Sol yanım...

22 Şubat 2014 Cumartesi

İSYAN


İSYAN

Yürek isyan etmeden bilek nasıl güçlensin? İsyanımız olmasa her türlü bozuk düzene, neden rahatımızı bozup siyasetle uğraşalım ki? Elbette bu isyanımızı dile getireceğiz. Kişisel bekaları için dili bağlananlardan olmayacağız... Kişisel çıkarları ve beklentileri için gözleri mühürlenenlerden olmayacağız... İsyanımızdan güç alıp mücadele edeceğiz...

Şimdi ortalık toz duman... Adayların açıklanması her partide çalkantılara sebep oldu. Bu bir noktaya kadar doğaldır da... Şaşırmamak lazım... Yerel seçim demek rant demek çünkü... Genel seçim ise hukuki korunma demek kirli siyasetin literatüründe... İşte bu tür amaçları olanlar için ortada duran pastadan pay almak çok önemli. Tüm kavganın nedeni de bu... İşte AKP zihniyetini görüyoruz. Rant, talan, çıkar, ihale üzerine kurulu kirli ilişkiler...

Peki kişisel çıkarları için siyaset yapanları bir köşeye bırakalım. Öbür tarafta yaşantısını ve huzurunu bozma pahasına siyaset yapan, emek sarfeden, idealist insanlar neden bu ortamda mücadele veriyor dersiniz? Belki de birçok kereler siyasette yollarının kesilmiş olmasına rağmen, profesyonel siyasetçiler tarafından çemberin dışına itilmiş olmalarına rağmen hala bu çabaları niye hiç düşündünüz mü?

Ben size kısaca açıklamaya çalışayım;

Bu kirlenmiş ortamda siyaset yapmaya çalışıyorum çünkü; omuzlarımda evinde oturan ve istediği kanalı izleme hürriyetine dahi sahip olamayan, eşinin ve ailesinin her türlü baskısıyla bir ömrü eziyetle geçirmek zorunda olan, örselenen, konuşamayan, kalbi yaralı kadınların sorumluluğunu hissediyorum...

Bu kirlenmiş ortamda siyaset yapmaya çalışıyorum çünkü; Buz gibi havada ayağında terlikle okula giden, her türlü nimetten uzak bir dağ köyünde büyümeye çalışan yavrunun derdini yüreğimde hissediyorum... Ona da bir gün akranlarının yaşadığı gibi bir hayat sunma ihtimalimiz bana güç veriyor...

Bu kirlenmiş ortamda siyaset yapmaya çalışıyorum çünkü; Ali İsmail’e vurulan her tekmeyi 10 yaşındaki oğluma vurulmuş gibi hissediyorum. Ali İsmail’in, Abdocan’ın, Mehmet’in, Ethem’in, Medeni’nin, Ahmet’in sadece özgürlükleri için verdikleri mücadeleyi, kişisel çıkarlar için verilen mücadeleden çok daha kutsal görüyorum...

Bu kirlenmiş ortamda siyaset yapmaya çalışıyorum çünkü; 850 TL. asgari ücretle 3 çocuk okutan babanın evinde ocak tütsün diye verdiği çabaya katkı sunmak istiyorum. Onun refah içerisinde yaşaması için yeteri kadar siyasal mücadele verdiğimi hissettiğim zaman rahat uyuyabiliyorum sıcak yatağımda...

Bu kirlenmiş ortamda siyaset yapmaya çalışıyorum çünkü; Beni besleyen, yaşatan, nefes almamı sağlayan bir ideolojim var. Herkesin eşit, özgür, refah içinde yaşadığı bir ülke özlemi beni dinç tutuyor. Mücadele gücü veriyor. Varlıkları yok sayılanların, etnik kökenleri ve mezhepleri dolayısıyla dışlananların, köşesine çekilmiş kendini öteki hissedenlerin sesini duyurabilme ihtimali beni bu mücadelenin içinde ayakta tutuyor...

İşte bu yüzden hiç kimse bize isyan etmeyin demesin. Biz her türlü zalimin düzenini bozana kadar bu mücadeleye devam edeceğiz.

Gencecik çocukların canlarını verdiği bu yolda, onların analarının derdi benim derdimdir. Tek düşüncesi rant olanlarla da, çıkarları için siyaset yapanlarla da, zalimlerle de mücadeleye  bir ömür feda olsun...

