Sol yanım...

30 Kasım 2012 Cuma

BİR DEVRİME DAİR


“Dans, balo filan hepsi vesile, hepsi bahane. Bizim hayalimizden bile geçmeyen o makineler, cihazlar, aletler, bilimsel buluşlar, sanat ve düşünce eserleri, elbette rastlantı ya da talih işi değil. Hepsinin arkasında canlı, uygar, özgür, rahat bir hayat var.İlerlemek için bu canlı hayatı sağlamak, üzerimizdeki yüzlerce yıllık bağnazlık tozunu silkelemek zorundayız. Hayata kapalı insanlarla uygarlık yarışına girilebilir mi?” Gazi Mustafa Kemal- 06/Kasım/1925
(Aktaran, T. Özakman, 2010.)

“Hayata kapalı insanlarla uygarlık yarışına girilebilir mi?” diye soruyor Mustafa Kemal. Şapka ve kıyafet kanununun çıkmasına sayılı günler kala Ankara’daki çiftliğinde. Yeni açtığı Uşak Şeker Fabrikasının heyecanıyla bir dost sohbetinde, anlatıyor. Artık gittiği her yerde insanların fes takmaktan vazgeçtiğini farkediyor. Kolay değil. Şapkanın dinen caiz olmadığını düşünenler çoğunlukta. Müftüler tarafından fetvalar veriliyor bu konuda. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi Hoca “Şapka giymekte dini ve vicdani sakınca yoktur” diye açıklama yapıyor. Düşünün. Yüzyılların dine dayalı giyim kuşam alışkanlıklarından kurtulmak ne kadar zor. İşte bundan ötürü devrim niteliğinde diyoruz M.Kemal’in inkilaplarına.

Mustafa Kemal, yaklaşık 624 yıl hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalma bazı bağnaz alışkanlıklardan kolay kurtulunamayacağını biliyordu. Osmanlı özellikle son 200 yılında, İslam kisvesi altında devlete kemikleşmiş bir dini yapı yerleştirmişti. Bu noktada dinin devlet yönetiminden ayrışması farzdı. İşte “laiklik” hızır gibi yetişti o günlerde.

Evet. Kıyafet devrimide diğerleri gibi kolay gerçekleşmedi. Sancılıydı. Bugüne geldiğimizde, cumhuriyetin tüm bu kazanımlarının sadece “89” yıldır bu topraklarda yaşadığını unutmamamız gerekir. Cumhuriyet henüz çok genç. 600 Yıllık imparatorluğun yerleşmiş kimi alışkınlıklarından tam olarak kurtulmak için zamana ihtiyacımız var. Bu zamanı ancak cumhuriyet devrimlerini geliştirerek, sürekli kılarak lehimize çevirebiliriz.

Peki biz bu zamanı yani “cumhuriyet sürecini” nasıl kullanıyoruz? Devrimleri geliştirerek mi yoksa devrimin yıldönümü haftasında devrime karşıt girişimlerde bulunarak mı?

Bildiğiniz üzere okullarda serbest kıyafete dair yönetmeliğin geçmesiyle artık devlet okullarında tek tip kıyafet dönemi kapanmış oldu. Devlet okullarında diyorum çünkü özel okullarda velilerin %60’ının ortak kararıyla tek tip kıyafet uygulaması olabileceği belirtilmiş. Şu çok net ki burada amaç devlet okulu öğrencilerine yönelik. Ve çok açık ki başörtüsünün serbest kalması için gündeme getirilmiş bir mevzu. Hemde devrimin yıl dönümü haftasında... Bu konuyla ilgili sendikalar gerekli açıklamaları yaptı. Bu meselenin birçok açıdan zararları var. En önemlisi sosyo-ekonomik farklılıkların ortaya çıkacak olması. Bırakın doğuyu güneydoğuyu, büyükşehirlerin göbeğinde dahi yaşanan yoksulluk manzaraları en azından okul ortamında bir önlükle kapanıyordu. Her çocuk eşit oluyordu 50 TL’lik bir önlükle. Şimdi durum öyle mi olacak? Sanki her alanda koşulsuz bir özgürlüğümüz varmış gibi mesele okuldaki kıyafet serbestiyetine dayandı. Peki bu uygulama örnek teşkil edip diğer kurumlara sıçrarsa ne yapacağız? Belki de kademeli olarak amaç budur.

Türkiye’de aslında hiçbir siyasi partinin başörtüsüne bir karşıtlığı yok. Burada mesele yaşı itibariyle kendi kendine karar veremeyecek çocukların “iradeleri dışında” örtünmeye mecbur kalmaları. Ya da ekonomik durumlarını ortaya çıkaracak bir ortamın sağlanmış olması. Yoksa 18 yaşına geldikten sonra kendi kararını verip, istediği yaşamı sürebilir. Benzer durum hizmet verenler açısından da geçerli. Bir doktor başörtülü olduğu için erkek hastalara hizmet veremeyecekse mesleğinin gereğini yerine getiremiyor demektir. Ki zaten  özel sektörde birçok kuruluş başörtülü doktorları çalıştırıyor. Buna dair bir engel yok. Burada devlet kurumlarının tutumu önemli bizim için.

Hikayenin başına yani cumhuriyetin ilk yıllarına dönersek Mustafa Kemal bugünleri görmüşcesine Ekim 1925 yılında İzmir’e doğru giderken Akhisar’da yaptığı konuşmasında: “Devrimlerin temellerini hergün derinleştirmek, güçlendirmek gerekir. Birbirimizi aldatmayalım. Uygar dünya çok ilerde. Ona yetişmek , o uygarlık dünyasına girmek zorundayız” demiş. (Aktaran, T. Özakman, 2010.)

Evet, Mustafa Kemal’in dediği gibi “birbirimizi aldatmayalım”. Örtülü niyetlerimize çocuklarımızın ikballerini karıştırmayalım. Bizim meselenin özünü anlamamız lazım. Yoksa hiç kimsenin, özellikle sosyal demokrat görüşü savunan hiç kimsenin kişinin yaşam tarzına yönelik kısıtlamalara taraf olması beklenemez. Ama küçücük çocukların haklarına kendi siyasi ihtiraslarımız için müdahil olamayız. Olmamalıyız. Aksi takdirde tarih bunun hesabını hepimizden elbet birgün sorar.

27 Kasım 2012 Salı

AH VALİM




Bizim valiler bir başkadır doğrusu. Görevleri icabı çoğu kez iktidarın izlediği yola ayak uydurmak zorundadırlar. Arada bazı radikaller çıkar, onlarda efsane olur zaten gönüllerde. Kürt sorunu meselesinde bazı valilerimiz birbirinden seçkin açıklamalar yaptılar. En son Siirt valimiz Öğretmenler Gününde :  "Bugün bir çocuğun dağa çıkması bizleri derin bir şekilde üzüyor. Allah korusun bir çocuk dağa çıktığı zaman bunun vebalini yüreğinizde hissetmeniz lazım. O çocuğa ben bir şeyler verseydim o çocuk dağa çıkmazdı demeniz lazım. Bu konuda bizimde suçumuz var, müdüründe suçu var, öğretmeninde suçu var” demiş. Gazetelerde bu açıklamayı “ezber bozan” diye tanımlamış. Hangi ezber bozuldu anlayamadım? Bir doğu ili valisi, hükümetin Kürt açılımı istikametinde devletin öğretmenini, çocukların dağa çıkmasında suçlu buluyor. Bana sorarsanız konjonktüre çok uygun bir açıklama.  Ezber bozduğu filan yok. Ezber bozmak istiyorsanız bu açıklamayı batıda yapacaksınız. Yapabiliyorsanız eğer... Sayın vali haksız değil elbet. Dağa çıkan her çocukta birilerinin suçu var.  Ama bu suçlular kesinlikle öğretmenler değil. Bir çok doğu ilinde öğretmenlerin hangi koşullarda görev yaptığı ortada. Sırf atanabilmek için eşini,evladını başka bir şehirde bırakıp görev için doğu illerinin köylerine, bucaklarına gelen emekçi öğretmenlerimizi bu şekilde suçlamak, hemde öğretmenler gününde akla mantığa sığmıyor.  

