Sol yanım...

25 Eylül 2012 Salı

ADALETİN GÖZYAŞLARI


Balyoz davasından çıkan karar en basit tabiriyle vicdanları yaraladı. Mahkeme, 323 kişi için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası verdi. Bu cezaları 3 kişi için 20 yıla, 77 kişi için 18 yıla, 214 kişi için 16 yıla, 1 kişi için 15 yıla, 28 kişi için 13.3 yıla “indirdi”. Ceza alanların üçü emekli orgeneral.
Aslında bilindiği üzere ortada gerçekleşmiş bir darbe yok. Tüm bu cezalar darbeye “teşebbüsten”. Peki gerçekleşmiş bir darbenin yani 12 Eylül’ün sanıkları? İktidar belli ki varoluş sebebi olan 12 Eylül’e çok dokunmak istemiyor. Balyoz davasından çıkan karar toplumda huzursuzluğa, ızdıraba yol açtı. Gerek sosyal medyada, gerek yazılı medyada, iş dünyasında tepkiler dinmek bilmiyor. Terör örgütü PKK ile çetin ve kanlı bir mücadele verdiğimiz bu günlerde, askeriyenin üst düzey erkanının ağır cezalara çarptırılmasını vicdanlar kabul etmiyor.
Bu davanın siyasi bir kararla sonuçlandığı kesin. Aslında davanın bundan sonraki seyri çok daha önemli. Bundan sonra gözler temyiz için Yargıtay’a çevrilecek. Verilen bu siyasi kararın yargıtayda tarafsızca gözden geçirilmesi bir çoğumuzun tek temennisi. Birçok AKP’li siyasetçi, Balyoz davasının sonuçlarına itiraz eden ana muhalefet mensubu vekilleri, darbeyi ve darbeciliği savunmakla suçladı. AKP’liler çok iyi bilir ki geçmiş dönemlerdeki darbelerin esas mağdurları “solcular”dır. Cezaevlerinde işkence görenler, gözaltına alınanlar ve hatta faili meçhullerin çoğu solcu-devrimci gençlerdir. Ve diğer taraftan ülkücüler. Ama asla muhafazakarlar değil. Dolayısıyla aslında 12 Eylül darbesinin  kıydığı devrimciler ve ülkücüler sayesinde (!) muhafazakarlar meydanı boş bulmuştur. Bundan ötürüdür ki bir solcu asla darbeyi savunmaz. Ama haksızlığa da boyun eğmez.
Ortada gerçekleşmiş bir darbe yokken verilen cezalar hayli ağır. Ama benim en çok ruhuma dokunan İstanbul 10. Ağır Ceza Mahkemesi’nin açıkladığı karardaki “babalık ve kocalık haklarından men” maddesi oldu.
Hukukçu değilim. Ama yinede kulağımızın aşina olmadığı bu kararın ne kadar yaralayıcı olduğunu kalben hissedebiliyorum. İçinde 3 kadınında olduğu 323 sanığın verilen kararla hapis halleri sona erene kadar babalık ve kocalık sıfatının verdiği hakları kullanmaktan mahrum edilmeleri manasındaymış bu karar. Bu kararın açıkca yazılmayabileceğini beyan ediyor hukukçular… Yani burada sanıkları yaralayacak, itibarsızlaştıracak şekilde ilan edilmesi belkide davanın ne kadar siyasi olduğunun başka bir kanıtı.
2010 Temmuz ayında iddianame açıklandığı günden bu yana eşlerini duruşma salonlarında gören hanımlar, babalarıyla cezaevlerinde buluşabilen evlatlar tüm bu acıları yetmezmiş gibi birde mahkeme eliyle ötekileştirildiler. Asker eşi, evladı olması nedeniyle her türlü sıkıntılarına rağmen tek damla gözyaşı dökmeden, süreci sükunetle atlatmaya çalışan bu insanlara reva mıydı bu karar? O artık senin eşin değil, o artık senin baban değil, orduyu bırakın o artık resmen ailenin reisi dahi değil diyerek ne elde edilecekti yürekleri dağlamaktan başka?
Adalet bu karardan sonra artık ağlıyor… Gözyaşları içimizdeki son insanlık kırıntılarını da silip süpürerek gidiyor. Aslında adalet eliyle insanlık, hoşgörü ve sevgi katlediliyor. Farkında mıyız?

18 Eylül 2012 Salı

İZMİRLİ OLMAK...


Anlaşılana kadar yazacağız İzmirli olmayı... İzmir demokrasi demektir. Bağımsızlık tutkusudur. İzmir Türkiye’deki laiklik bilincinin kalbidir. Biz İzmirliler ise sadece bu kalbe kan pompalıyoruz. Arada zararlı unsurlar girse de vücuda, tez vakitte geri püskürtüyoruz.

Bazı siyasiler pek sever İzmir’e saldırmayı. Ha keza bazı yazarlar da bunu adet edinmiştir. İzmir’in reytingi yüksektir çünkü. İzmir’e sataşan gündeme oturur. İşte yaşadığımız son örnek bu yaz Alaçatı’da bir kafeden konuşan Haşmet Babaoğlu’dur. İzmir’e gelir, yer, içer, hayatının en huzurlu tatilini yapar, sonra da İzmirliye laf söyler. Muhafazakar kesimin bir çok temsilcisinin de tatillerde tercihi Çeşme’dir. Ama siyaset arenasına çıkınca İzmir’den kötüsü yoktur. Gavur derler, pis derler. Üvey evlat yapmaz onların İzmir’e yaptığını... İzmir bu saldırıları tüm vakurluğuyla sineye çeker. Yine kucak açar gelmek isteyen herkese... Şefkatli kolları her düşünceyi sarmaya hazırdır çünkü...

