadar haberdarız?

Bu bağlamda üniversitede gençlerin yaşadığı bazı sorunları sizlerle paylaşmak isterim. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin en büyük devlet üniversitesinin öğrenci yemekhanesinde gençlerle birlikte yemek yedim. Yemekhanede “kızlı-erkekli” sıradayız... Yemek ücreti öğrenciler için 1.85 TL... Sırada önümde olan lisans öğrencisi gencin yemek kartı 1.85 TL’yi karşılamıyor. Genç arkadaşımız elini cebine atıyor.... Ama nafile yemeği karşılayacak para cebinde de yok. Mahcup oluyor aslında hiç kabahati olmadığı halde... İşte bu vesileyle tanışıyoruz kendisiyle... Ve sonra aynı masada yemek yerken anlatıyor bana üniversiteyi hangi koşullarda okuduğunu... Yediğim yemeğin her lokması adeta boğazımda düğümleniyor.

Kimi akşamlar erzak alamadıkları için salça kavurup ekmekle yiyerek karnını doyuran ve ardından aynı evde “kızlı-“erkekli” yaşamakla potansiyel suçlu ilan edilen vakur, mücadeleci ve paraları bitse bile memleketteki ailelerine bunu yansıtmadan yaşamaya çalışan onurlu, gururlu, namuslu gençleri dinledikçe hem ümitleniyorum geleceğe dair, hem de sorguluyorum bu yaşta bu kadar çile niye?

Yazı yazdığımı söylediğimde “yazın hocam” diyor genç arkadaşım... Yazın bu anlattıklarımızı da bize destek olsunlar köstek olacaklarına... Öğrencilerin okumasını kolaylaştırsınlar, uğraşmasınlar özel yaşamıyla... Öğrencilere verilen kredilerin arttırılması onları rahatlatmış. Ama yine de yaşam onlar için çok pahalı... Ulaşım ve yemek masrafları ceplerindeki tüm parayı götürüyor. Sosyal yaşama, sinemaya, gezmeye neredeyse hiç paraları kalmıyor...

Yazdığım bu hikaye nice gencin başından geçen, onlar için olağan bir durum... Ve belki de böylece çelikleşiyor iradeleri, yaşam mücadelelerini daha çetin veriyorlar... Onlar “bağzı” akranları kadar şanslı olamayan bir çoğunluk... Gemicik sahibi değiller. Ya da sermaye sahipleri tarafından burslarla okutulmuyorlar. Ama gözleri parlıyor, yüreklerinin temizliği yüzlerine yansıyor. Sergiledikleri yaşam mücadelesi ile alınlarından öpülesi gençler onlar...

Gözümüzü Türkiye’nin gerçeklerinden kaçırmak için sürekli suni gündem yaratan iktidar bu konuda nispeten de başarılı oluyor. Gençler maddi sıkıntılardan ötürü zorlukla okurken, mezun olduktan sonra iş bulamazken ortaya “kızlı-erkekli” diye adeta “bohem” bir mevzu atılıyor. Ve isteniyor ki gençlerin yaşam tarzı mercek altına alınsın, ihbarcı vatandaş modeli mahallede otokontrolü sağlasın... Ve en önemlisi gözler hakikatlerden uzak olsun...

Sayın başbakana ve kabinesine sormak istiyorum: Geçmişte geçim sıkıntısı çektiğinizi her fırsatta dile getirirsiniz. Bizi ilgilendiren ve halkın bilme hakkına sahip olduğu iktidara geldiğiniz son 10 yılda ne kadar zenginleştiğiniz.

Ve eklemek istiyorum sizin çocuklarınızın yemek için 2 TL’yi bulamadığı zamanlar oldu mu? Gençlerin özel yaşamlarıyla uğraşmak yerine bu adaletsiz düzeni değiştirmeyi neden denemezsiniz?

Peki bir Gençlik Çalıştayı yapıp onların dertlerini bizzat dinlemek ister misiniz?

Belki o zaman gözyaşlarınız gençler için de akabilir... Ne dersiniz?




5 Kasım 2013 Salı

DOSTLUK ÜZERİNE


DOSTLUK ÜZERİNE

Bu hafta Gazete Çeşme Güneşi yazılarımda siyasete biraz ara vermek istedim. Biraz soluklanmak, durmak, dinlenmek istedim. Yazıda dinlenmenin en güzel yolu hayata dair yumuşak faktörlerden bahsetmek belki de... Dostluk gibi mesela... Yaşama tutunup, hoyrat bir mücadele verirken en güzel gülüşlerimizi, en derin gözyaşlarımızı paylaştığımız, adı ne olursa olsun soyadı “güven” olan yol arkadaşlarımız...