Saygılarımla,
Elfin Tataroğlu
CHP İzmir Kurultay Delegesi



SEÇİM PROPAGANDALARI


SEÇİM PROPAGANDALARI

Necati Özkan’ın “Seçim Kazandıran Kampanyalar” kitabını her seçim önü tekrar tekrar göz gezdiririm. Bana bir nevi Türkiye’nin siyasal hafızası gibi gelir o kitap... 1946’da yapılan ilk çok partili seçimden itibaren gitgide renklenen siyasi afişleriyle, sloganlarıyla tam anlamıyla bir Türkiye kronolojisi ortaya koymaktadır kitap. O zamanlar seçim propagandası yapılacak tek mecra radyoydu. Siyasiler radyoda sesini duyurabilmek için sadece haber bültenlerinin içindeki siyasi açıklamaların yer aldığı bölüme konuk olabiliyorlardı. Televizyon zaten henüz yayına girmemişti. Sinemalar ise büyükşehirlerde bile sınırlı sayıdaydı...

İsterseniz Necati Özkan’ın kitabında yer verdiği sloganlardan şöyle bir tura çıkalım... Bakalım nereden nereye gelmişiz;

1950’ler...
Demokrat Parti Adnan Menderes liderliğinde “Yeter söz milletin” sloganıyla çıkıyor. Her köye yol vaad ederek seçim çalışmalarını sürdürüyor. Daha sonra yıllar süren Menderes iktidarı ’60 müdahalesi ve ’61 anayasası’nın özgürlükçü yapısı yeni ve yaratıcı fikirlerin ortaya çıkmasına yol açıyordu. O yıllardan bazı sloganlar ise şöyle; “İşçi vatandaş sendika hürriyetini, ücretli senelik iznini, grev hakkını, işsizlik sigortasını sana CHP sağlayacak” “Ne yazık ki traktörü öküzle çekiyoruz! CHP” “Doğuyu dertlerinden CHP kurtaracak” ...

Ve 18 Ekim 1966’da yapılan CHP Kongresinde kendini göstermiş olan “Ortanın Solu” söylemi Karaoğlan’ı ‘70’li yıllarda iktidara taşımış ve uzun yıllar sol siyasete damgasını vurmuştu. “Toprak işleyenin su kullananın” diyerek yola çıkan Bülent Ecevit halkçı sloganlarıyla Türkiye siyasetinde önemli ve değerli bir yere sahip olmuştur.

’80 Darbesi ardından Turgut Özal’lı yıllar başlar. Anavatan Partisi’nin sloganları; “Sokaktan korkmamak güzel şey” “Kimse işsiz kalmayacak” “Taş yerinde ağırdır””Orta direğin hali ortada” olarak sıralanabilir. İşbitiricilik ve orta direk kavramları siyaset literatürüne Özal döneminde girmiştir. Ve meşhur “İcraatın İçinden” programıyla liderler televizyonda yerini almaya o yıllarda başlamıştı. Propaganda tarihine geçen en önemli sloganlardan biri ise Erdal İnönü liderliğindeki SHP’den geldi.

1987 Genel Seçimlerinde “Beş yıl daha bir limon gibi sıkılmaya hazır mısınız?” diyen sloganın görselinde ise sıkılmış bir limon yer alıyordu. “Yangını söndüreceğiz” “İşinizi büyüteceğiz” “Nefes aldıracağız” ve “Oyunuzu bölmeyin! Boşa oy vermeyin!” diyen çarpıcı sloganlar genel seçimde az da olsa etkisini gösterdi. Esas sonuç ise ’89 yerel seçimlerinde ortaya çıktı. Sosyal Demokrat Halkçı Parti oyların %28,6’sını alarak iktidara oturmuştu.

Evet siyasetteki propaganda tarihine şöyle bir göz attık bu hafta... Haftaya ‘90’lardan bugüne seçim propagandalarına devam edeceğiz. Sağlıcakla kalın...

Adieu Binali Yıldırım


Adieu Binali Yıldırım

Efendim aday olmak herkesin demokratik, anayasal hakkı… Hiç kimseye neden aday oluyorsun diye sormaya niyetimiz yok. Ama izin verirseniz bir İzmirli olarak “İzmir neden Binali Yıldırım tarafından yönetilemez?” sorusuna yanıt vermek istiyorum.