İşte İzmirli olmak böyle bir şeydir. Sizin gibi düşünmeyenlerle yanyana, dostça yaşayabilmek. Fakat aynı zamanda inandıklarınız uğruna da sonuna kadar mücadele etmektir. Demokrattır İzmirli. Kendinden olanı da özgürce eleştirir. Solun kalesi derler ama aslında demokrasinin kalesidir. Yeri gelir sol partiyi iktidar yapar, yeri gelir sağ partiyi. Ama cumhuriyet kazanımlarına saldırıyı affetmez. Kentine hakareti affetmez. Vefalıdır çünkü. Değerlerine bağlıdır.

Her İzmirli çocukluğunda muhakkak Fuar’da pamuk şekeri yemiş, lunaparkta keyifli anlar geçirmiş, bir kere de olsa Kordon’da faytona binmiş, gençliğinde -fast-food da neymiş- kömürde sandviç yemiş, Sevinç’in önünde heyecanla sevgilisini beklemiş, Bergama vapurunda en azından bir kere çay içmiş, İzmir’de sevmiş sevilmiş ve meltemi ciğerine işlemiştir. En önemlisi özgürlüğü en büyük hasleti olmuştur İzmirlinin genlerine işleyen... Başka şehirlerde doğup büyüyen ama yıllar sonra İzmir’ gelenleri de bağrına basar İzmirli. Gönlü geniştir. Yargılamaz. Yargılansın da istemez.

Nerede yaşarsa yaşasın, İzmirli doğduğu büyüdüğü şehrin dokusunu rengini yanında götürür. Bazıları bizi anlamakta zorluk çekerler. Sevincimizi de, hüznümüzü de dorukta yaşarız çünkü... Tüm sevdalarımız tutkuludur. Her neye bağlandıysak, inandıysak onun uğruna mücadeleden asla vazgeçmeyiz.

Herkesin doğduğu, büyüdüğü yer kendisi için değerlidir. Biliyorum. Memleketçilik anlayışına da karşıyımdır. Burada bahsi olan bir şehrin yarattığı bilinçtir. Benim için sahip olduğum bilincin şekillenmesinde büyük rol oynayan, sokakları gençliğim,çocukluğum kokan güzel İzmirime bir teşekkür yazısıydı bu. Yüreğimin derinliklerinden kopup gelen...

Hep nazlı bir prensese benzettiğim İzmir’imi yazarken 16. yüzyılda yaşamış Fransız şair Pierre de Ronsard’ın  şiirinden bir dizeyi anımsadım;

L’amour des Princesses
Est un masque de tristesse...

Yani şair diyor ki:
“Prenseslerin aşkı, hüznün bir maskesidir.”

Kimi zaman haksız yere yükleniyorlar İzmir’e. İşte o zaman sanki hüzün çöküyor şehrime. İzmir; bağımsızlık yüreğine nakşolmuş, nazlı, güzel prenses biz seni yürekten sevmeye devam edeceğiz... Bazen yaşadıklarımız yüzümüze hüznün maskesini giydiriyor ama inandıklarımız için mücadeleden vazgeçmiyoruz. Vazgeçmeyeceğiz.

ABD SEÇİMLERİ VE ORTADOĞU


ABD’de çekilen ve Hz. Muhammed hakkında hakaret ifadeleri içeren “Müslümanların Masumiyeti” filmine yönelik protestolar gitgide artıyor. Bu filme tepki olarak Libya’daki ABD Büyükelçisi ve beraberindeki 4 görevli Bingazi’de öldürüldü. Sanıyorum ki Amerika gibi plansız tek bir adım atmayan bir ülkenin, tepki göreceğini bile bile bu filmin çekilmesine izin vermesini tesadüf olarak karşılamayacaksınız. İslam dünyasının bu konudaki hassasiyeti malum. Geçmiş zamanda çizilen bir karikatür de benzer tepkilere neden olmuştu. Aslında peygamberler konusundaki bu hassasiyet sadece islamiyette yok. Koyu bir katolik olduğu bilinen Mel Gibson’un önüne sunulan fırsatlar ve haç yaktığı video klibinden ötürü Papa tarafından afaroz edilen Madonna hala hafızalarımızda… Dini meselelerle ilgili çekilen bu filmler, çizilen karikatürler devletler arasında kriz yaratacak kadar önemli. Bu son yaşananlarda bunu tasdikliyor.. ABD Başkanı Obama bu saldırının karşılıksız kalmayacağını açıkladı.

Amerika seçimlere giderken yaratılmak istenen bu krizden kim karlı çıkacak? 6 Kasım’da yapılması beklenen seçimlerde Obama’nın gönderilmesini isteyenler bu kirli oyunun bir parçası olabilir mi? 21. Yüzyılın tekrar  “dinler savaşı” dönemi olacağı çoktandır öngörülen bir teoriydi. Bu teorinin nasıl işlediği apaçık ortada. Bu tür bahanelerle Amerika müslüman ağırlıklı ülkeleri “barış ve baharı getirmek” vaadiyle resmen işgal ediyor. Sudan, Tunus, Bagladeş, Endonezya, Irak, Yemen, Mısır ve Suriye gibi ülkelerde bu filme tepkiler çığ gibi büyüyor. Basına yansıyan son haber ise ABD Başkanı Obama’nın Başbakan Tayyip Erdoğan’a islam alemini sakinleştirmesi için ricacı olduğu. Obama’nın “seni seviyorum Michelle…” diyerek başladığı adaylık konuşması sonrasında isteyeceği son şey seçime girmeden yeni bir savaşın içinde olmaktır.