İnsanların dostluk haritalarının onların kişiliklerini ortaya koyduğuna inanırım. Tıpkı yıldız haritaları gibi... Hani “bana dostunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” derler ya işte ona yakın ama tam değil... Tam değil çünkü bazı dostlarımızla fikri uyuşmazlıklarımız olur. Bir müddet yaşamımıza misafir etsek dahi uzun soluklu kalamazlar yerlerinde. Neden kalamadıklarına dair düşündüm geçenlerde... Sahi neden biter bazı dostluklar?

Birinci neden karşımızdakini de kendimiz gibi bilmemiz. Bunu bir kötüleme anlamında düşünmeyin. Eğer ki kurduğunuz dostluklar eski ve köklü değilse ve o kişiyi yeni tanımanıza rağmen yoldaş bilmişseniz yarı yolda kalmanız mümkündür. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki belli bir yaştan sonra gerçek dostluklar seyrek denk geliyor. Yakaladığınıza inanıyorsanız sıkı sıkı tutun bırakmayın... Ve asla güvenini sarsmayın...

Dostlukların bitmesindeki ikinci neden ona istediğinden hatta kaldırabileceğinden  fazla değer vermeniz. Evet “hak ettiğinden” demedim “istediğinden” dedim. Siz onu ısrarla “en güvenilir dostum” statüsüne oturtmak istiyorsunuz ama o  insan o konumu istemiyor. İstemediğini de farkında değil... Tıpkı üzerine dar gelmiş bir elbiseyi giymiş gibi rahatsız rahatsız kıvranıyor. Siz onu “dost” biliyorsunuz fakat o bunun idrakında değil. Gereklerini yerine getiremiyor, getiremedikçe söyleniyorsunuz... Yani bir türlü o arkadaşlık sağlamlaşmıyor. Bir ayağı kırık sandalye gibi hep sallantıda...

E bu noktada kimseye zorla değer vermenin bir manası yok. Dost olmak meşakkatlidir. Özveri ister. Güven ister. Diretmenin de manası yoktur. Hayatınızda bir ayağı sürekli sallanan, ha devrildi ha devrilecek dostluklarınızı gözden geçirin. Hem sizin için, hem o arkadaşlarınız için enerji kaybıdır. Herkese kaldırabileceği kadar değer verin. Sonra üzülmeyin...

Ve elinizdeki gerçek dostlarınızın değerini bilin. İyi gününüzde, kötü gününüzde yanınızda olan, çelik gibi sağlam, her fırtınaya direnmiş ama sizi terk etmemiş çünkü gönlünüzü görmüş ve oraya yer etmiş tüm yoldaşlarınızın değerini bilin. Birbirinizi sıkı tutun bırakmayın... Bazen iyi bir dost kardeş gibidir, aynı anneden babadan doğmuş ağabey gibidir, abla gibidir... Aman kaybetmeyin...

Velhasıl kelam zor bir mücadele olan yaşam yolculuğunun en önemli kolaylaştırıcıları dostlarımızdır. Dostluğunuzun değerini bilene daha çok değer verin, karşınızdaki bu değeri kaldıramıyorsa zorlamayın yol verin...

Ve kendinizi üzmeyin... Yaşam bu üzüntüleri kaldıramayacak kadar hızlı geçiyor... Sevgiyle kalınız.


Türkiye’de genç olmak...


Türkiye’de genç olmak...

21.Yüzyılda dünya genç beyinlerin emrinde... Yeni iş alanlarını onlar belirliyor. Büyük şirketlerin en önemli pozisyonlarında onlar var. Yaratıcılar, zekiler, öngörüleri yüksek. Geride bıraktığımız 90’lı yıllardaki “yönlendirilen” konumunu “yönlendiren” olarak değiştirdi gençler... Yetkiyi devraldılar. Her alanda belirleyici artık onlar...

Gençler bir ürünü çok beğenirse çok satıyor... Bir sanatçıyı çok severse çok dinleniyor... Bir filmi çok beğenirse çok izleniyor... Bir siyasetçiyi çok isterse iktidara getiriyor. Çünkü toplumu yönlendiren en geçerli araçların buluşçusu ve çoğunluklu kullanıcısı onlar... Yaşam alanlarında en çok var olan, en çok tüketen, sosyal medyayı en etkin kullanan, en çok okuyan, en çok merak eden, en çok araştıran, en çok talep eden onlar... Dünya gençlerin etrafında şekillenmeye başladı. Artık onların sesi daha gür çıkıyor.