İlk neden; İzmir “kadın öncül” bir kenttir...

Öncelikle belirtmek isterim ki; Cahit Külebi boşa dememiş “İzmir’in denizi kız, kızı deniz… Sokakları hem kız hem deniz kokar” diye. Bu dizeler bir hakikatin yansımasıdır. Eğer ki bir cinsiyeti olsaydı şehirlerin, inanın ki İzmir “kadın” olurdu. Hem de yürekli, cesur, efe bir kadın…

İzmir’de sosyal yaşamının temel ögeleri kadınlardır. Önemli STK’ların liderleri kadınlardır. Kanaat önderleridir, belirleyici olanlardır. Yani İzmirli kadınlar sadece “kenttaş” değil, “karar merkezleridir”. Kadınların onaylamayacağı bir projenin yürümesi zordur. Kadınların beğenmediği mekanlar tutmaz. Sözün özü İzmir’de kadın-erkek eşittir ve hatta kadınların sözü daha önceliklidir. Şimdi sormak istiyorum; Boğaziçi Üniversitesi’nde gençler kızlı-erkekli oturdukları için okuyamayacağını düşünen Sayın Yıldırım İzmir’in bu yapısına nasıl uyum sağlayacak? Bu sorunun yanıtı bence Yıldırım’da da yok… Çünkü “kadın” öncelikli bir yapısı yok.

Peki ikinci neden olarak gelelim İzmirli olmaya…

İzmirli olmak nedir sizce? İzmir’de doğup büyümek mi? Yıllardır İzmir’de oturuyor olmak mı? Bence ikisi de kabuldür. Yeter ki İzmir’in dokusunu özümsemiş, kültürünü kabul etmiş olsun. Başka şehirlerde doğup büyüyen ama yıllar sonra İzmir’e yerleşenleri de bağrına basar İzmirli. Gönlü geniştir. Yargılamaz. Ve asla yargılanmasına da izin vermez. Özgürlüğü en büyük hasleti olmuş İzmirlinin dokusu, meşhur yasaklarıyla tanınan AKP iktidarını yerelde kabul eder mi?

Bu sorunun yanıtı da kısaca “Hayır” olur. AKP politikaları ve Sayın Yıldırım’ın kültürü ile İzmir arasında “doku uyuşmazlığı” var çünkü... Dolayısıyla İzmir ve Yıldırım buluşması mutsuz bir sonla bitecektir.

Şimdi gelelim AKP’lilerin en önemli argümanlarına; Yerelde halka hizmet getireceklerini savunuyorlar. İktidarın getirdiği güçle vaadlerde bulunuyorlar; Yollar, geçitler, alt yapı çözümleri vs… Evet, ne yalan söyleyeyim işin içine “büyük ihaleler” girdi mi iyi “iş” çıkarıyor AKP’liler… Bakınız İstanbul’a… Şehrin hemen hemen her yeri devasa AVM’ler ve gökdelenlerle kaplı… Şehrin silüeti neredeyse yok oldu. Tarihi dokusu tamamıyla bozuldu.

Peki “şehir” demek gökdelenler, AVM’ler, yollar, üst geçitler demek midir?

Bu sorunun yanıtını en iyi İzmirliler bilir. İzmirli için “şehir” demek özgürce yaşam demektir. Meydanlarınla binlerce gencin kolkola sevda türküleri söylemesi demektir. Aldığınız her nefeste hissettiğiniz “paydaşlık” duygusudur. O kente ait olmak, ait hissetmektir. İstediğiniz saatte sokağa çıkabileceğinizi bilmek ve yaşam tarzınızı güvende hissetmektir.

İstanbul ve Ankara’da yaptıklarınız İzmir’de yapacaklarınızın teminatı ise Sayın Yıldırım, olası bir yerel iktidarınızda Kordon’dan İnciraltı’na uzanan sahil şeridinde ve Karşıyaka-Bayraklı sahilinde yükselmesi muhtemel gökdelenler canlanıyor gözümün önünde…

Kentin göbeğinde açılmış devasa AVM’ler görünüyor sizin iktidarınızın ufkunda… Güzelim Çeşme ve Urla’nın henüz insan yüzü görmemiş koylarının rant için imara açılacağı garanti gözüküyor. Ve yaptıklarınız yapacaklarınızın garantisi ise Kordon’daki ve kentin tüm kıyı şeridindeki mekanlara getireceğiniz içki yasakları sabırsızlıkla bekliyor gülen yüzünüzün ardında…