Gerçi ABD  işgallerini “savaş” değil “barışı getirmek” olarak değerlendiriyor. Ama işin iç yüzünün böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. AKP Hükümetinin Suriye politikasından anladığımız kadarıyla biz ABD ve İsraille birlikte hareket ediyoruz. Peki dini taciz içeren filmlere tepkisini iyi bildiğimiz Başbakan Erdoğan bu sefer de Obama’nın imdadına yetişecek mi? Malum bizde de seçimler kapıda.

Tüm bu soruların cevabını önümüzdeki günlerde yaşayıp göreceğiz. Şu çok açık bir gerçek ki ABD’nin yaklaşan seçimlerinin sancısı sadece ABD’de yaşanmayacak. Artık Ortadoğu ile organik bağı iyice kuvvetlenen ABD’nin tüm iç sancıları buralarda yankı bulacak. Umuyoruz ki bu süreci insanlık adına daha az can kaybıyla atlatabiliriz. Ama görünen o ki süreç kanlı işleyecek. Hiç istemesekte…

15 Eylül 2012 Cumartesi

İZMİR RUHU



İzmir’in kurtuluşu 9 Eylül muhteşem bir coşkuyla kutlandı. Bayraklarını alan binler Gündoğdu Meydanına aktı. İzmirli olmaktan gurur duyduğum anlardan biriydi 9 Eylül. İzmir’in ruhunu hala anlayamayanlar, İzmirlinin hassasiyet gösterdiği değerleriyle hoyratça oynamaya çalışıyorlar. Tepki gördükçe daha da hırçınlaşıyorlar. En yakın örnek 9 Eylül’de İzmir Valiliğinde göndere bayrak çekme meselesidir. Mesele diyorum çünkü bu kadar olağan bir eylem “mesele” haline getirildi.

Şimdiye kadar iktidara birçok sağ parti geldi. Hiçbiri AKP kadar fütursuzca cumhuriyet kazanımlarıyla ve toplumun değişmez değer yargılarıyla oynamadı. İzmir bayrak çekme konusundaki tavrını çok net koydu. Karşı çıkamadılar, geri adım atıldı.

Peki acaba 2011 genel seçimlerinde “Seçim gecesi gözüm kulağım İzmir’de olacak” diyen başbakanın yerel seçimlere yönelik “İzmir planları” nelerdir? Yerel seçimlerin erken bir tarihe çekildiği ve geri sayımın başladığı bu günlerde İzmir’i tahrik etmesi muhtemel bu tür girişimlere neden giriyorlar?

Ben size sorumun cevabını vereyim: İzmir’i gözden çıkardılar. Evet yanlış okumadınız. Vazgeçtiler İzmir’den. İzmir’i yerelde alamayacaklarını gördükleri için daha da saldırganlaştılar. Yakın zamana kadar potansiyel aday olarak gösterilen Bakan Binali Yıldırım ve Ertuğrul Günay İzmir’den aday olmak istemiyor. Siyaset kulislerinde konuşulanlara göre Yıldırım İstanbul’u, Günay ise Antalya’yı istiyor. Bu durumda İzmir’e aday bulma derdindeler. Tüm bu gelişmelerin temelinde ise AKP’nin bir türlü İzmir ruhunu kavrayamaması yatıyor.

İzmirlinin tek derdi belediye hizmetleri değil. Elbette günlük yaşantılarını daha kolaylaştıracak hizmetleri almayı hepimiz istiyor, talep ediyoruz. Fakat bizim davamız başka. Bugüne kadar her zaman demokratik seçimler yapan, yeri geldiğinde ANAP’ı, yeri geldiğinde DYP’yi birinci parti çıkaran İzmirlinin kaygıları yaşam tarzlarına müdahale edilmesine yönelik. İzmirli siyasi çizgisini artık AKP karşıtı olarak belirliyor.

Genel seçimlerde orantısız bir şekilde harcanan o kadar paraya, belediyelere yargı kanalıyla yapılan baskılara, uçuk kaçık vaadlere ve iki bakanını aday göstermesine rağmen ancak 2. parti olabildiler.  Bir kesimin kulaktan kulağa yaymaya çalıştığı “büyükşehiri alacaklar” iddiası havada asılı kaldı. İzmir hayatının gerçekleri gösteriyor ki AKP’li bakanlar İzmir sokaklarında yürüyemiyorlar bile. Halkın tepkisi çok büyük. AKP İzmir’deki seçmeninin dokusunu dahi doğru okuyamadı. Onlara oy veren kesim sadece muhafazakarlar değildi. İş çevresinden, ekonomik durumu iyi olan ve çağdaş yaşayan çevreden de sadece “istikrar” bahanesiyle oy almıştı. Fakat... Fakatı çok önemli. Oy veren bu kesimin ortak paydası çağdaş, laik, Atatürk’e bağlı ulus devletin sürekliliğiydi. İşte AKP hükümeti tam da bu noktada İzmir’de kabul edilemeyecek hatalar yaptı. İşte son yaşadığımız 9 Eylül’deki uygulamaları, iktidarın İzmir seçmeninde zerre kadar kalmış son güvenini de silip süpürmüştür.