Erk sahipleri, yöneticiler, liderler, içinde bulunduğumuz zaman diliminde gençlerin hakkını teslim etti; “Yeni yüzyılın önderleri gençlerdir! Onların taleplerini ve öngörülerini reddeden/görmezden gelen şirketler, kurumlar, devletler çürümeye mahkumdur!”

Evet, dünyada bilginin, bilişimin, inovasyonun değerli olduğu bir dönemde, güneş gençlerin yüzüne doğarken bizde gençlere hak ettikleri değer veriliyor mu?

Ne yazık ki bu sorunun yanıtı koca bir “Hayır!”. Üstüne üstlük iktidarın gençlere biçtiği rol bulaşıcı bir hastalık gibi toplum içinde de yayılıyor... Dünya egemenliğin neredeyse tamamını gençlere verirken bizim lügatımıza “kızlı-erkekli” diye bir kavram giriyor. Gençler aileleri tarafından “aman oku iş-güç sahibi ol” diye güdülenirken, iktidar tarafından “okurken edepli ol, ilişkilerine dikkat et” diye sınırlandırılıyor. Sonra bir bakanımız çıkıp “buluşçuluk bizim inancımıza ters” diyerek zaten bastırılan bir neslin düşün dünyasına da pranga vuruyor.

Siyasi alanda gençlerin durumu farklı mı? Ne yazık ki “hayır”.

Sözünü esirgemeyen, inandıkları uğruna mücadele etmek üzere siyasete giren gençler bu sefer de kendilerini siyasette belirleyici olarak değil de gerekli işlerin gerçekleşmesinde bir “ara eleman” olarak buluyor. Üstelik gençler için siyasette bu geçiş dönemi uzun bir zaman alıyor. 30 Yaşına kadar gençlik kollarında “çalışan” gençler, 30 yaşından sonra bir 10 yılda “dur bakalım daha genç, tecrübesiz” diyerek siyasal büyükleri tarafından itekleniyor. Öyle ya bizde siyaset emeklilik hobisi adeta...

Denizlerin, Mahirlerin, Sinanların henüz 24 yaşlarında bir ülkenin kaderini etkileyebildiğini kabul eden ve genç devrimcilerin huzurunda saygı duruşuna geçen büyükler, aynı yaştaki partili gençlere “bayrak asma, broşür dağıtma” görevini uygun görüyor. Sonrada yaldızlı, parıltılı sözler etrafta savruluyor; “Gençler bizim geleceğimiz, daha çok genç siyasete girmeli...” Geçiniz lütfen.

Siyaset, sanat, bilim, teknoloji gibi her alanda gençlerin söz sahibi ve yönlendirici olması için onların üzerine serptiğimiz toprağı kaldırmalıyız. Yaşamı, sevdayı, genç olmayı, kadın olmayı adeta “suç” olarak gören iktidar zihniyetine karşı mücadeleyi en çok yine gençler ve kadınlarla vermeliyiz...

İşte Gezi eylemleri bu mücadelenin olağan sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bunu iyi anlamak, iyi okumak ve gençlere ve kadınlara itibarını iade edip “söz ve yetki sizindir” demek hepimizin görevi...

Mevcut iktidarın genç ve kadın politikaları ortada... Demek ki görev ve sorululuk bizde... Hepimizde. Özgür bir yaşam için elinizi taşın altına koymaya var mısınız?






Seven Öldürür; Devlet Korur


Seven Öldürür; Devlet Korur

Seven erkek öldürür mü sizce?
Bizim ülkemizde öldürüyor... Ve bunun adına da “sevgi” diyor...

Peki ya seven kadın?
Seven kadın farklı... O hep özverili, hep korumacı, hep kanaatkar...

Ülkemizde yapılan araştırma sonuçları bu çıkarımları doğruluyor. Ve insan adeta “batsın böyle sevgi” diyor.