Sırf birilerine sempatik görünmek için sıkıntılar içerisinde görev yapan öğretmenleri mesul tutmak vicdansızlık. Hani başbakan son günlerde Muhteşem Yüzyıl dizisine kafayı taktı ya aslında dönüp bakmamız gereken içinde bulunduğumuz yüzyıldır. 21. Yüzyıl Türkiye’sinde memurların emeklilerin durumu nedir önce ona bakmamız lazım. Bugün çocukların dağa çıkmasında suçlu bulunan(!) öğretmenlerimizin ortalama aylık geliri 1.750 TL’dir. Öğretmenlerimizin %35’i haciz sorunuyla uğraşıyor. 39 Öğretmen atanamadığı için intihar etmiş. Milli Eğitim Bakanlığı'nın şu anda 55 bin, önümüzdeki birkaç yıllık süreçte de toplam 126 bin öğretmen ihtiyacı var. Ama şu anda 264 bin üniversiteyi bitirmiş ve öğretmen olabilecek aday, kadro bekliyor. Yani, bakanlığın ihtiyacının iki katı. Bu bir trajedidir. Tüm bu yoksunluklar içerisinde görev aşkı ve geçim derdiyle doğuya giden öğretmenlerde teröre teşvikle suçlanıyor. Kimse kusura bakmasın böyle ezber bozulmaz. Doğu illerinde terör mevzusunda tek sorumlu devleti kılmak ezberin ta kendisidir. Hemde yıldıran, yıkan bir ezber.

Elbette devletinde bu konuda hataları çoktur. Ama günahın büyük kısmını belli bir gruba yıkmak en basit tabirle adil değildir. Şimdi ben valimize sormak istiyorum: Tüm bu maddi manevi imkansızlıklar içerisinde görev yapan öğretmenlerimiz ne yapsınlar? Seslerini, dertlerini nasıl duyursunlar? Dağa mı çıksınlar? O zaman sizin gözünüzde mağdur olurlar mı Sayın vali?

20 Kasım 2012 Salı

UMUDA DAİR


Maya takvimine göre 21 Aralık’ta yeni çağa geçecek olan insanoğlunun bir felaket yaşayacağına inanılıyor. Bana sorarsanız biz o felaketleri uzun süredir yaşıyoruz. Yeni bir çağ açılıyor. Öfkeyle, kinle, savaşla bezenmiş vahşi bir çağ. Özellikle ortadoğu ülkeleri üzerinden yeni haritaların çizilmeye çalışıldığı, etnik ve din kökenli çatışmaların tetiklendiği, insanların ayrıştırıldığı, kutuplaştırıldığı ve bunun üzerinden emperyal güçlerin nemalandığı namussuz bir çağ başlıyor. Rahmetli Uğur Mumcu bu ayrışmaları yıllar evvel yazmıştı. Bir yandan İslam’ı diğer yandan etnik kökeni kullanarak ayrıştırılacağımızı yıllar evvel kaleme almıştı. Belkide bu yüzden erken kopardılar onu bizden.

Türkiye bu iki mesele üzerinde aslında cayır cayır yanıyor, kavruluyor. Açlık grevlerinin Öcalan tarafından durdurulmasına “çok şükür” diyen hükümet yetkilileri, Suriye’de esir bir gazetecinin CHP heyetinin çabalarıyla Türkiye’ye getirilmesine “manidar” diyor. Manidar demelerinin alt niyeti Esad’la etnik bağa temas etmeleri. Ne acı bir yorum. Aslında manidar olan çok şey yaşanıyor güzel memleketimizde. Ama esas meseleler hep gözden kaçırılmaya, hedef saptırılmaya çalışılıyor. Açlık grevleri göstermiştir ki artık Kürt Sorununda vakit tükendi. Hükümetin seçim önü zaman kazanmak ve seçimi başarıyla atlatmak üzere yaptığı Oslo görüşmelerinin suyu kaynadı. Şimdi artık Kürtçe yayın yapan kanalla, sanatçıları toplayıp yapacakları kahvaltılarla kotaramazlar durumu. Bundan 3 ay evvel hergün kanlı saldırılarla terör gündemimizdeydi. Şimdi konu bir üst boyuta taşındı. Artık hükümet direk muhattap alınmak isteniyor. Hükümet ise gözleri CHP’nin üzerine çevirmeye çalışıyor. Hemde mezhep üzerinden. Suriye temaslarına manidar diyerek, açlık grevlerinin tek bir emirle nasıl bitirildiğini görmezden gelmeye çalışıyor.

Bize neler oluyor anlamak mümkün değil. Biz bu noktalara hangi yanlış öğretilerle getirildik? Mozaik neden parçalanıyor? Biz neyi beceremedik? Birbirimizi anlayamadık mı? Yoksa tam anlayacakken aramıza nifak mı sokuldu? Birçoğumuzun ailesinde farklı etnik kökenlerden gelen akrabalarımızla yıllardır sorgulamadan, kardeşçe yaşarken bu sorguyu  aramıza kim soktu? 80 Sonrası bilinçli işletilen bu ayrışma politikasına hepimiz alet olduk. Diyarbakır Cezaevinde körüklenen bu öfkeye yenik düştük. Umudu kaybettik, acıya döndük yüzümüzü.

Cemal Süreya ne güzel demiş şiirinde: "Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu, Namussuz bir çağ bu biliyorsun…”
Çağ namussuz hakikaten onu biliyoruz. Ama son umut hala tükenmedi. Yeni bir iklim yaratma çabasıdır umut. Bazen sadece inanmak tüm engelleri aşmak, umuda uyanmak için yeterlidir. Artık sabahlar umuda yüzünü dönmüyor biliyorum. Ama bu makus talihi kırmak bizim elimizde. Hükümetin bu konuyu körükleyecek girişimlerden vazgeçmesi gerekiyor. Böyle ümitsiz bir ayrışmayla gidersek korkarım ki memleketimiz hiçbirimize yar olmayacak. Korkarım ki.



18 Kasım 2012 Pazar

TUTSAKLIK


Geçenlerde bir gazetede Oda Tv davasından 21 aydır hapis yatan gazeteci Soner Yalçın’ın oğlu Aren’in verdiği röportajı okudum. 12 Yaşındaki Aren’in anlattıkları inanılmaz etkileyici. Şu anda Silivri’de yatan nice tutuklu yakınlarının yaşadığı birbirine benzer dramlar. Babasını 700 günde toplam 1 gün saati kadar görebilmiş bir evlat. Hatıralarını aklında canlandırmakta dahi zorluk çekiyor. Pazartesi günleri sadece 10 dakika duyabiliyor babasının sesini. Ne acı.