Zaten kendi içlerindeki parçalanmanın ayak sesleri gümbür gümbür gelirken, İzmir’i tek hamlede gözden çıkarıvermiş oldular. İzmirli tutkuyla bağlı olduğu değerlerinden asla vazgeçmez. İktidarın tüm nimetlerini İzmir’e yığdıracağını bilse dahi, burnunda tüten bağımsızlık aşkıyla yine oyunu CHP’ye verir. Parayla satın alamayacağımız tek şey özgürlüğümüzdür. İzmirli bunu iyi bilir. 

13 Eylül 2012 Perşembe

GAZETEM EGE/ HAYDİ ANNEM OKULA!




Sabah saat 07.00. Uykusunun en tatlı yerinde ama uyanmalı. Annesi şefkatli elleriyle önce sırtını sıvazlıyor. Birden uyandırırsa korkar belki diye. Gözlerini tatlı uykusunun mahmurluğuyla açıyor. Aklında dün gece oynadığı oyuncağının mutluluğu var. Annesi “haydi annem okula gideceksin” diyor. Okul? Herhalde geçen sene gittiği, resim yapabileceği, oyun hamurlarıyla oynayabileceği kreşi kastediyor annesi. En azından 66 aylık yavrunun zihninde bu kadarı canlanabiliyor. Giyiniyor, kahvaltısını ediyor. Okuluna vardığında apartmandaki ablalarıyla aynı okula başladığını anlıyor. Henüz oyun çocuğuyken omuzlarına bindirilen ağır yükü küçücük bedeni o an hissediyor.Bu yolculuktan geri dönüş yok. O hayata henüz hazırlıksızken başlamak zorunda bırakılan bir neslin çocuğu.

Evlat sahibi olan ya da yakınında küçük çocuğu olanlar bilirler. Aynı sınıf içerisinde, 10 ay fark olan çocuklar arasında bile algılamada çok fark vardır. Bu fark birinci ve ikinci sınıfta varlığını korur. Hatta bazı özel okullarda Eylül ayından sonra doğan çocukları ayrı sınıfa koyarlar.

Bu hafta tüm itirazlara rağmen 66 aylık yavrular okula başladı. Ben oğlumu büyüttüğüm için o günlerini tam canlandıramıyorum zihnimde. Fakat arkadaşlarımın el kadar çocukları için “seneye okula başlayacak” demesini derin bir üzüntüyle izliyorum. Oğlumu 8 yıllık kesintisiz sistemde okula başlatmama rağmen birinci senemiz zor geçmişti. Birçok anne-baba bilir. Oyundan okula geçmek zor bir süreçtir. Üstüne el yazısı, kitaplar, ödevler eklenince, çocuk 7 yaşında olmasına rağmen bocalayabilirsiniz.

Biz bu meseleye bugüne kadar hep siyasi açıdan baktık. Evet cumhuriyet kazanımlarına yönelik bir tutumdu. Hedef İmam Hatiplerin önünü açmaktı. Bunun arka planında başbakanın cemaatle gizli çekişmesi vardı. Mesele Gülen okullarını etkisiz hale getirmekti. Tüm bunlar binlerce kere yazıldı, çizildi. İşin sosyolojik ve insani boyutuna daha az değinildi. Aslında meselenin öznesi “insan”. Hemde kendi iradesiyle karar veremeyecek kadar küçük bir insan. Onun hayatında silinmez izler bırakacak bu erken başlangıç.

Geçen gün 34 yaşındaki bir arkadaşımla konuşuyorum. Ailesi onu okula bir sene evvel başlatmış. Bana diyor ki “Elfin inan hala bazı geceler ilkokul birinci sınıfımı görüyorum kabus olarak, o kadar zor bir seneydi ki...” İşte “ne olacak canım, alışırlar okurlar” diyenlere en güzel yanıt bu aslında. Yaşanmış bu deneyimler gösteriyor ki fiziksel ve zihinsel gelişimi okula başlamaya elverişli olmadığı Türk Tabibler Birliği tarafından onaylanan 66 aylık yavruların yaşayacağı travma, onlarda  çok derin izler bırakacak.

Buradan sormak istiyorum: Sadece kendi iç ve siyasi hesaplaşmalarınız için, hiçbir altyapı ve ön hazırlık yapmadan, yangından mal kaçırır gibi geçirdiğiniz bu yeni eğitim sisteminin bedelini bu yavrular ödemek zorunda mı? AKP’nin kendi içindeki çalkantıların faturasını evlatlar mı ödeyecek? İktidarı acilen sağduyulu davranmaya ve denenmeye çalışılan bu eğitim fiyaskosundan geri adım atmaya davet ediyorum. Bir an evvel.

8 Eylül 2012 Cumartesi

GAZETEM EGE/ ATATÜRK VE İLKELERİ




İktidarın ustalık dönemi sona ermeye başladıkça anlıyoruz ki her dönemin kendine özgü öncelikleri varmış. Ustalık döneminin önceliği eğitimi yeniden şekillendirmekmiş. Yeniden yapılandırma demiyorum çünkü “yapılandırma” kelime itibariyle olumlu anlam taşır. Şekillendirme ise uygulayanın kendi arzusunda gerçekleştirdiği bir dönüşüm, başkalaşımdır. Kesintili eğitim uygulaması bu başkalaşımın en önemli adımıydı. Tüm dirence, imkansızlıklara rağmen sadece 11 yaşındaki çocukları İmam Hatip’li yapmak için uygulamaya sokuldu.