Ülkemizde kadınların %88’i tanıdıkları erkekler tarafından öldürülüyor. Bu erkeklerin %70’i ise eski ya da mevcut eş... Araştırmalara göre çoğunlukla sebep kadının kendi hayatına dair karar vermesi ya da kıskançlık... Ama ayrılma ve boşanma kararları da “bağzı” erkekler için öldürme nedeni olabiliyor. Bianet’in basında yer alan haberlere göre derlediği “Erkek Şiddeti Eylül 2013” raporuna göre 2013’ün ilk dokuz ayında erkekler; 146 kadın öldürdü, 132 kadına tecavüz etti, 155 kadını yaraladı, 117 kadına cinsel tacizde bulundu. Yine aynı rapora göre sadece Eylül ayındaki erkek faillerin %83’ü kadınların “en yakınındaki erkekler”… Ne acı öyle değil mi? En büyük zararı bizi en çok sevenlerden görüyoruz.

Peki insanı sevdiğini öldürmeye götüren bu hastalıklı duygu nereden besleniyor? Yani bu öldürme dürtüsü nasıl oluyor da 2002’den bu yana %1400 artacak kadar destek buluyor, cesaret buluyor?

Sorunun cevabı, cinayetlerin artış nedeni basit aslında: Devlet koruyor!

Devlet/sistem kadını koruyacağı yerde bilinçli/bilinçsiz erkeği koruyor. İktidarın kadın politikaları ve söylemleri adeta teşvik unsuru oluyor. Nasıl mı?

Kürtaj hakkına karşı yapılan açıklamalarla, kadının sezaryenle doğum kararının bypass edilmesiyle, 4+4+4 ile çocuk gelinleri teşvik ederek, 3 ve fazlası çocuk doğurmaya yönlendirip kadının elini kolunu bağlayarak, şiddet kurbanı kadınları adalet saraylarında(!) sahipsiz, biçare bırakarak, henüz 13 yaşında tecavüze uğramış kız çocuklarının kollarını mühürleyerek, devlet eliyle defalarca muayeneye zorlayarak ve en basitinden; kızlı erkekli dolaşmayın, metroda öpüşmeyin, vapurda sarılmayın diyerek bu eylemleri yapanları “suçlu” ilan ederek devlet erkeği koruyor, kadını kısıtlıyor!

Aile ve Sosyal Politikalardan Sorumlu Devlet Bakanı Sayın Şahin’in derin sessizliği ise tüyler ürpertiyor. Seleflerinden Nimet Baş dahi dekolte giydiği için işten atılan Gözde Kansu vakasında “bu siyasetin konusu değil” diyerek tepki gösterirken Sayın Şahin susuyor. Ustalık döneminde görev alan Sayın Bakanın vardır bir misyonu elbette diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi... Bakanlığın adından “kadının” çıkarılmasıyla başlayan dönüşüme yardımcı olmak üzere sessiz kaldığını söylemek haksızlık olmaz sanırım.

Efendim gelelim sözün özüne; kadınlara özgürlük diyerek bir günde kamuda başörtüsü yasağını kaldıracak kudretteki bu devlet, 13 yaşında tecavüze uğramış genç kızımızın mı hakkını savunamıyor? Hadi canım!

Mesele nedir? Kadınların özgürleşme hakkını savunmak mı? Yoksa kadınların gitgide hane içine kapanmasına ve tüm hak ve özgürlüklerinin “erkek egemen” zihniyet tarafından “sınırlandırılıp, kontrol edilmesine” imkan tanıyacak sistemi oturtmak mı?

Samimiyet çok önemli... Samimiyetsizlikle yapılan her hareket kadınlar tarafından hissediliyor. Devletin en üst yönetiminin zihniyeti toplumun çekirdeği ailelere kadar sirayet ediyor.

Seven(!) erkek öldürüyor, devlet koruyor. Kadın bağımsız yaşamak, özgürleşmek istiyor, devlet yasaklıyor.

Ve biz kadınlara da bu zihniyetle mücadele etmek ve bu samimiyetsiz oyunu bozmak kalıyor. Ne dersiniz; bozabilir miyiz?

Siyasette Stratejik Planlama


Siyasette Stratejik Planlama

Yerel seçimler yaklaştıkça aday adayları arasındaki tatlı rekabet de son sürat devam ediyor. Çeşit çeşit afişler, çeşit çeşit sloganlar sosyal medyada her an karşımıza çıkabiliyor. Sonuçta önemli olan bizlerin yani seçmenlerin aklında kalanlar nelerdir onlara bakmak lazım… Yani bir adayla özdeşleştirdiğimiz özgün ve iddialı bir proje var mı? Ya da bir adayın sloganı aklımızda yer etmiş mi? Unutmamak gerekir ki yarattığınız değer müşterilerin/ paydaşların/ seçmenlerin algıladığı kadardır.