Ve belli bir saatten sonra caddelerinde yürünemeyen bir İzmir bekliyor pusuda… Yani o nazlı güzel kızın yüzünü soldurmaya geleceğinizi biliyoruz Sayın Yıldırım… Görüyoruz gelen karanlığı… O yüzden istemiyoruz sizi ve yasakçı-rantçı iktidarınızı…

Ve tüm bu olası İzmir tablosunu düşündükçe; Seçime kadar misafirimiz olun ama sonrasında İzmir’i bize, yani gerçek İzmirlilere bırakıp gidin demek düşüyor bizlere… İzmir’in ruhunu yok edecek örtülü niyetlerinizi de alın gidin şehrimizden… Günahıyla sevabıyla mutluyuz biz İzmir’imizden…

Yani sözün özü, sizin hiç tanımadığınız levanten arkadaşlarımızın tabiriyle;

“Adieu Binali Yıldırım… Adieu.”

Seçmen başkana dokunmak ister...


Seçmen başkana dokunmak ister...

Seçmenler belediye başkan adaylarından ne bekler sizce? Seçmenin kapısına broşür bırakmak yerel seçim için ne kadar etkilidir? Seçmene doğru kanalla ulaşmak için nasıl bir planlama yapılabilir? Bu soruların yanıtlarını bulmak için ufak bir gezintiye ne dersiniz...

Öncelikle genel seçim ve yerel seçim arasındaki propaganda farklılıkları nelerdir diye bir göz atalım isterseniz.

Genel seçimlerde temel unsur partilerin genel başkanları, kurumsal projeler/hedefler ve milletvekili adaylarıdır. Halka verilmek istenen mesaj, ulus genelinde aynı broşürler aracılığıyla yayılır. Milletvekilleri adayları, partinin üst kurulları tarafından belirlenmiş ortak politikalar ve projeler üzerinden çalışmalarını yürütürler. Yerel seçimlerde ise esas olan belediye başkan adaylarıdır. İl ve ilçelerdeki adayların o bölgeye özgü planladıkları projeler çerçevesinde il/ilçe örgütleri çalışmasını sürdürür. Yani her ne kadar ilkesel olarak genel merkez menşeli ortak bir söylem olsa da (sosyal belediyecilik, şeffaf yönetim gibi...) başkanların o ilçe için vadettikleri ön plana çıkar.

Buraya kadar yazdıklarım meselenin genel çerçevesi. Peki seçmen yerel seçimlerde siyasi partilerden ne bekler? Kadın Kollarının her seçimde olduğu gibi hane hane dolaşıp broşür dağıtması yerel seçimler özelinde ne kadar etkilidir?

Yerel seçimlerde seçmen “başkan adayına dokunmak” ister. Görmek, konuşmak, derdini anlatmak ister. Mahalle mahalle, hane hane talepler farklılık gösterse de ortak arzu başkan adayını görmektir. Dolayısıyla genel seçimlerden farklı olarak yerel seçimlerde kadın örgütü kapıları broşür dağıtmak için değil, kısmen daha kitlesel toplantılara çağrı yapmak için çalmalıdır. Ve bu mahalle toplantılarında muhakkak başkan adayı da bulunmalıdır. Bir önceki yazımda bahsetmiştim; propaganda süreçlerinde kadınların, kadın seçmenlerle daha iyi iletişim kurduğu bir gerçek. Bu bağlamda erkek adayların evleri dolaşması yerine esnaf, sivil toplum kuruluşu, fabrika ziyareti yapmaları ve kadın örgütü tarafından düzenlenecek “kadınların mahalle buluşmalarına” katılmaları çok önemli... Sözün özü belediye başkan adaylarıyla kadın örgütünün işbirliği içinde planlı çalışması sağlanmalı. Yoksa enerji, dağıtılan ve dikkate alınmayan broşürlerle birlikte tükenecektir.

Seçimlerde kadınlar nasıl çalışmalı?