Benzer bir trajedi Mustafa Balbay cephesinde de yaşanıyor. O Silivri’de tutuklu bir milletvekili. Belkide onun yaşadıkları daha ağır. Balbay 3.5 senedir tutsak. Tutsak diyorum çünkü bu tutsaklıktan başka birşey değil. Eşi Gülşah Balbay’ın geçenlerde facebook’da paylaştığı anısı hepimize hüzne boğdu. Balbay’ın 3,5 yıldır taktığı saati Silivri rutubetine dayanamamış, bozulmuştu. Hapis koşullarını siz düşünün artık. Metal dahi dayanmıyor. Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan 1 sene tecrit altında tutuklu kaldılar bildiğiniz üzere. Balbay’ın tecritteyken yazdıkları hala hafızamda: “Hücrenin demiri irademizi, betonu da savunduğumuz değerlere ve size olan inancımızı simgelemektedir. Bugünler geçecek, asıl olan özgürlüğe hazır olmak. O güzel günde buluşmak dileğiyle”. Balbay tecritteyken bile ümidini diri tutmaya çalışıyor.

Tecrit kim için uygulanırsa uygulansın bir insanlık suçudur. Bu tartışılmaz bir gerçek. Yeri gelmişken son günlerde gerçekleşen açlık grevlerinde bambaşka trajediler yaşanmakta. Açlık grevi yapan vatandaşların talepleri malum; anadilde savunma ve Öcalan’ın tecritten çıkarılması.  Anadilde savunma için hükümet bir adım attı. Tecrite gelince. Kişiye özel yasaya, kanuna, uygulamaya külliyen karşıyım. Mesele insan haklarıysa bu herkes için uygulanmalı. 12 Yaşındaki çocuklar cezaevlerinde tecavüze uğrarken sessiz kalanlar şimdide sussunlar. Ya da Balbay tecritteyken içten içe mutluluk yaşayanlar hiç konuşmasınlar. Ama elbirliğiyle tüm cezaevlerimizi insani koşullara taşıyacaksak bunun için taşın altına elimizi koymaya hepimiz hazırız.  Dünya standartlarında insani tutukluluk hakkına herkes sahip olmalı. Bu ayrıcalık sadece bir kısım insana tanınırsa o da faşizmin ayrı bir türüdür ki her türlüsüne karşıyım.

Aydınlar, gazeteciler, yazarlar,askerler tam olarak ne ile suçlandıklarını dahi bilmeden yıllardır tutuklular. Ülkemiz özgürlüklerin pranga altına alındığı çok sıkıntılı günlerden geçiyor. Biz yine Balbay’ın sözleriyle içimizdeki ümidi yaşatmaya devam edeceğiz. 21 Ağustos 2012 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısında: “İnsanı bir tek kişi yenebilir; o da kendisidir. İnsan, ancak “yenildim” dediği an, yenilmiştir” diyor Balbay. O yüzden her ne yaşarsak yaşayalım “yenildim” demek yok. Özgürlük ve demokrasi mücadelesi zordur, çetindir. Bu yolda emin adımlarla yürümek gerekir. Tüm Silivri tutsaklarına selam olsun. Bir an evvel özgürlüklerine kavuşmaları dileğiyle…

14 Kasım 2012 Çarşamba

17 EVLAT


10 Kasım sabahı ulus olarak Önderimiz Mustafa Kemal’i anarken Siirt’in Pervari ilçesinde düşen helikopterde 17 şehit verdiğimizin haberi geldi. Haberi aldığımda uzunca bir süre sessiz kaldım. Konuşamadım. Artık söylenecek tüm kelimeler kifayetsiz kalmıştı. Anlamsızdı. 17 Evlat, 17 genç fidan toprağa verilecekti. Anasının, evladının, yarinin kucağı dururken toprağa sarılacaktı genç bedeni.

17 Al bayraklı cenazeyi sabah manşetlerde görünce isyan edesim geldi. Evet bu bir kazaydı. Ama tüm bu acılar neden çekiliyordu? Yaşları henüz yirmilerinde gençler neden can veriyordu? Haberlerde genç askerlerin evlatlarıyla çekilmiş fotoğraflarını, sevdiklerine yazdıkları şiirleri, nişanlılarını, eşlerini, analarını, babalarını izledik gözyaşlarıyla. Kimisi ardında 3 aylık hamile, kimisi 20 günlük eşini bırakmıştı. Elleri kınalı henüz.

Bir şehit cenazesi esnasında şehit babası “iktidara hakkımı helal etmiyorum” dedi. Bu söz beni 2011 Haziran’ında Van’da PKK’lı teröristlerle girilen çatışmada şehit düşen Astsubay Erkan Durukan’ın cenazesine götürdü. İzmir Karşıyaka’da Bostanlı Camiinde şehidin eşi Emine Durukan, "Seni vatana helal etmiyorum” demişti. Bu bir ilkti. Ezber bozulmuştu. Sevdiğini vatana helal etmiyordu Emine öğretmen. Gözü yaşlı iki evladıyla kabullenemiyordu bu vefatı. Bütün haberler uzun uzun vermişti bu isyanı. Ben o günü hiç unutamam. Aslında kral çıplak demişti. Bu canlar vatan uğruna mı gidiyordu? Ya da bu gidişler vatana değer mi katıyordu?

Ardında binlerce soru var terör meselesinin. Ama sanıyorumki bir gerçeği görmek lazım. Silah tutmayı bilmeyen, anasının ocağından yeni kopmuş, yeni öğretmen olmuş, mühendis olmuş, askerlikle hiç tanışıklığı olmayan gençlerin terörle mücadelede yeri olmamalı. Artık Türkiye terörle mücadelede yeni bir yol haritası çizmeli. Eğer ki Oslo görüşmeleri yapılıyorsa o zaman beri taraftan sınır karakollarında günahsız evlatlar kurban edilmemeli. Ben terör uzmanı değilim. Ama bir erkek evlat annesiyim. Can veren her gençte oğlumdan bir parça görüyorum. Ana yüreğim sıkışıyor. En zor büyüyen canlı insan evladı. Bir ananın emekleri geliyor aklıma. İsyan ediyorum. Verilen canların yaraya merhem olduğuna inansam… Ama inanmıyorum. Terörü kısa sürede çözemeyeceğimiz ortada. Madem öyle o zaman tehlikeli bölgelerde profesyonel askerler görev almalı. Sınır karakolları açık hedef olmaktan çıkarılmalı. Bu stratejileri belirlemek benim işim değil. İşi bu olanlar acil çözüm bulmalı.

Memleketin bir tarafında terörist başının hapis koşullarının iyileştirmesi için açlık grevi yapanlar, beri tarafında şehit cenazeleri. Böyle bir kutuplaşmaya biz nasıl sürüklendik? Bunun sonu nereye varacak? Çözüm için neler yapılıyor? İdam naraları atan başbakanın meseleyi götürmek istediği nokta nedir? İdam şimdiye kadar hangi derdimize derman oldu? Aksine. Geçmiş yıllardaki idamlar, bir tarafta devrimci fidanların yok yere canını alırken, öbür tarafta kusurlarla dolu bir başbakandan efsane yarattı.