Seçmene ulaşmak, etkilemek zannedildiği kadar zor ve muğlak bir durum değil aslında. Hatta analitik bir çözüm süreci bile denilebilir. Gerçek Gündem’e 24 Eylül tarihinde yazdığım “Siyasette Farklılaşma Stratejileri” adlı yazımda “Gezi Sonrası” dönemde uygulanması gereken siyasi stratejileri 3 ana başlıkta toplamıştım: Bilimsel Siyaset, Etkin Sosyal Medya Kullanımı ve Eylemsellik.

Aslında bu 3 adımla bir siyasal strateji planı oluşturup nasıl uygulanacağına dair ipuçları  vermeye çalışmıştım. Esas çözümün, stratejik bir plan doğrultusunda çalışmak ve diğer adaylardan farklılaşmanın yollarını bulmak olduğuna değinip, farklılaşmanın seçmenin “algıladığı” ölçüde başarılı olabileceğiyle sonlandırmıştım yazımı…

Şimdi genel çerçevesini çizdiğim bu farklılaşma stratejisi sürecinin ilk adımını biraz açmak istiyorum. Bilimsel siyasetten kast ettiğimin, farazi ve alışıldık siyasal söylemler yerine hitap ettiğiniz seçmene ve aday olduğunuz ilçeye yönelik ayağı yere basan projeler sunmak olduğunu öncelikle vurgulamak isterim. Adaylık veya aday adaylığı propaganda sürecinde “vaat edeceğiniz” projelerinizi nasıl oluşturacağınıza dair kısa bir yol haritası çizebiliriz:

1)   Öncelikle Amerika’yı yeniden keşfetmenize gerek yok. Dünyada var olan başarılı belediyeleri araştırıp, adayı olduğunuz il ya da ilçeye en benzeşen belediyenin uyguladığı projelerden kıyaslayarak öğrenme (benchmarking) yoluna gidebilirsiniz.

2)   Projelerinizi oluştururken aday olduğunuz il/ilçe belediyesinin paydaşlarını göz önünde bulundurun. Yola çıkış için size kolaylık sağlayacaktır.

Bir belediyenin paydaşı ne demek ve kimlerdir derseniz; paydaş sizin projenizden olumlu ya da olumsuz, dolaylı ya da doğrudan etkilenecek kişiler, kurumlar veya gruplardır. Yani vatandaşlar, kamu kurumları, sivil toplum örgütleri, özel kuruluşlar, siyasal partiler, muhtarlar, eğitim kurumları, üniversiteler gibi…

Belediyenin paydaşlarından bölgede ağırlığı olan bir kısmını temel alarak proje üretmeye başlayabilirsiniz. Örnek vermek gerekirse ilçe sınırları içinde üniversite olan Bornova Belediyesi adayları öğrencilere yönelik projelere ağırlık verebilirken, çoğunlukla otellerin, turistik işletmelerin ve yazlıkçıların yer aldığı Çeşme Belediyesi adayları temel projelerini bu gruplara yönelik uygulayabilir.


3)   Adaylığınız il veya ilçe olsun, 3 ana 10 alt projeyle seçmenin karşısına çıkmalısınız. 3 temel projeniz il veya ilçenin en temel problemine çözüm getirmeli (Örneğin İstanbul için trafik, imar ve sosyal yaşam denilebilir.) Ancak bu projelere muhakkak bir termin tarihi verilmelidir. “300 Günde ulaşımın %35’ini deniz yoluyla sağlayacağız” gibi…

4)   Pek tabi ki doğru projelerin üretilmesi kadar bu projeleri etkili kanallarla seçmene iletmek de önemli… Yazının başında da dediğim gibi siz seçmenin/paydaşların algıladığı ölçüde “farklılık” ve “değer” yaratırsınız. Paydaşlar tarafından algılanmayan değer -değer- değildir.

Bildiğiniz üzere yerel seçimin dinamikleri genel seçimden çok farklı… Seçmenin iki seçim arasındaki tercihlerini etkileyen bu farkı, ancak yetkin adaylar ve doğru stratejilerle tanımlayabiliriz. Bu manada adayların omzundaki yük ağır… Hafifletmenin yolu doğru planlama ve örgütlemeden geçiyor.

Dilerim ki tüm aday adaylarının yolları açık, işleri planlı olsun. Sağlıcakla kalınız.