Elbette ki örgütlü ve planlı çalışmalı. Bu noktada izlenebilecek birçok farklı yöntem mevcut. Öneri olarak birini aktarmam gerekirse; ilçe haritası üzerinde mahalleler sosyo-kültürel ve ekonomik durumlarına, ortak ihtiyaçlarına göre farklı renklerde boyanır. Örneğin kırmızı, sarı, mavi, yeşil, mor olmak üzere 5 grup olarak tüm mahalleler kodlanır. (Aman kodlama deyince aklınıza fişleme gelmesin. Bu sadece bir planlama yöntemi önerisidir:)) Mahalleler ortak özelliklerine göre renklendirildikten sonra her renk için belirli anahtar kelimler yazılır. Örnek olarak; “kırmızı” mahalleler emekli memur ağırlıklı, orta yaş üstünün yoğunluklu olduğu bölgelerdir(Anahtar kelimeler çoğaltılabilir.) Bu bölgelere özel çalışma grupları oluşturulur. Yani aslında her mahalleye her arkadaşımız çalışmaya gönderilmemelidir. Örnek olarak Konak ilçesinin 113 mahallesi vardır. Bu mahalleler ortak sosyo-kültürel, demografik ve ekonomik özelliklerine göre 4-5 renge ayrılır. Ve her renk grubu için ayrı öneriler, projeler ve çalışma grupları oluşturulur. Tüm ilçe için uygulanacak ortak projeler ise her daim var olacaktır. Sonuç olarak mahalle bazlı, mahallelere özel çalışma grupları ve butik projelerle seçmene ulaşılmalıdır.

Her proje, her mahallede, aynı kişiler aracılığıyla aynı etkiyi göstermez. Ve olmazsa olmazımız gündüz evinde oturan kadın seçmenle de başkan adaylarını toplantılar aracılığıyla buluşturmaktır.

Sosyal medyanın sınır tanımadığı bir çağda, insanların hangi statüde olursa olsun tükettikleri yiyecek ve içecek ambalajlarının üzerinde bile kendi isimlerini görmek istedikleri bir dönemde (kişiye özel promosyon) tüm seçmenleri tek tip proje ve tek tip bir söylemle etkilemeye çalışmak zor olan yol.  Çeşitlilik, çoğunlukçuluk ve mahallelelere özel çalışmalar etki yaratmada kolaylık sağlayacaktır. Bu doğrultuda en özgün olan aday, başarıya da bir adım daha yakın olacaktır.

Ve en önemlisi doğru bir planlama aracılığıyla verimli çalışmak... Emek de zaman da çok değerli çünkü...



Sahte Başarılar


Sahte Başarılar

Bu satırları yağmurlu bir Çeşme sabahından yazıyorum. Dışarıda usul usul yağan yağmur toprağın ve denizin kokusunu keskinleştiriyor sanki… Bodrum ve Kuşadası’na inat hala kış aylarındaki sessizliğini ve  kimsesizliğini koruyan Çeşme tüm güzelliğini sadece size sunduğu izlenimini veriyor. Kandıran güzel bir kız gibi yani…

Yer yer devam eden villa inşaatları ve o inşaatlarda çalışan işçilere denk geliyorsunuz tenha sokaklarda… Onun dışında bir sessizlik hakim… Sardunyaların kokusunu daha rahat hissedebiliyorsunuz. Ve elbette o meşhur rüzgarını…

Dışarıda yağmur yağarken elimdeki dergide bir araştırmaya takılıyor gözüm. “Kendi reklamını yapmanın riskleri” başlıklı makaleyi Sarah Green yazmış. Aslında bir hayli keyifli bir konu. Kişisel markalaşmanın detaylarında dolaşmış yazar. Bu konuyla ilgili yapılmış yeterli araştırma olmadığına değinerek. Enteresan bilgiler var içinde. Örneğin, “kendini önemli bir insan” olarak atfedenlerin oranının 1950’lerde %12 iken, 1980’lerde %80’e vardığını biliyor muydunuz? Peki ya narsisizmin (kendini beğenmişlik) 1982’de %15 oranında görüldüğünü, 2006’da ise bu rakamın %25’e yükseldiğini biliyor muydunuz?