Şimdi toprağa yeni girmiş genç şehitlerin üzerine yağmur yağıyor geceleri. Bir gül fidanı mezarının üzerinde yeşeriyor. Sebepsiz genç bedenler toprakta yatıyor gecenin soğuğunda. Sebepsiz.

9 Kasım 2012 Cuma

10 KASIM




Her 10 Kasım zordur. Bir ulus yeniden hafızasında canlandırır Mustafa Kemal’i ve hüzün yağar gökyüzünden her 10 Kasım’da. Hep yağmurludur hava ve soğuk. Tıpkı yüreğimiz gibidir. Saat 09.05’de çalan sirenler aslında gönül birliğinin sembolüdür. Aynı yolda, aynı hüznü paylaştığımızın bir işaretidir. Gideni geri getirmek mümkün değil tabi. Ama söz konusu Mustafa Kemal olduğunda varlığını daimi kılmamız devrim ve ilkelerini yaşatmamızla mümkün. Büyük devrime ve cumhuriyet kazanımlara sahip çıkarak, cumhuriyeti bu topraklar üzerinde daimi kılarak Mustafa Kemal’i yaşatmaya devam ediyoruz. Edeceğiz.


Yeri geldiğinde yazılarımda bahsederim devrimlerin sürekli gelişim isteyen eylemler olduğunu. Bizler devrimleri sadece koruyup kollamakla değil, geliştirip çağın koşullarına uygun seviyeye  getirmeklede mükellefiz. Mustafa Kemal Atatürk her alanda reformist düşünce yapısıyla tüm değişimlere açık bir bakış açısına sahipti. O’nun için temel olan ülkenin hızlı kalkınması ve batının refah seviyesine erişmesiydi.

Vefatına çok yakın zamanlarda ülke ekonomisinin gidişatını yavaş bulduğunu, tam olarak liberal ekonomi diyemesekde ılımlı devletçilikten yana olduğunu hepimiz biliyoruz. 1929 Yılında yaptığı bir konuşmada “Türkiye Cumhuriyetini idare edenlerin, demokrasi esasından ayrılmamakla beraber mutedil (ılımlı) devletçilik prensibine uygun yürümeleri, bugün içinde bulunduğumuz hallere, şartlara ve mecburiyetlere uygun olur. Bizim takibini muvafık gördüğümüz mutedil devletçilik prensibi; bütün istihsal (üretim) ve tevzi (dağıtım) vasıtalarını fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden sosyalizm prensibine müstenit kollektivizm yahut komünizm gibi hususi ve ferdi iktisadi teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan bir sistem değildir” diyerek ılımlı devletçilik ilkesini tanımlamıştır. Aslında Mustafa Kemal’in ılımlı devletçiliği savunmasının altındaki temel neden o günün koşullarında emperyalist güçlerin müdahalesine karşı bir savunma içgüdüsüdür.


Mustafa Kemal’e göre ülke kalkınmak için hızla sanayileşmeliydi. Bu konuda yapılması gereken hamlelere açıktı. İş Bankası onun gözünde bir başarı örneğiydi. Mustafa Kemal’in kadim dostu İsmet İnönü ise ekonomide daha ziyade tam devletçilikten yanaydı. İkisi ortak akılla ülke için en iyi yolu bulmaya çalışıyordu. 1937 Zor ve sıkıntılarla dolu bir yıldı. Atatürk’ün yol arkadaşı İsmet İnönü 20 Eylül 1937’de başvekillik görevinden ayrılmıştı. Yerine Celal Bayar gelmişti.

Atatürk’ün sağlığı bu sıralar hızla bozuluyordu. Sağlığı bozuluyordu fakat teşhisinde de geç kalınmıştı. 1938 Yıllarının başında teşhis edilen hastalığı Mart ayından itibaren hızla ilerlemişti.

Zorluklarla ve yoklukla kurulmuş cumhuriyetin ekonomik sıkıntıları, ülke içi ayaklanmalar-isyanlar, Hatay sorunu Mustafa Kemal Atatürk’ün en hasta olduğu döneme denk gelmişti. Ve henüz ülke için yapacağı çok iş varken, 10 Kasım 1938’de gözlerini yaşama yumdu. Geriye çok çetin bir mücadele sonucunda kurduğu Cumhuriyet, devrimleri ve ilkeleri bizlere miras kaldı. Ölümünden 74 yıl sonra Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü saygıyla anıyoruz. Türkiye Cumhuriyet’ini yaşatmak ve ulus devletin bütünlüğünü korumak için fikri yolundan yürümeye devam edeceğiz. İlelebet.

6 Kasım 2012 Salı

KARAOĞLAN





Vefatından 5 ay evveldi. Eşinin ve korumalarının ısrarlarına rağmen "Fikirlerini paylaştığımız bir kişi. Gitmemiz gerek" diyerek Danıştay saldırısında yaşamını yitiren hâkim Mustafa Yücel Özbilgin'in cenaze törenine katıldı. O görüntüler hala hafızamdadır. Hastaydı. O yıllarda hatırlarsınız kimi gazeteler şer odaklarına aydınları hedef gösterirdi manşetlerinde… Danıştay saldırısıda onlardan biriydi. Bülent Ecevit nam-ı diğer “Karaoğlan”ın yüreği bu saldırıyı kaldırmamıştı. Her zaman ki cesur duruşuyla o cenazedede yerini aldı. Üzüntüye dayanamadı. Cenaze dönüşü arabada içi sıkıldı. Dondurma yemek istedi. Koruması "Terlediniz, yoruldunuz. Eve gittikten sonra alsak" derken, Ecevit "Kırk yılda bir canım dondurma istedi. Bir dondurmayı bana çok gördünüz" diyerek ısrar etti. Israrı karşılığını bulmuştu. Dondurmasını yedikten sonra eve gitti. Evde fenalaştı. Cenazeden üç saat sonra beyin kanaması geçirdi. Ve 5 ay sürecek sıkıntılı bir döneme girdi.

5 Kasım halkçı lider Bülent Ecevit’in ölüm yıldönümüydü. Hep birlikte onu ne kadar özlediğimizi idrak ettik. Belki birçok siyasetçi kendi iç hesaplaşmasını yaptı o gün. Ona yaşarken ihanet edenler, acımasızca eleştirenler… Bugün yaşadıklarımızla değerini daha iyi anlayanlar. Siyasi geçmişi hep dik duruşu ve halktan emekten yana tavrıyla doluydu Karaoğlan’ın. CHP 2. Genel Başkanı rahmetli İsmet İnönü’nün genel sekreterliğini yaptığı dönemde “Ortanın Solu” hareketiyle başlayan, 70’lerde sosyal demokrasiyle harmanlanan siyasi yolcuğu Kıbrıs Barış Harekatıyla taçlandı. Emperyalist güçleri dinlemezdi Karaoğlan. Gücünü köylüden, memurdan, emekçiden alırdı. Karaoğlan adını da Kars’ın Susuz ilçesinde yaşayan Şaşo Hala’dan almıştı. Hikayenin detayları Şaşo Halanın torunu gazeteci Barış Yarkadaş’ın “Hepsi Yaralar Sonuncusu Öldürür” isimli kitabında mevcut. 1972 Yılında Ecevit'i karşısında gören Şaşo Hala (Şahzade Şahin), CHP'nin yeni genel başkanı seçilen Bülent Ecevit'in boynuna sarılarak ''Kurtar bizi bu dertlerden ay Garaoğlan'' dedi. Böylece başladı Karaoğlan efsanesi.