Meselenin sadece İmam Hatip’lerin önünü açmak olduğunu düşünmek saflık olur. Bunun arkasında aslında Atatürkçü düşünceyi ve cumhuriyetin kazanımlarını kökünden yok etmek var. Bu sonuca nasıl vardığım çok basit. Hatırlayalım Kasım 2011 ‘de yine olmayacak bir şekilde Mümtazer Türköne Türk Dil Kurumu’nun yönetim kurulu üyeliğine atanmıştı. Atatürk’e karşı duruşu çok açık bilinen bu isme gelen tepkiler sonucunda geri adım atıldı. İşte o süreçte hatırlarsanız aniden bir akşam, kanun hükmünde kararname ile Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu'nun ilkelerinden "Atatürk'çü düşünceyi yaymak" çıkartılmıştı.

12 Eylül darbesine kadar bilim adamları, aydınlar, yazarlar tarafından desteklenen ve özerk bir yapıda olan TDK, darbeden sonra atıl yapısıyla sadece yeni sözcük üreten bir devlet dairesine dönüşmüştü. TDK ve TTK’nın Atatürk’ün vasiyeti doğrultusunda özerk bir yapıya kavuşması arzu edilirken tam tersi bir şekilde Atatürk ilkeleri bir gecede mevzuatlarından çıkartıldı.

Bugünlerde benzer bir uygulama Milli Eğitim mevzuatlarında yapılıyor. Mevzuat sadeleştirmek bahanesiyle “Atatürk inkılap ve ilkelerine ve anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı yurttaşlar yetiştirmek” ifadeleri MEB Teşkilat Yasası’ndan çıkartıldı. Peki Atatürk’ün ilkeleri neden iktidarı rahatsız ediyor?

Atatürk’ün ısrarla tüm mevzuatlardan çıkarılmak istenen ilkeleri, hepinizin bildiği üzere Cumhuriyet Halk Partisinin 6 Ok’udur. Yani; Cumhuriyetçilik, halkçılık, laiklik, devrimcilik, milliyetçilik ve devletçiliktir. Şimdi bu altı ilkeyi okuduğunuzda iktidarın yol haritasına uygun ne görüyorsunuz? Hangi ilke uygulanıyor?

Uzun sözün kısası iktidar mensupları bu ilkeleri kendilerine uygun görmüyorlar. Bundan dolayı kaldırmak istiyorlar.

Bir sonraki dönemin niyetleri bugünden ortadadır. Yeni ilkeler belirleyip bu doğrultuda milli  politikalar uygulamak. “Hadi canım sende!” demeyin. Şaşırmayın. Olmaz dediğimiz herşey bir çırpıda oluverdi. Sadece yeni ilkelerin neler olabileceği konusunda biraz fikir jimnastiği yapalım. Ümmetçilik bunlardan biri olabilir mi? Ne dersiniz?

Atatürk’ün ilkelerinin mevzuattan silinmesinin bir sonraki adımlarını iyi okumak lazım. Milli Eğitim Komisyonunda bu konu gündeme getirilmeli, meclis açılınca muhakkak karşı konulmalıdır. Cumhuriyetin kazanımlarına karşı yapılan bu zalim uygulamaları tarih affetmeyecektir.

GAZETEM EGE/ KANIKSAMA





CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin geçenlerde katıldığı bir televizyon programında “Yaklaşan yerel seçimlerde 12 ilde seçim yapılamayacağından endişeleniyorum” dedi. Programın sunucusu hiç bu cümlenin üstünde durmadı. Sanki çok basit, normal bir öngörüydü bu. Mesleğim gazetecilik değil ama herşeyi bir kenara bırakın merakımdan en az 5 soruyu arka arkaya sorardım. Ama basının üzerine çöken sis bulutu sanıyorum ki görmelerine ve düşünmelerine engel oluyor. Doğuyu çok iyi tanıyan bir siyasetçinin bu tespitini iyi irdelemek lazım. 12 İl neredeyse bir bölge eder. Bu illerde seçim yapılamayacak olmasının tercümesi buralarda artık devlet yok demektir. Peki durum gerçekten bu kadar vahim mi?

Durumun vehameti aslında Şemdinli’yle başladı. Halen daha orada yaşananlarla ilgili net bir bilgiye ulaşılamıyor. Bilgiyi kim verecek; İktidar. Fakat iktidardan konuyla ilgili detaylı bir açıklama yok. Daha da kötüsü, bu olaydan sonra neredeyse her gün şehit haberleri gelmeye başladı. Gelen şehit haberlerine ise halkın tepkisi genelde sosyal medya aracılığıyla. Sokaklarda herhangi bir hareketlenme yok. Sanki bir kanıksama var herkesde...

Kanıksama ne kötü bir hastalıktır. Bir kere kanımıza girdi mi uyuşturur sanki insanı. Uyuşmuş bünyemizle karşılaştığımız ya da duyduğumuz tüm olayları soğukkanlılıkla ve adam sendecilikle karşılarız. Bulaşıcıdır bir de... Tüm toplumu ahtapot gibi sarar. Bizim şu anda toplum olarak tutulduğumuz bir hastalık. Gelişmeleri sorgulamayı bıraktık. Empatiyi bıraktık. Tepki göstermeyi bıraktık. Yapılan eylemlere katılıma bakılırsa artık hiç kimsenin umrunda değil yaşananlar.