Şimdi bu rakamlardan şunu çıkarabilir miyiz; Yıllar içerisinde kabiliyetlerimizde bir gelişim olmuş ve bizler kendimizi önemli hissetmeye başlamışız. Ya da aslında çok becerikliydik fakat bunu keşfedemiyorduk? Aslında hiçbiri değil… Gerçek şu ki kendi reklamımızı yapma meselesini abarttık. Bu benim yorumum değil üstelik, yine akademik çalışmaların sonucu… Ama çevremizde bunu gözlemlemeniz mümkündür… Premuzic’in yaptığı bir diğer araştırma ise; kuvvetli egonun değil, kendimize olan güvenimizin az olmasının başarıyı getirdiğini savunuyor. Yani mesele “ben en iyisini yapıyorum” demek değil. “Daha iyisini nasıl yaparım” diye sürekli bir arayış içerisinde olmak. Yani kendinize güveniniz değil beceriniz ve çalışma azminiz fazla olsun. Onlar zaten sizi başarıya götürecektir.

Mütevazilik çok önemli. Çünkü insanlar sizin yeteneklerinizle bağdaştıramadıkları güveninizi her daim sorguluyorlar. Siyasette de sıklıkla rastladığımız bir durum… Hani dolu başak başını eğer, boş başak salınır derler ya tam da o hesap. Son zamanlarda o kadar sıklıkla denk geliyorum ki; Örneğin 6 aylık bir üniversite kursuna gitmiş yüksek lisans mezunu gibi yazıyor, yurt dışındaki toplantılara ücret karşılığı katılmış sanki önemli bir kişi gibi davet edilmiş gösteriyor… Yani hep o %80’lik “kendini çok önemli gösterenler” sınıfıyla karşı karşıyayız. Kişisel reklamın böylesi mi diyelim, yalan beyanın böylesi mi bilemedim… Ama neresinden bakarsanız bakın gün sonunda şişirilen bu balonlar patlıyor. Arzu ettikleri başarıya “en kısa ve en kestirme” yoldan ulaşma istekleri de böylece suya düşüyor. “Ulaşanlar yok mu?” dediğinizi duyar gibiyim. Nadir de olsa böyleleri denk geliyor. Ama dikkat ederseniz geldikleri mevkide her daim emanet duruyorlar. Hakkını veremiyorlar…

Sözün özü; çalışmak çok çalışmak, becerilerimizi geliştirmek ve hangi işi yapıyorsak yapalım o alanda uzmanlaşmak ve gerçekten başarana kadar başarmış gibi davranmamak anahtar kelimeler… Kestirme yollar hep kocaman renkli bir şekerleme paketi gibi cazip görülür. Ama siz yine de Hansel ve Gretel’in hikayesini unutmayın… Sevgiyle kalın.



Kadınlar nasıl karar verir?


Kadınlar nasıl karar verir?

Gelin bir soruyla başlayalım; Sizce kadınların karar alma süreçleri ve kriterleri siyasette neden önemli?

Sorunun yanıtı çok açık aslında; Kadınların propaganda süreçlerinde etkisi çok büyük. Hem seçen hem seçilen kadınlar, sonuçlar üzerinde belirleyici rol oynuyor. Muhtemelen defalarca duymuşsunuzdur; “Başbakanı o noktaya kadın seçmenler getirdi” diye...  

Peki ya CHP? CHP’nin başarısında kadınların rolü yok mu?

Var elbette... Yıllardır iktidar yüzü görmediği halde dimdik ayakta duran CHP için kadınlar partinin “dinamosu” adeta... Aslında teorileri haklı çıkaran, her mahallede parti görevlisi olsun olmasın partinin örtülü propagandasını yapanların “kadınlar” olması. Hem aktif siyasette görev alanlar, hem sadece seçmen vasfıyla partiye sempati duyan kadınlar tabiri caizse “arı gibi” çalışıyorlar. Hal böyle olunca kadınların seçimlerde vereceği kararları nasıl etkileyebileceğimiz de önemli bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.

Yönetim bilimcilerin yakından takip ettiği Harvard Business Review dergisinin Eylül 2013 sayısında yer alan, Benko ve Pelster tarafından yapılmış bir araştırmanın başlığı aslında “Kadınlar nasıl karar verir?”... Benim de üzerine doktora araştırmamı yaptığım yönetim biliminin kapsama alanı diğer birçok bilim alanıyla sırt sırta yürüyor diyebiliriz. Siyaset bilimini de bu ilişki içerisinde değerlendirmenin her iki alana da verimli katkılar sunacağı kanaatindeyim. Bu bağlamda kadınların karar vermesini etkileyen unsurlara değinen bu araştırmadan bazı satır başlarını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kadınlar ve erkekler neden farklı karar alırlar?