Karaoğlan’ın Kıbrıs Barış Harekatı sonrası emperyalist güçlere kafa tutarken yaptığı tarihi milliyetçilik tanımı hala hafızalarımızdadır. “Biz Demirellerden, Türkeşlerden milliyetçilik dersi almayız.
Sevgili kardeşlerim;
Biz milliyetçiliği; sokak duvarlarına değil,
Kıbrıs’ın topraklarına,
Ege’nin deniz yataklarına yazmışız.
Biz milliyetçiliği batı anadolunun haşhaş tarlasına yazmışız” diyerek milyonların gönlünü yeniden fethetmişti Bülent Ecevit.

İşte ölüm yıldönümünde görsel ve sosyal medyada, açılışlarda, kabri başında sözleriyle, siyasi çizgisiyle böyle özlemle anıldı Karaoğlan. O yıllarda doğan erkek çocuklarına “Umut” adı verilirdi çokca. Umudun adıydı çünkü Ecevit. Ve umuda ihtiyacı vardı memleketin. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi.

Bülent Ecevit siyasetçi olduğu gibi şairdi de aynı zamanda. “Uyum” adlı şiiriyle Karaoğlan’ı tekrar özlemle ve saygıyla anıyorum.

Boşluğa bulut buluta yağmur
Yağmura toprak ne güzel uymuş

Gündüze güneş güneşe tarla
Tarlaya başak ne güzel uymuş

Başağa buğday buğdaya insan
İnsana emek ne güzel uymuş

Emeğe eylem eyleme yürek
Yüreğe sevgi ne güzel uymuş.




SOSYAL YAPI VE GÖRSEL MEDYA


Bu hafta siyasetle dolaylı yoldan ilintili fakat gündelik yaşantımızla çok içiçe bir konuyu yazmak istedim. Ben yıllardır dizi izlemiyorum. En son yüksek mahalle baskısıyla Aşk-ı Memnu’yu izlemiştim. Keyifliydi ne yalan söyleyeyim. Birde Avrupa Yakası vardı. Ara ara gülmek için izlerdim. Dizi kültürüm çok derin değildir. Fakat sosyolojik açıdan meselelere bakmayı sevdiğim için şifa niyetine her diziden 10 dakika izlemeye çalışırım. Ne mesaj veriyor anlamak için.

Televizyon uzun zamandır örtülü mesajlarla toplumu şekillendiren bir araç. Televizyonların lokomotofide diziler oldu. Özellikle son 10 yılda insanların sosyal hayatı maddi imkansızlıklardan neredeyse sıfıra inince tek eğlence televizyon kaldı. İnsanlar haksız da sayılmaz. Bugün ailecek bir alışveriş merkezine gitmeye kalksanız yemesi, içmesi, gidişi gelişi hayli külfetli. Eh hal böyle olunca cümleten dizilere boğulduk. Ve aslında farkında olmadan da yeni bir toplum yapısı şekillenmeye başladı diziler aracılığıyla. Şimdi diyeceksiniz ki hepimiz Aşk-ı Memnu’yu izledik de o yaşam tarzını özümsedik mi? Hayır ama bilinçaltımızda kanıksadık. Artık 3. sayfa haberleri bizi daha az şaşırtır, daha az etkiler oldu. Artık çarpık yaşantılara, ölümlere, katliamlara daha az duyarlı olduk. 

Benim çocukluğumda çok naif diziler vardı. Örneğin “Bizimkiler” dizisi. Hatırlarsınız bir apartmanda geçen bir hikayeydi. Apartman mensupları hep düzgün ailelerdi. En kötü huylusu arada bira içen Cemil’di... Ne kadar saf kusurları vardı. Genellikle aile odaklı diziler yapılırdı 90’lı yıllarda. Perihan Abla, Ferhunde Hanımlar, Süper Baba... Dizilerin isimlerinden de anlaşılacağı üzere baba, bacı, hanım, kardeş hep aile vurgusu vardı. Dizilerin içindeki örtülü mesajlar hep orta sınıf aile yaşantılarını konu alırdı. Orta halli memur, müdür, öğretmen yaşamlarını izler, halimizden memnun mesut yaşardık.
Son 7 yıldır televizyon aracılığıyla tuhaf bir yaşam tarzına öykünmeye başladık. Artık diziler saraylarda, yalılarda, köşklerde, bol para, hizmetçiler, aşiretler, örfler-töreler, haremler, ağalar eşliğinde kurgulanıyor. Hele şimdi mutasıp diziler çıkmaya başladı ki artık çorbaya döndü ekranlar. Ortaya çıkan tablo muhteşem arabesk bir yapı. Zaten artık kentlerimizin mimari yapısı da çok arabeskleşmeye başladı. Bu salgın hastalık gibi her yere yayılıyor. Arabeskten kastım arap yapısıyla özdeş.

90’lı yıllarda tartışma ve siyaset programları saatlerce insanları ekrana kilitlerdi. Sabahlara kadar süren Siyaset Meydanı, Ceviz Kabuğu, A takımı gibi programları 5-6 saat aralıksız izler, dönemin aydınlarını entellektüellerini tanıma şansına sahip olurduk. Fikirlerle harmanlanırdık saatlerce. Hemde her türlü karşıt görüşlü kişileri de görebilirdik ekranlarda. Peki ya şimdi? İktidara yakın 3-5 isim her kanalda benzer programlar yapıyor. Farklı görüşlerdeki aydınlar ekrana çıkamaz oldu. Çıksalarda pişman ediliyorlar adeta.

Sözün özü ekranlar vasıtasıyla aslında özümüzden çok uzak bir yapıya dönüştürülüyoruz. Bu yapı kolay yoldan zenginliğe öykünen, yaşamın gerçeklerinden uzak, tek tip görüşü savunan tuhaf bir yapı. Çağın değişen koşullarına elbet ayak uyduracağız. Buna itiraz etmiyorum. Ama oluşturulan sosyal yapı kadına, emeğe, mutluluğa değer vermeyen materyalist bir genetiğe sahip. Burada en büyük tehlike yeni yetişen nesiller için geçerli. Bu öğretiyle büyüyen çocuklarımızı bekleyen yarınlardan korkar oldum. Ya siz?

2 Kasım 2012 Cuma

CUMHURİYET DİRENİŞİ


Devrimin 89. yılında, cumhuriyete gönül verenler olarak bayramımızı kutlamaya çalıştık. Çalıştık diyorum çünkü bu bir kutlamadan ziyade bir direnişti. Özellikle İstanbul, İzmir ve Ankara’da yoğun katılımla milyonlar sokağa döküldü. Engel ve yasak tanımadı cumhuriyet aşkı. Öyle ya aşk bu engel tanır mı? Bağımsızlığının değerini bilen milyonlar, bağımsızlığın timsali bayraklarını alıp sokaklara döküldüler. İzmir ve İstanbul’dan Ankara’ya kalkan otobüslerin eften püften nedenlerle hareketinin engellenmesiyle başladı gerginlik. Sonraki sabah yaşanacakların habercisiydi bu engeller adeta. Ankara’daki yürüyüşte ise biber gazı, tazyikli su, polis barikatları ortalığı adeta savaş alanına dönüştürdü.