BİR GARİP SIZI



BİR GARİP SIZI

Bu bayram da her bayram gibi Çeşme’de olacağım. Yuvada... Medeni, çağdaş insanların beşiğinde... Sokaklarında rahat gezilen, insanların birbirinin dış görünüşüyle ilgilenmediği, her nefes aldığınızda oksijen sarhoşu olduğunuz begonvil cenneti güzel Çeşmemizde... Bayram gelmiş, Çeşme güzel... Ama içimde bir garip sızı... Neden mi? Anlatmaya çalışayım...

Çeşmeyle ilgili “medeni” vurgum özellikledir. Lakin artık medeniyetten çok uzaklaşan bir zihniyete teslimiz. Bakınız, Sayın Bakan Hüseyin Çelik’in bir kadın sunucunun dekoltesi için sarf ettiği sözleri aynen aktarıyorum: "Dün bir kanaldaki yarışma programında sunucu öyle bir kıyafet gitmiş ki olmaz bu yani. Kimseye karıştığımız yok ama çok aşırı. Dünyada da kabul edilemez"

Gerçekten gülsek mi ağlasak mı bilemiyorum… Aynı cümle içinde çelişki üstü çelişki… Hem kimseye karıştığımız yok diyor bakan Çelik, hem de dünyada da kabul edilemez diyerek veto veriyor. Dünyadan kastettiğinin Avrupa ya da  Amerika olmadığı kesin… Herhalde İran’ı işaret ediyor Çelik’in iç sesi… Bu açıklamadan sonra olanlar daha vahim… Tabi ki bakanın tek iması sunucunun işten çıkarılması için yeterli oluyor. Kadının suçu: Dekolte giymek. Cezası: İşsiz kalmak. Vah ki vah halimize…

Bir yandan demokratikleşme paketi altında türbanı kamuda serbest bırakıyorlar. Uygulamasına da jet hızıyla bir günde geçiliyor. Öbür yandan dekolte giydi diye insanları ekmek parasından ediyorlar. Sonra da bu açılımlardaki samimiyetlerine inanmamızı bekliyorlar. Hadi ordan!

Tam bayram haftası sizlere iç açıcı, keyifli bir yazı yazmak isterdim ama yaşadıklarımız artık ne keyif bıraktı ne ağız tadı… Bir yandan giyim kuşam özgürlüğü diye son sürat türban düzenlemesi, öbür yandan dekolte bakanın göz zevkini rahatsız etti diye sunucuya ambargo! Demokrasi anlayışları hep bana rabbena anlayacağınız…

Gerçekten artık bayram gelmiş neyime… Ülke olmuş tepetaklak, kimin kimle ne üzerinden pazarlık yaptığı belirsiz, ortalık yangın yeri… İçimde her daim bir ince sızı, ya değişmezse bu düzen diye… Yine de umudumu diri tutmaya çalışıyorum… Bayram kutlayacağımız günler yakındır diye düşünmek istiyorum… Umuyorum.

Daha aydınlık, daha güzel günlere… Sağlıkla kalınız.





Kavak Yelleri


Kavak Yelleri

Merak ediyorum ve soruyorum; Gençlerin özgürlüğünün güvence altına alınması için bir paket açıklanacak mı? Peki ya kadınların hakları için?

Yoksa toplumun belli bir kesimi için özgürlük getiriyoruz diye sevinç naraları atanlar öbür yandan gençlerin ve kadınların her türlü özgürlüklerini kısıtlamaya devam mı edecekler?

Bu paketler Türkiye için “açılım” mı? Yoksa özgürlükler adına yaralı bir yüze boca edilen makyaj mı? Peki ya yaraların önce tedavi edilmesi gerekirken makyajla kapatmak çözüm mü?