University of California, Irvine’da yapılan bir araştırmaya göre erkeklerin beyninde kadınlara nazaran 6,5 kat daha fazla gri madde bulunuyor. Buna karşın kadınların beynindeki beyaz madde erkeklerin 10 katı. Neymiş bu gri ve beyaz madde dediğinizi duyar gibiyim. Gri madde beyindeki bilgi işlem merkezlerinin ayırt edici özelliğiyken, beyaz madde bu merkezler arasındaki bağlantıyı kolaylaştırıyor. Yani kadınların karar vermesini etkilen faktörler erkeklere oranla çok çeşitli.

Peki bu fiziksel farklılık karar alma sürecini nasıl etkiliyor?

Sorunun yanıtı yine söz konusu araştırmada verilmiş; bir erkek evinden siyah bir pantolon almak için çıktığında muhtemelen yarım saat içerisinde siyah pantolonu alıyor ve alışverişini bitiriyor. Bir kadın ise keşif odaklı ve değişimlere açık olduğundan, siyah pantolon almak için yola çıkıp başka kıyafetlerden etkilenerek kararını değiştirebiliyor. Ve sonuçta yarım saatten uzun süren ve amaçlanandan bambaşka bir sonuçla karşılaşabiliyorlar. Bu özellik tüm karar süreçlerine genellendiğinde; erkeklerin seçenekleri daraltan ve tek seçeneğe indiren bir yapıya sahip olduğunu, kadınların ise olasılıkları keşfetmeye ve değişime açık olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kadınların vücut dili erkeklerden farklı mıdır?

Benko ve Pelster’in araştırması bu konuda da bazı ipuçları veriyor. Örneğin siz konuşurken onaylar nitelikte kafasını sallayan bir erkek, konuyu anladığını ve devam etmenizi ima edebiliyorken, aynı durumda başını sallayan bir kadın ise size onay verdiğini ve ayrıntıları duymak istediğini ima ediyor aslında... Yani kadınların detaycı ve sabırlı özellikleri ön plandayken, erkeklerin aceleci ve sonuç odaklı olduklarını söyleyebiliriz. Araştırmada çıkan bir diğer sonuç ise görüşmeler esnasında kadınların yüzyüze oturmayı erkeklerin ise yanyana oturmayı tercih ettiğine yönelik.

Seçmenle yakınlık gerekli mi?

Düşünün ki seçim çalışması için bir evin kapısını çaldınız. Ve ev sahibi seçim propagandası yapmanız için sizi ve arkadaşlarınızı içeri buyur etti. Bu noktada erkeklerin seçmenle yakınlık kurmada zorluk yaşadığı kabul görmüş bir gerçek. Evine girdiğiniz seçmenin evini göz ucuyla incelemek, duvarlardaki resimlerden bir yaşam hikayesi oluşturmak ve bu doğrultuda yakınlık kurmak genellikle kadınlara özgü bir özellik... Ve zaten çoğunlukla bu çalışmaları kadınlar yürütüyor. Kadın seçmenin sempatisini ise bu ipuçlarını yakalayan kazanıyor.

HBR’de yayınlanan ve bir kısmını paylaşmaya çalıştığım Benko ve Pelster’in araştırması özünde, kadınların alternatifler arasından seçim yapmayı sevdiğini ve erkeklere oranla yeniliklere daha açık olduğunu vurguluyor. Ve zaten seçmen kadınlar kararlarını da bu doğrultuda veriyorlar.

Bu araştırmadan payımıza düşen sonuç; seçimlerin belirleyicisi olan kadın seçmene çeşitli proje ve önerilerle gitmemiz gerektiği.. Ve onlara bu projeler arasından seçim yapma şansını tanımak da önemli... Örneğin yerel seçimler için mahallesinde açmayı vaat edeceğiniz ahşap boyama kursu, o kadın seçmenin ilgisini çekmeyebilir. O zaman muhakkak o mahallede yaşayan kadın seçmen için elinizde iki alternatif projeniz daha olmalı...

Yani siyah pantalon almak üzere yola çıkan kadınlara rengarenk bir ceket satmak bizim elimizde... Yeter ki kadın seçmene nasıl yaklaşacağımızı bilelim... 