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun barikatların bulunduğu yere gidip, barikatları aşması halka güç verdi. Benzer şekilde hemen hemen tüm CHP milletvekilleri halkla birlikte yürüyüşteydi. Birçoğu biber gazına maruz kaldı. Cumhuriyet Bayramından 1 gün sonra ise Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı,29 Ekim’de bazı sivil toplum örgütleri ve siyasi partiler tarafından Birinci Meclis önünde başlatılan ve valiliğin izin vermediği 'Cumhuriyet yürüyüşü' ile ilgili soruşturma açtığını duyurdu. Soruşturma, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu'na muhalefet suçu kapsamında yürütülecekti. İnanılır gibi değil öyle değil mi? Cumhuriyet Başsavcılığı Cumhuriyet Yürüyüşüyle ilgili soruşturma açıyor. Ne ironi… Aslında ironinin en büyüğü cumhuriyetle yönetilen bir ülkede cumhuriyet  yürüyüşlerinin ve çelenk koymanın yasaklanması.

Aslında tüm bu gelişmeleri basından takip etmişsinizdir. CHP’nin cumhuriyetin yılmaz savunucusu olduğu aşikar. Fakat aslında görünen tüm bu trajedinin arkasında başka gelişmelerde yaşandı. 29 Ekim’de Cumhurbaşkanının valiyi çağırarak meseleyi çok germemesini yani gerekirse barikatları kaldırmasını ima eden bir konuşma yaptığı basına yansıdı. Ardından başbakan yaptığı açıklamada barikatları kaldırın emri vermediğini beyan etti. Başbakan konuşmasında ; “Bu ülkeyi çift başlı bir yönetimle bugüne kadar getirmedik. Benim görevim bellidir, sayın cumhurbaşkanının görevi bellidir” diyerek perde arkasındaki gerginliğide ortaya çıkarmış oldu. Nice yazılarımda başbakanla cumhurbaşkanı arasındaki sıkıntıları aktarmıştım. Tüm bu süreçtede cumhurbaşkanının halk nezdinde daha demokratik görüntü çizeceği ve yaklaşan seçimlerde kendine ciddi bir kamuoyu oluşturacağını da yazmıştım. Seçimler yaklaştıkça bu iki başlılık daha çok su yüzüne çıkacak.
Ulus olduğumuzun bilinciyle kutladığımız bir milli bayramımızı hafızalarımızdan silinmeyecek görüntülerle geride bıraktık. Halk bayramına sahip çıktı. Tüm engellemelere rağmen. Sahip çıkmayanlarda bilmelidirler ki onlara yaşantılarındaki tüm özgürlüklerini “Cumhuriyet” sağlamaktadır. Hem cumhuriyetin tüm nimetlerinden sonuna kadar faydalanacaksınız hemde onun karşısında duracaksınız. Sizin bu yaptığınızı üvey evlat yapmaz. Yaşanan tüm olumsuzlukları çelebi ruhuyla sinesine çeken bu halkın hassas değerleriyle çok oynamamak lazım. Niceleri hiç gitmeyeceklerini sandılar. Ama yok olup gittiler. Benden söylemesi.


CHP RÜZGARI



CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu 2-3 Kasım tarihlerinde İzmir’de olacak. 2 Kasım Cuma günü (dün) Aliağa, Menemen ve Karşıyaka’yı ziyaret edip akşamına İzmir Ticaret Odası’nın meclis toplantısına katılıp, 3 Kasım Cumartesi günü ise Tire, Torbalı, Narlıdere, Bornova, Kemalpaşa ve Gaziemir’i ziyaret edecek. Sayın Kılıçdaroğlu’nun her İzmir’e gelişi İzmir’de CHP rüzgarlarının esmesine neden oluyor. Aslında İzmir’de bu rüzgar hiç dinmiyor. Ama Genel Başkana İzmir halkının sevgisi çok büyük. Aynı derecede güvenide.

Yaklaşan yerel seçimlerde İzmir’in önemi çok büyük. Gerek büyükşehir belediyesinin, gerek 30 ilçenin seçim sonuçları Türkiye’nin geleceğine ışık tutacak. İzmir’de aslında yerel manada AKP varlığı yok. Hem referandum seçimlerinde hem genel seçimlerde sokakta çalışan AKP’li görmek neredeyse imkansızdı. Peki o kadar vekili nasıl çıkardılar derseniz, o tamamiyle makro bir kampanyaydı. En tepedeki mevki ve güç sahibi 3 isim götürdü seçimi: Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Bakan Binali Yıldırım ve Bakan Ertuğrul Günay. Gerisinin katkısı yok denecek kadar az. Başbakan ve iki bakan tüm imkanlarını İzmir’i almak için seferber ettiler. Sonuç malumunuz İzmir’de yine CHP çıktı.

Yerelde de benzer bir taktik uygulayacaklar. Eğer İzmir’e aday olmaya ikna edecek(!) bir bakan bulurlarsa. Biliyoruz ki tüm bakanlar, sınırsız maddi imkanlarına rağmen kaybedeceklerini bildikleri için İzmir’den aday olmak istemiyorlar. 2011 Genel seçimlerinde yapılanları hatırlayın; iki bakan İzmir seçmenine 2 milyon 905 bin 922 adet mektup göndermişlerdi. Söz konusu 3 milyon civarındaki mektubun, baskı ve zarflama giderleri hariç olmak üzere toplam postalama bedelinin 2,5-3 milyon Türk Lirası olduğu tahmin ediliyor. Sadece mektup bedeli 3 milyon TL.! Bu masrafların kim tarafından karşılandığı ise hala bir muamma. PTT indirim yaptı mı? Yaptıysa bu ödeme kim tarafından yapıldı? Henüz bilinmiyor. (CHP İzmir vekili Oğuz Oyan’ın konuyla ilgili soru önergesi mevcut.)

Netice-i kelam bunca kontrolsüz harcamaya dahi İzmir’de sokağa çıkmaya çekiniyorlar. Gittikleri hemen her yerde protesto edildiklerini söylememe gerek yok herhalde. Yani İzmirli hiçbir maddi kaynağa fikirlerini, inançlarını teslim etmiyor. Yerel seçimlerde de çok cetin bir mücadeleye hazır olun. Biz bunu 2011 genel seçimlerinde yaşadık. Genciyle yaşlısıyla tüm örgütümüz, il/ilçe başkan ve yönetimleri, vekil adayları, belediye başkanlarımız ve meclis üyelerimiz sokaklardaydık. Elimizde 41 sözümüz dur durak bilmeden çalıştık. Gevrek-peynir yedik, alınteri döktük. Ama hiç yılmadık. İdeolojimiz, ulus devlete bağlılığımız, CHP’nin sarsılmaz değerleri ve Genel Başkanımıza duyulan güven bizi tekrar İzmir’de iktidar kıldı.