Ülkemizde bu gelişmeler  yaşanırken sosyal medya siyasetçileri umudu, barışı, kardeşliği bol keseden dağıtıyorlar. Siyasetçilerin görevi sanal vaadler vermek değildir. Çözüm üretmek, eyleme geçmek ve kitleleri sürüklemektir. Ülkemizin doğusunda yaşananlara bu kadar kayıtsız kalmaya kimsenin hakkı yok. Bizler büyük şehirlerde, batıda, huzur içerisinde yaşama şansına sahip olmanın şımarıklığına kapılmamalıyız. Elinde erki bulunduran siyasetçiler, belki de öncelikli olarak bölgeye gidip oradaki halkın sesine kulak vermeli. Bunu yapan milletvekilleri elbette var. Ama daha güçlü bir ses çıkması ve toplumsal uzlaşı için kişisel girişimler yetersiz kalıyor. Bu konuyla ilgili mecliste bir komisyon kurulabilir.

Dört partinin de temsilcilerinin yer alacağı bir komisyon Doğu Anadolu’ya ve diğer stratejik illere ziyaretlerde bulunup, durumu yerinde tespit edebilirler. Bu girişimler elbette terörü bitirmeye yetmez. Ama en azından bölge halkı, devlet adına yapılacak bu ziyaretlerde bir samimiyeti hissetmiş olur. Sadece bir kere ziyaret etmekle de olmaz. “Samimiyet” gerçekten orada yaşayanların dertlerine ortak olmakla, dinlemekle, dokunmakla olur. Yaklaşan yerel seçimlerde bölge halkının taleplerini anlayabilmenin, dertlerine derman olmanın yolu onların yüreğini hissedebilmekten geçer. Bunun içinde orada bulunmak, dokunmak gerek.

Ana muhalefet partisi CHP’nin uzun süredir dillendirdiği “Çözüm yeri meclistir” çağrısı maalesef iktidar tarafından karşılık bulmadı. Koca bir yaz sıcak çatışmalar ve devlet tarafında irtibatsızlıkla geçti. Yara çok derin. Umuyorum meclisin açılmasıyla tüm partiler bu konuda girişimde bulunup, toplumsal uzlaşıyı sağlayabilirler. Yoksa korkarım ki çok geç olacak.

6 Eylül 2012 Perşembe

SİYASİ AÇLIK



“Açlık”;  yokluk, yoksulluk, imkansızlıkla eşdeğer gibi görünüyor insana... Öyle de aslında. Bu açlığın çeşidine göre değişiyor. Kaç çeşit açlık var demeyin. Meşhur türkü gibi “türlü türlü” var. Aklımıza ilk gelen fiziksel açlık. Fiziksel açlığın insanlıkla imtihanı yıllardır süregeliyor. Ortaçağ’dan beri bilinmeyenleri hızla artan, zengin-fakir, varlık-yokluk denklemi; şiirlere, sanata, resimlere hatta mimariye yansımış, yıllar sonrada siyasetin en bereketli malzemesi haline gelmiştir. Hala da öyle. Menderesler, Demireller, Özallar döneminde az ekmeği yenmedi açlığın, yokluğun, garibanlığın. Siyasi söylemlerde hep aynı türkü vardı dilde... Bu türkü hoş da geldi halkın kulağına. Fakirlik bitti mi peki? Hayır. Aksine dahada derinleşti yıllar içerisinde... Gelir dağılımının adaletsizliği, kapitalizmin pençeleri arasındaki dünyamızda hükmünü sürmeye devam edecek gibi görünüyor. Fiziksel açlığı global ölçekte çözmek zor. Çözmeye niyeti olan devlet var mı o da belirsiz. Afrika’daki insanlık dışı açlığın bitmesi hangi dünya devinin işine yarar? Eh durum böyle olunca fiziksel açlık, yeryüzündeki azgın doygunlukla kolkola yürümeye devam edecek gibi...

Bir de duygusal açlık vardır. Elbet hayatınızda bir kere duymuşsunuzdur. Özellikle kadınlar bu tamlamayı kullanmayı çok sever: “Duygusal açlık içerisindeyim”. Ne menem bir şeyse evliliklere son verdirir, yaş kaç olursa olsun yeni başlangıçlara yelken açtırır, bitirir-başlatır, getirir- götürür. Duygusal açlık en zorlarındandır. Doyurması zordur. Keşke bu açlık sadece sevdaya dair olsa. Ama öyle değil. Çok farklı duygusal ihtirasları, açlıkları olan insanlar var. Kanımca bu açlığa sahip olan insanlar bu hallerini çalıştıkları kurumlara da yansıtıyorlar. Devlet mercilerinde üst düzey temsilcilerin aldığı bir çok kararın altında, kararı verenin kuruma ya da ülkesine karşı duyduğu duygusal açlığa rastlayabilirsiniz. Çok derinlere inersek, belki başka sebeplere de denk gelebiliriz. Nasıl mı? Örneğin bu duruma en taze örnek AKP Muğla milletvekili Ali Boğa’dan geldi. Mevzu bahis vekilin 4+4+4 eğitim sistemiyle ilgili açıklamasındaki açlığa bakın: “4+4+4 düzenlemesinden sonra bütün okulları imam hatip yapma şansını yakaladık”. Şans olarak tanımlanan niyete bakınız. Böyle bir ihtimal her ne kadar ütopik görünsede, bunu aklından geçirip kelimelere döken karakter o kadar gerçektir. Bu nasıl doymak bilmez bir açlıksa, İmam Hatip yaşını ilkokul 4’e çekmek yetmemiş, tüm okulları bu ayara getirmek arzusunda… El insaf, bu nasıl bir taleptir? Herkes tek renk, tek tip olsun. Çoğulculuğa yer yok. Farklı düşünenlere nefes alma şansı yok. Pes doğrusu! Allah doyursun.