Kadere isyan...


Kadere isyan...

Kader Erten bir çocuk… Genç kızlığa henüz geçen 14 yaşında bir kız çocuğu… Onu gözümüzde canlandırmamız ise ancak otopsi raporundaki bu cümleyle mümkün oluyor: "148 santimetre boyunda, 15-16 yaşlarında ve 50-60 kilogram ağırlığında bir kız çocuğu"…
12 yaşında evlendirilen, 13'ünde anne olan ve evinde av tüfeğiyle vurulmuş halde bulunan 14 yaşındaki Kader Erten’in hikayesi Türkiye’de sayısı 181.000’i geçen çocuk gelinlerin dramını yeniden hatırlatıyor bizlere…

Kader’in ölümü yeniden tetikliyor toplumun vicdanını, kadın yüreğini, ana yüreğini… Eylemler başlıyor yine sokaklarda… Kadınlar isyan ediyor “Çocuk geline hayır!”… Acaba bu isyanın sesi Pervari’ye ulaşıyor mu? Peki ya Midyat’a? Muş’a? Ya meclise? İktidara? İlgili bakana? Sanmıyorum… Töre denilen çelikten kapı ne açılıyor ne bükülüyor. Zaten bu yaraya devlet de dokunmuyor. Dokunsa, 18 yaşından küçük kızını evlendirmek için izin davası açan ailelerin sayısında bir önceki yıla göre %94,2 artış  olur muydu? Olmazdı. Bu eylemlerin daha çok ses getirmesi için siyasal ve bölgesel destek şart.

Yani sonuçta bahtsız Kader’i ve akranlarını ne devlet koruyor, ne aileleri. Doğu ve Güneydoğu’da ağırlığı olan BDP yetkilileri ise bölgedeki aşiretleri karşılarına almamak için bu konularda öncü olmuyor. Göstermelik birkaç girişim dışında sessizliğe boğuluyorlar. Devletle elele başlarını kuma gömüyorlar adeta…

“Töre” aslında bölgedeki birçok kadın sorununun temelini oluşturuyor. Araştırmalar gösteriyor ki göçebelik döneminde aşiretler, töresini kaybettiğinde yok olacaklarına inanmışlardır. Yani “töre” aşiretler için ölüm kalım meselesi (kongar.org). Dolayısıyla aslında töre bahanesiyle ortaya çıkan kadın cinayetleri ve çocuk gelinler feodal yapının bir sonucu.

Akraba evlilikleri de Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde ağırlıklı olarak karşımıza çıkan bir sorun. TUİK’e göre, akraba evliliği yapanların oranı Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde %40 iken Batı Marmara’da %4.8’e düşüyor. Yani Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde iki kadından biri akraba evliliği yapıyor. Peki ya Türkiye’de kadın intiharlarının en çok 15-24 yaş arasında ve %50 oranında da “bilinmeyen” nedenlerle olduğunu biliyor muydunuz?

Ne acıdır ki içimiz kan ağlayarak izlediğimiz/okuduğumuz Kader’in öyküsü artık devlette yankı bulmuyor. Bölgedeki feodal yapıyı karşısına almak istemeyen devlet ve siyasi otoriteler bu gidişata yasal düzenlemeyle bir günde dur diyebilecekken seyirci kalıyor…

Siyasi çıkarları için kadınların ezilmesine göz yumanlar, Kürt sorunu için çare olacaklarını dile getiriyorlar. Hadi canım!

İktidarın yüreği yetiyorsa töre cinayetleri ve çocuk gelinler için gerekli yasal düzenlemeleri yapmalıdır. Acilen. Yok, biz o meseleye hiç dokunmayalım, ne gerek var, kadınların söz hakkı zaten yok, seçmen olan feodal yapıyı niye karşımıza alalım diyorlarsa bilsinler ki öldürülen her kadının vebali boyunlarınadır. Torba yasayla istedikleri düzenlemeyi bir gecede yapanlar, çocuk gelinlerle ilgili gerekli yasaları çıkarmadıkça elleri kanlıdır.

Bu arada ASP Bakanı Ayşenur İslam görevi Fatma Şahin'den devralırken "Çocukların çoçuklarımdır" demiş.

Bir çocuğunuz öldürüldü Sayın İslam… Haberiniz var mı?