Yerel seçimlerde başarımızı katlayarak yürüyeceğimizden eminiz. Sayın Kılıçdaroğlu’nun İzmir örgütüne sonsuz güvendiğinide biliyoruz. Ama aslında bizim en büyük teminatımız hiçbir güce teslim olmayan İzmir halkıdır. Yüreklerde yanan cumhuriyet ateşi bir kez daha CHP’yi İzmir’de iktidara taşıyacaktır. Türkiye’de iktidar olmanın yolu ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni almaktan geçer. (Ayrı bir yazımda bahsedeceğim.) Ben İzmir’in aydınlık gönüllü insanlarına güveniyorum. İzmir her daim kırmızı, İzmir her daim özgür kalacaktır. İnanıyorum.



1 Kasım 2012 Perşembe

SOLUN SORUNLARI


1985 SAÇAK DERGİSİ
UĞUR MUMCU RÖPORTAJI
Halil Berktay: Sayın Uğur Mumcu; Türkiye'deki sosyalist solun bugün karşı karşıya bulunduğu sorunlar üzerine bu söyleşiye, görece kişisel bir soru ile başlamak istiyorum. Siz, genel olarak solun çeşitli kesimlerinin ya da çeşitli tür sol'ların meseleleri üzerine kafa yoruyor, yazıyor, çiziyor, değerlendirmelerde bulunuyorsunuz. Bu çabanızda zihni öncülleriniz nelerdir? Nasıl bir teorik perspektifiniz var? Bir ideoloji olarak sosyalizm karşısında tavrınızı, tercihinizi sorabilir miyim?
Sosyalizmin evrensel ve ulusal kaynakları
Uğur Mumcu: Bir insan, dünyaya ve topluma sosyalist açıdan bakıyorum diyorsa, önce onun düşünce kaynaklarını incelemek gerekir. Ben kendi kendime şöyle düşünürüm: Sosyalist eğilimli bir insanım - sonra tanımlayacağım, nasıl bir sosyalist görüşte olduğumu. Sosyalizm İdeolojisi evrensel bir ideoloji... Kültür gibi, onun da evrensel kaynakları var. Bu kaynakları incelemeye çalıştım. Ütopik sosyalizmden yola çıkarsınız; Karl Marks, Engels, Lenin, Kautsky, Bernstein, Rosa Luxemburg, Stalin, Sovyet devrimi, bunları incelersiniz. Avrupa sosyalizmini 1830-1848 çalkantısını okursunuz. Avrupa Komünizmini değerlendirirsiniz. Bunlar, evrensel sosyalist kültürün genel kaynaklarıdır ama yalnızca bu yetmez; yaşanan güncel olayları da izlemeniz gerekir, izlemeniz gerekir ki, dünyadaki sosyalist gelişmeleri ya da sosyalizm adına savunulan politikaları yakından bilesiniz.
Asıl ağırlık verdiğim nokta ulusal gerçeklerdir. Ulusal gerçeklerden de kastım şudur: Hiçbir teori, bir ülkede tümüyle uygulanamaz. Örneğin bugün çok yaygın bir deyim olan sosyal demokrasi, gelişmiş sanayi toplumlarının ürünüdür. Gelişmiş sanayi toplumları da bugünkü gelişme düzeylerine, emperyalist sömürü ve sömürgeci yönetimlerle gelmişlerdir. Onun için Türkiye'de "ben sosyal demokratım" diyen bir insanın, herhalde bir Alman sosyal demokratından, bir Fransız sosyal demokratından farklı yanları olması gerekir. O farklı yan anti-emperyalizmdir. Alman sosyal demokratının buna gereksinmesi yoktur. Ya da, ne bileyim, Hollanda'da sosyal demokrat, anti-emperyalizm problemini göz ardı edebilir, çünkü kendisi, diyelim Afrika'da sömürgeci bir ülkeydi. Ya da İspanya'da da bu böyledir. Çok farklı yansımalar gösteri siyasal düşünceler.
Onun için ben, öncelikle sosyalizmin bir "bağımsızlık sorunu" olduğunu düşünüyorum. Tabii ki burada en büyük güçlük, Sovyetler'in burnumuzun dibinde olmasıdır. Sovyetler'e komşu bir ülke olmamız ve Sovyetler'in paralelinde bir sosyalist akımın Türkiye'de şu veya bu ölçüde var olmasıdır. Türkiye'deki kronik anti-komünizm, soldan söz eden herkesi Moskova doğrultusunda saymak ister. «Zıtların birliği- kuralı burada da işler: Sovyetler de bunu ister: Yani, Sovyetler de Türkiye'deki solun kendi paralelinde olmasını ve görülmesini ister. Burada bir birlik vardır.
Onun için ben Türkiye'nin hem yaşamsal sorunu hem kişilik sorunu olarak bağımsızlığı, sosyalizmde de bağımsızlığı ön plana alıyorum. Bunun içindir ki Kurtuluş Savaşını, Kuvayı Milliye ruhunu benimsiyorum. Türkiye solu, Kuvayı Milliye ruhundan yola çıkmalıdır. Dünyadaki çağdaş gelişmeleri, dünyayı bugünkü uygarlık aşamasına getirmiş düşün kaynaklarını inceleriz, bundan so¬nuçlar çıkarırız; ama Ulusal Kurtuluş savaşımızı da hareket noktası sayarız. Özetlersek: Bir çağdaş sosyalist kültür, artı ulusal kültürümüz, Kurtuluş Savaşı'nın anti-emperyalist ruhu.
Kemalizm ve Sosyalizm: örtüşmeleri, farklılıkları
Halil Berktay: Türkiye kültüründe dayanacağımız unsur ya da tarihî kazanımlarla ilgili, ayrı ayrı yönlerde iki sorum olacak, şu söylediklerinizden sonra. Bir kere, anladığım kadarıyla siz, bu geçirdiğimiz son beş yılda yaygınlık kazanan, Türkiye tarihindeki büyük devrimci atılımları, örneğin Jön Türk Devrimini ve ittihat ve Terakki'yi, ya da Kurtuluş Savaşını küçümseme veya Osmanlının devamı gibi görme tutumuna pek katılmıyorsunuz...
Uğur Mumcu: Katılmadığım gibi, çok karşıyım bu görüşlere; yanlış buluyorum.
Halil Berktay: Kendi payıma, sizin dediğiniz gibi evrensel bir düşünce olarak sosyalizmin bütün teorik kaynakları ve pratik tecrübelerinden beslenen, ama kafaca ideolojik bağımsızlığı koruyan ve kendini sadece Türkiye halkına, Türkiye isçi sınıfına sorumlu sayan bir Türkiye sosyalizminin, tarihimizdeki bağımsızlık, demokrasi ve toplumsal ilerleme yönündeki bütün ilerici atılımları ile bunların kazanımlarına sonuna kadar sahip çıkması gerektiğine, ben de katılıyorum. Ama öte yandan, acaba en büyüğü Kemalist önderlik altındaki Türk Devrimi olmak üzere, tüm bu atılımların ideolojik doğrultusu ve sınıfsal temeli ile, sosyalizmin sınıfsal temeli ve uzun vadeli perspektifleri arasında, son tahlilde gene de bir ayrım yok mu? Bu meseleyi nasıl çözeceğiz?