Demokratikleşme paketinin detaylarına girmeyeceğim. Benim değinmek istediğim konu 2020 Olimpiyat adaylığımızda tarih yazan(!) bakan Suat Kılıç’a bağlı Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu’nun (YURTKUR), ülke genelindeki karma öğrenci yurtlarının kız ve erkek yurduna dönüştürülmesi için düğmeye basmış olması... Biliyorsunuz ki demokratikleşmek(!) için harıl harıl çalışan hükümet, gençlerin “kızlı-erkekli” sosyalleşme meselesine kafayı takmış vaziyette…
Bu bağlamda yurtları ayırma kararı alan YURTKUR, gençleri okullarından kilometrelerce uzağa tabiri caizse “sürgün” ediyor. Bu sürgün uygulamanın pilot bölgesi ise tabi ki İzmir! Ege Üniversitesi içindeki yurttan, Çiğli, İnciraltı ve Tınaztepe yurtlarına gönderilen erkek öğrencilerin trafik çilesi bitmiyor.
Gençlerin kızlı-erkekli sosyalleşmesini potansiyel tehlike olarak gören bir iktidar var… Gençlere şüpheyle bakıyorlar. Güvenemiyorlar. Onlar için dizginlenmezlerse hepsi birer suçlu adayı!
Ya kadınlar? Kadınlar farklı mı? Bir yandan Bakan Çelik, dekolte giydiği için Gözde Kansu’nun kovulmasına neden oldu. Öbür yandan 17 üyesinden sadece 1'i kadın olan Anayasa Mahkemesi, tek kadın üyesinin reddine rağmen sezaryen yasağını onayladı.  Zaten başbakanın açıklamasından sonra fiili olarak kürtaj yasağı da uygulanıyordu. Alın size özgürlük, alın size demokrasi!
Peki kadınların bedenine ve özgürlüklerine vurulan prangalar paket paket demokratikleşen ülkemizde ne yana düşüyor?
Gençleri yasaklara boğan, kadınlara pranga takan bir zihniyet mi bizi demokratikleştirecek! Hadi canım… Bu samimiyetsiz girişimlere inanmamız mümkün değil. Bir yandan özgürlük başlığı altında başörtüsü kamuda jet uygulamayla serbest bırakılıyor. Aynı gün bir sunucu dekolte giydiği için işinden oluyor. Bu özgürlük kimin özgürlüğü? Bu demokrasi kimin demokrasisi?
Gençlerden Sorumlu Bakanlık gençleri sürgün ederken, “sözde” kadından sorumlu bakanlık giyim kuşamı yüzünden mağdur olmuş bir kadını görmezden geliyor. Sebebi çok açık… Çünkü onlar kendileri gibi düşünen, kendileri gibi yaşayan %50’in bakanları… Çoğunlukçu zihniyetin kendine demokratları!
İşte 31 Mayıs akşamı gençleri sokağa döken bu zihniyettir… Her türlü özgürlüğü sadece kendisiyle aynı görüşe sahip insanlar için savunan, sahte demokrasi anlayışı ile toplumun belli bir kesimini güvencesi altına alırken, diğer kesiminde sessiz bir öfkeye neden olan bu zihniyettir.
Ve bu zihniyet -önüne geçilmedikçe- sürekli yasaklar… Gençler ve kadınlar için yaşamayı, sevmeyi, dokunmayı yasaklar… Ve belki yakında özlemeyi, düşünmeyi, hayal etmeyi yasaklar…
Peki ya gençliğin başında esen kavak yelleri? Onu da yasaklamaya güçleri yetecek mi? Ne dersiniz?







İZMIR’E “IRKÇI” MI DEDINIZ?


İzmir’e “ırkçı” mI dediniz?

“Irkçılığın Başkenti İzmir”; Rasim Ozan Kütahyalı’nın Sabah gazetesindeki yazısının başlığı. Yazının içeriği ise başlığa rahmet okutacak cinsten. Ve bir İzmirlinin bu yazı dizisini tansiyonu yükselmeden okuması neredeyse  imkansız.

Bir şehrin tümüne “ırkçı” demenin matematiğini çözmem mümkün olmasa da İzmir’de doğmuş ve büyümüş biri olarak duygularımı aktarmanın farz olduğuna karar verdim.

AKP İktidarı ve uzantılarının İzmir öfkesini aslında anlayabiliyorum. Yani bir türlü alamadıkları bu nazlı kıza demediklerini bırakmıyorlar. Ne gavurluğumuz kaldı, ne irfansızlığımız… Hatta vakti zamanında bir bakan “sümüklü” bile dedi canım İzmir’e… Halbuki kendileri her tatil fırsatında koşar İzmir’e gelirler. Melteminden vazgeçemezler güzel İzmir’in... Ama karşılıksız bir aşktır onların yaşadığı…O yüzden hırçın bir aşık gibi çirkinleşirler…

Ama İzmirlinin de bir sabrı var. Durmaksızın yapılan bu hakaretlere nereye kadar tahammül edeceğiz?