Yazıma başlık olan “Siyasi Açlık” kavramı ise devletlerin sonuna sebebiyet verecek, haritaları yeniden çizdirecek, ülkelerin kaderleriyle oynayacak kadar tehlikelidir. Kesinlikle bir hastalık olarak tanımlıyorum siyasi açlığı… Sadece ben değil, tecrübeli politikacı, yıllar geçtikçe değeri daha iyi anlaşılan rahmetli Bülent Ecevit: “Siyaset bir hastalıktır. Ama yaşamda keyif aldığı bir işi ya da meşgalesi olmayanlar için ölümcül bir hastalıktır” demiş yıllar evvel…Bu sözü bana CHP 34. Kurultay divanında beraber görev aldığım Divan Başkanımız Altan Öymen aktardı. Sayın Öymen’in bu sözü bana aktarmasının altındaki tembihi çok açıktı: “Sakın bu hastalığa yakalanma, farklı uğraşların muhakkak olsun”. Ben kişisel olarak gerekli mesajı aldım. İşte bakınız en keyif aldığım şeylerden birini yapıp, yazı yazıyorum. Ama çevremizde bu mesajı postayla göndermemiz gereken çok siyasetçi var. Elindeki görevlerle yetinmeyen, her yerde ben olayım ihtirasıyla saldırgan siyaset yapanlara her partide rastlayabilirsiniz. Her dönemin adamı olanlar. Hep güçlünün yanında yer alanlar. Hele ki bunların içinde “kifayetsiz muhterisler” vardır ki en tehlikelisi onlardır. Hem her görevi isteyen, hemde o görevler için yeterli ve yetkin olmayan kişiler. Çifte kavrulmuş yani… Siyaseten de doymak bilmez bu zat-ı muhteremler. İşte bu siyasi açlık değil midir ki yıllardır ülkemizi aynı isimlere mahkum eden? Bu siyasi açlık değil midir siyasette yeni isimleri yok etmeye çalışan?

Önümüzde bir cumhurbaşkanlığı seçimi var. İktidar partisinde namzet üç isim görülüyor. Tabi muhalefet de aday çıkarabilir o ayrı. Ama neden Türkiye üç ismin kısırlığında sürdürüyor bu tartışmayı? Yeni isimlere neden şans tanınmıyor? Madem öyle o zaman bırakın halk karar versin kimin cumhurbaşkanı olacağına. Seçimle gelsin cumhurbaşkanı… Çocuklarımızın aydınlık geleceğini çoğunlukçu demokrasi anlayışı ile doymak bilmeyen siyasi ihtiraslara kurban etmeyelim. İçimizdeki her renge kucak açıp, farklılıklarımızdan mutluluk duyalım. Ama en önemlisi siyasi açlıklarımızdan arınalım. Yıllarca büyük çoğunlukla iktidardan kalan liderlerin sonlarına bir bakın. Ders alınacak çok örnek var. Daha aydınlık yarınlar hepimizin temennisi. Tez vakitte gerçekleşmesi dileğiyle… Kalın sağlıcakla.

5 Eylül 2012 Çarşamba

RE-VİZYON DEĞİL RE-MİSYON


Revizyonu biliyorduk da re-misyon neyin nesidir dediğinizi duyar gibiyim.
Aslında tıbbi bir terim. Ama burada bir yönetim bilimci olarak sadece bir kelime
oyunu yaptım. Kabine yaşanacak değişikliklerin aslında sadece bir “vizyon”
değişikliği değil “misyon” değişikliği olacağını da düşünüyorum. Yani AKP yeni
oluşumunda sadece vizyon değişikliğine gitmeyecek. Bu işin kreması. Esas
partinin yeni yönetimiyle birlikte yeni misyonu da oluşacak. İşte mesele burada:
Ustalık döneminden sonra hangi dönem geliyor? Kurumsallaşma mı?



Eski ve medyatik isimlerin büyük kısmı belediye seçimlerinde aday
gösterileceğinden, geriye kalanların birçoğu da 3.dönem engeline takılacağından,
AKP imajıyla özdeşleşmiş yüzlerden eser kalmayacak. Eh kurumsallaşmaktan
başka çareleri yok gibi. Yoksa görünen o ki 2015 genel seçimlerinde büyük bir
hezimet kapılarında yatıyor.



Ana muhalefet partisi CHP, Kemal Kılıçdaroğlu’nun seçilmesinden sonra
bu kurumsallaşma çalışmalarına hemen başladı. Emin adımlarla ilerledi.
2011 Seçimlerinde tek tip söylem ve görsellerle bunu pekiştirdi. Kemal
Bey’in “isimlere bağlı siyaset yapmayacağız” görüşü de aslında partiyi
kurumsallaştırma çalışmalarının temelini oluşturmaktadır. İşte tam da bu
yüzden 2015 seçimleri solun iktidarı için büyük şanstır.



Kabinede revizyona dönersek... Kabinede değişiklik olacağını ve çok sürpriz
gelişmeler yaşanacağını haftalar önce yazmıştım. Kimlerin kalıp kimlerin
gideceğine dair bahisler açıldı. Her kafadan ayrı bir ses çıkıyor. Kimi
tahminler banko. AKP belki de son 10 yılın en kritik dönemecine giriyor. 2013
Sonbaharında yerel seçimler, 2014 Cumhurbaşkanlığı, 2015 genel seçimler
ve üstüne üstlük iktidar partisinin tüzüğünde yer alan “3.dönem” kısıtlaması...