Şimdi Kütahyalı bizlere ırkçı diyor. Irkçı olmakla suçladığı İzmir’de yıllardır her din ve etnik kökene mensup insan kardeşçe, dostça yaşamakta… Ben İzmir Saint Joseph’e girdiğimde en yakın arkadaşlarım Fransız , İtalyan kökenlilerdi. Yani İzmir’in vazgeçilmez parçası olan, en güzel rengini veren Levanten dostlarımız… Benim ailem Girit’ten göçmüştü. Ama kimse için bunun bir önceliği yoktu. Dosttuk, insandık.

İzmir’e ırkçı mı demiş Kütahyalı? İnanın bir İzmirli olarak hiçbir zaman arkadaşlarımın etnik kökenini, dinini sorgulamadım. Biz sadece hayatı olduğu gibi yaşıyorduk. Farklılıklarımızın güzelliğinin tadına vararak… Ama kınamıyor, eleştirmiyor, ötekileştirmiyorduk… Sadece yaşıyorduk. Hamursuz bayramında enfes matzaları yiyor, paskalyada yumurta boyuyorduk. Herkes ibadetini istediği gibi gerçekleştiriyor. Kimsenin kimseye bir zararı olmuyordu…

Etnik köken meselesine gelirsek… Kütahyalı; İzmirli ya da İzmir’e göç etmiş Kürt ve göçmen hemşehrilerimizin desteğini almayan bir adayın asla seçilemeyeceğini bilemeyecek kadar İzmir cahili olmalı… Yazısında Kürtlere dair, İzmirlilerin tutumlarıyla ilgili yaptığı tüm genellemeleri kendisine aynen iade ediyorum. Münferit çıkışların dışında asla ve asla böyle bir faşizm İzmir’de yoktur. Olması da imkansız, tabiatına aykırıdır.

Kütahyalı bu gerçekleri bilmiyor mu? Bilmiyorsa İzmir’e çok yabancı demektir. Ama bence biliyor. Örtülü niyeti başka… Yani aslında tüm yazısında vurgulamak istediği İzmir’in kemik Atatürkçü ve Cumhuriyetçi yapısıdır. Asıl rahatsızlığı bundan dolayı… Ve İzmir’in yıllardır sosyal demokratlar tarafından yönetilmesine duyduğu öfkeyi, İzmirlilerin geneline ırkçı, kapalı, kısıtlayıcı diyerek çıkarıyor.

Kütahyalı, İzmir’de kadınların baskı altında yaşadığını iddia ediyor. İşin traji-komik tarafı bunu İstanbulla kıyaslayarak söylüyor! Gerçekten hiç güleceğim yoktu…

İstanbul’da kadınların baskı altında olmadığı, sokaklarda özgürce dolaşabildikleri kaç “kurtarılmış bölge” kaldı bilemiyorum… Ama İzmirli bir kadın Kordon’da nasıl özgürce dolaşabiliyorsa, Boğaziçi mahallesinde de çıkar dolaşır. Sokaklarında çocukların özgürce oynadığı, gençlerin gençliklerini gönüllerince yaşadığı, kadınların tercih ettikleri hayatı hiçbir müdahale olmadan rahatlıkla sürdürdüğü, her etnik köken ve dinden insanın imbat rüzgarına aşık yaşadığı bir masal diyarıdır İzmir…

Ve sizin karanlık zihniyetinizin tüm çabaları nafiledir… Bu güzellik bozulmaz… Biz  İzmirliler Nevruz’da Kordon’a çıkar ateşten atlarız, elele kolkola türküler söyleriz…  Hıdrellez’de gönlümüzden geçenleri yazar güllerin altına koyarız. Gün doğmadan Kordon’da buluşur denize atarız. Aynı zamanda her türlü yasağa rağmen 29 Ekim’de 19 Mayıs’ta bayraklarımızı alır, yürürüz güneşe doğru… Gönül gönüle, ayrışmadan, ayrıştırmadan…

Ve evet tüm bu güzelliklerin bir arada barınmasının en önemli temeli Atatürkçü ve Cumhuriyetçi oluşumuzdur. Kürt-Türk, Alevi-Sunni ayırmayız. Türkiye Cumhuriyeti’nin bekası ve Mustafa Kemal’in devrimleri vazgeçilmezlerimizdir. Özgürlüğümüz aldığımız nefes, demokrasi kalbimizdir.

Siz bu yazıları yazarken iç sesiniz “dönüştüremediğimiz bir İzmir” kaldı diyorsa; bakın o konuda haklısınız… İzmir hep çağdaş, hep demokrat kalacak. Dönüştüremeyeceksiniz. Hiç şansınız yok.