Çok bilinmeyenli bir denklem de diyebiliriz, satranç oyunu da. Burada esas
olan bu seçimlere kadar yeni yönetimlerinin izleyeceği stratejiler. Yani misyon
 değişikliğinden yana kaygılarım var. İyice sarpa saran dış politika ve kürt
sorununda, yeni dönemde milliyetçi-muhafazakar bir çizgide mi yürüyecekler?
Yoksa ülkemiz yeni ve radikal açılımlara mı gebe? Aslında bu yeni yol haritasını,
şu anda kendilerinin bile bildiğinden emin değilim. Parti içi mücadeleler tüm
enerjilerini sömürüyor. Görünen o...



Zamanının “yürütülemeyen” koalisyonlarını hepimiz çok eleştirmiştik. Ama
bugün geldiğimiz noktada, şapkamızı önümüze koyup düşünelim. Üç parti
ortaklığı demek bir nevi çoğulculuk demekti. Farklı siyasi görüşten temsilciler
fikir ve eylemlerini yansıtıyordu devlete. Peki ya şimdi? Tek parti iktidarı, hem
de 10 senedir çoğunlukçuluğa hapsetti bizi. Çoğunlukçuluk peşinden faşizmi
getirir. İşte bizde oturur iktidar partisinin falına bakmak zorunda kalırız. Bu
makus talihi kırmak lazım. İlk seçimlerde bu zincir kırılmalı. Türkiye eski renkli
ve çok sesli siyasal yaşamına kavuşmalı. Acilen.

4+4+4 BAŞLIYOR!




İktidar partisi büyük tantanayla, tüm tepkilere rağmen 4+4+4 kesintili eğitimi meclisten geçirdi. Komisyondaki itirazlar, halkın sokağa dökülmesi, Türkiye genelinde yapılan eylemler kar etmedi. Yasa birçok eksiğiyle, yangından mal kaçırılır gibi meclisten geçirildi. 8 Yıllık kesintisiz eğitimi neden yok etmek istedikleri çok açık bir gerçekti: İmam Hatiplerin ve meslek okullarının ortaokul kısmının önünü açmak. AKP’nin çevresinde pervane olan milyonlarca muhafazakar varsayılan kitleye güvendiler. Sandılar ki sistem değişince akın akın İmam Hatip kayıtları olacak, herkes o okullara hücum edecek. Ama sonuç şaşırtıcı şekilde öyle olmadı. 

Ülke genelinde gelen kayıt haberlerine bakınca birçok okulda tek sınıf dahi dolduracak kayıda ulaşılamadığı görülüyor. İmam Hatip Mezunları ve Mensupları Derneği'nin (ÖNDER) Genel Başkanı’nın yaptığı açıklamaya göre hedefleri 60.000’e düşen öğrenci sayısını 1 milyona çıkarmak. Hem derneğin hem hükümetin olağanüstü çabalarına rağmen son kayıt tarihi 17 Ağustos olan İmam Hatiplerde istenen kayıt düzeyine ulaşılamadığı için süre uzatılmış. Kayıtlar halen devam ediyormuş. Örneğin Bursa’da 24 imam Hatip ortaokulu için ayrılan 1200 kontenjanın 850’sinin dolduğu bilgisi Bursa İl Milli Eğitim Müdürü tarafından verildi. Bir diğer haber ise Kastamonu’dan geldi. Merkez’de açılan 3 okulda ancak bir sınıfı dolduracak kadar kayıt geldiği belirtiliyor.

İktidar 4+4+4 eğitim sistemine gelen tepkileri doğru okuyamadı. Aslında tepki gösteren kesimin İmam Hatiplerle ya da meslek liseleriyle bir kavgası yok. Aksine o kesim herkesin hür iradesiyle istediği gibi yaşayabileceği bir Türkiye istiyor. 
Burada itiraz başka. Çocuk belli bir yaşa gelip, karar verebilecek güçteyken kendi iradesi ile istediği okula gidebilir. Ama siz çocuğu hem 66 aylıkken okula başlatıp, 4. sınıfı bitirince de İmam Hatip’e kayıt imkanı doğurunca, o çocuk henüz daha yavruyken iradesi dışında bir kararı uygulamaya zorlanıyor. Benzer durum meslek ortaokulları içinde geçerli. İşte tamda burada itiraz ediyoruz. 

Bu itirazlar bilinçsiz ya da sadece ideolojik değil aynı zamanda da bilimsel. Türk Tabibler Birliği Başkanı’nın “72 ay okula başlamak için uygundur bundan dolayı 600 bin çocuğa sembolik olarak okula başlayamaz raporu verme kararı aldık” demesi de kar etmiyor. Yani kısaca aslında birçok açığı olan bir eğitim sistemi zorla uygulanmaya çalışılıyor.

Bu sistemin doğuracağı handikapları Eğitim Sendikaları’da yana yakıla vurguluyor. Ama ne çare... 

Sendikaları, bilim adamlarını, eğitimcileri, velileri dinleyen yok.

Çocuklar mı? Onların zaten karar vermehakkı yok. Koca bir hayatı yönlendirecek en önemli kararı onlar adına anneleri, babaları hatta bazen aile büyükleri veriyor.

Tüm dünya eğitim konusunda reformlar yaparken, 12 yıllık kesintisiz eğitime gidip, bölümsüz üniversitelerle disiplinler arası çalışmaların yolunu açarken biz kısıtlıyoruz, engelliyoruz, geri adım atıyoruz. 

Aklıma Nazım Hikmet’in dizeleri geliyor: “İnanın çocuklar...Güzel günler göreceğiz, güneşli günler...”

İnanacaklar mı acaba ne dersiniz?