Uğur Mumcu: Şimdi, önemli olan, ayrılıkların mı, benzerliklerin mi çok olduğu... Elbette Kemalizm ile Sosyalizm aynı şeyler değil. Fakat aynı denizlere akan nehirler gibidir Kemalizm ve Sosyalizm, bizim anladığımız bağımsız sosyalizm. Niçin? Elbette Kemalizmi kendi koşulları içinde değerlendiriyoruz. Kurtuluş Savaşı işçi sınıfı öncülüğünde yapılmış bir savaş değil; asker-sivil aydınlar öncülüğünde yapılmış ve halk tarafından desteklenmiş, örgütlenmiş bir savaş. Öyleyse, Kemalist devrimlerden bir sosyalist devlet modeli çıkarmak mümkün değil. "Kemalizm eşittir sosyalizm" diye tanımlamak da mümkün değil. Burada anlaşıyoruz. Fakat Kemalizmin koyduğu anti-emperyalist ilkelerle bugün bağımsız Türk sosyalizminin savunduğu görüşler arasında tam bir özdeşlik vardır. Atatürk'ün özlediği tam bağımsız Türkiye, ancak bağımsızlığa inanmış sosyalistlerin eli ile kurulur. Bu bakımdan bu benzerliği çok önemli sayıyorum.
Sosyal demokratlar, liberallerin işlevlerini üstleniyorlar
Halil Berktay: Bugün Türkiye'de sosyal demokrasi diye bir olay var ve aynı zamanda, kendilerini "sosyal demokrasinin solundaki sol" olarak görenler tarafından, sosyalistlerin bağımsız örgütlenmesi, bu amaçla da bir diyaloga, bir muhasebeye, kapsamlı bir değerlendirmeye girişilmesi sorunları gündeme getiriliyor. Bunun için de şöyle bir varsayım olsa gerek; Türkiye'de sosyal demokrasinin de yapamayacağı bazı şeyler vardır ki, onları ancak sosyalistler yapabilir. Bağımsız sosyalist örgütlenme, uzun vadede ideolojik bakımdan bir varlık nedenine sahiptir elbet; ama aynı zamanda, daha somut olarak, siyasi bakımdan haklı bir varlık nedenine sahip olması, başkalarının yerine getiremeyeceği bazı misyonları üstlenmesi ile mümkündür. Dolayısıyla, (...) sosyal demokrasiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Uğur Mumcu: Türkiye'deki siyasal tablo eksiktir. Önce, Türkiye'de bir tek liberal sağcı parti yoktur. Dolayısıyla bizim kendilerini sosyal demokratız diye niteleyen arkadaşlarımız -ki ortada iki tane parti var- batıdaki liberal partilerin işlevlerini yerine getireceklerdir. Ve göreceksiniz, bu sosyal demokrat partiler seçim yaklaştıkça daha sağa, merkeze doğru kayacaklardır. Ben bu sosyal demokrat partileri çağdaş ölçüler içinde tartıya vurursam, liberal partiler olarak görüyorum. Yani bunları «çağdaş sağcı» olarak görüyorum. Çok saygıdeğer insanlar, toplumda demokratikleşmeyi istiyorlar, özlüyorlar, bu uğurda çaba harcıyorlar, içlerinde sosyalist görüşleri savunan insanlar da var; fakat son tahlilde bunların fonksiyonu Batı'daki liberal partilerin fonksiyonlarıdır, yani demokrasinin sınırlarını genişletmektir...
Kapitalizmin yedek lastiği
Efendim, bunu iki açıdan değerlendirelim. Birincisi, hem SODEP'in kuruluş aşamasındaki, hem de Halkçı Parti'nin kuruluş aşamasındaki öncü fikirleri biliyorum. Bunlar soldan çok sağa yakın fikirlerdir. Fakat Türkiye'de liberal sağ olmadığı için bunlar sol gibi sunulmuştur. Yani efendim, düşünce özgürlüğünü Batı'daki bütün liberal partiler ister; istenmemesi ayıptır. Bizde, örneğin Doğru Yol Partisi'nin düşünce özgürlüğü istediğinden şüpheliyim. Onun için hiç DYP'ye önem vermiyorum. DYP'nin tutumunu, bir siyasî lideri yeniden itibarlı hale getirmek için yaptıkları manevralar olarak görüyorum ve "demokrasi savaşı" olarak görmüyorum. Bu çerçeve içinde, bu SHP içinde görev alan insanların bir kısmının solculukla ilgileri yoktur. Yani nedir solculuk? Kapitalist sömürüyü ortadan kaldırmak, kapitalist düzeni değiştirmektir. Böyle bir amaçları yoktur.
İkincisi, bu tasarı hazırlanırken yeterince üzerinde durmamışlardır. Parti henüz nitelikli, ağırlıklı bir parti değildir. Genel laçkalık egemen olmuştur. İkisi de iç içedir. Yani hem niyet, hem de pratikte önem vermeme problemi vardır. Daha kimleri görevlendirecekleri belli değildir. Henüz illeri, ilçeleri yeni kuruyorlar, o da etkendir.
Ama ben öyle sanıyorum ki, bu partinin kuruluşu kapitalist düzene, iş ve sermaye çevrelerine, "biz sizin de alternatifiniziz" demektir. Bir sosyalist bunu söylemez. Çünkü kapitalizmin bunalımlarını çözmek iki yöntemle mümkün... Kapitalizmin kendi kurallarıyla, onu sosyal demokrat veya sağcı partiler çözer. Sosyalistlerin çözümü kapitalist yöntemlerden ayrıdır.
IMF'ye karşı ne tavır alıyorsunuz? Buna karşı önlemleriniz nelerdir? Türkiye'deki Amerikan üslerine karşı ne önlem alıyorsunuz? Sosyal Demokrat Halkçı Parti'nin veya Demokratik Sol Parti'nin böyle iddiaları yoktur. Yani bunlar bir çeşit yedek lastiktir; Batı'da olduğu gibi kapitalizmin yedek lastiğidir. Diyelim ki Vehbi Koç, bakar ki bu ANAP iktidarı bunalımlar içine giriyor, toplumda bir değişiklik gerekir; bu kez sosyal demokrat hareketi destekleyebilir. Nitekim yakın geçmişimizde de böyle olmuştur. İşadamı işadamıdır nihayet; çıkarına bakar. Toplumda değişim arzuları yükseldikçe sosyal demokrat iktidarı da destekleyebilir. Bilir ki kendisine bir zarar gelmeyecek. Yani işçinin ürettiği artı-değeri, işadamlarından vergilendirme ya da yeni bir yasal düzenleme ile alacak, işçilere geri döndürecek: böyle bir iddiası yok. Onun için, korkusu da yok.
Solculuk, anti-kapitalizm mi?
Halil Berktay: Söylediklerinizin büyük çoğunluğuna katılmakla birlikte, biraz sorgulamak istediğim bir nokta var. Sosyal demokrasinin sosyalist olmadığı, zaten tanım gereği Ama siz demin adeta onu geniş anlamıyla solcu da saymayan bir ifade kullandınız ve solculuk kapitalizme karşı çıkmaktır, kapitalist sömürüye karşı çıkmaktır dediniz. Oysa tarihsel bakımdan ve genel anlamıyla, belli bir anda toplumsal ilerlemenin önüne geçen en büyük engele karşı olan herkes, o andaki somut hesaplaşmada solcudur gibi geliyor bana. Şimdi bunu Kemalist Devrime uygulayacak olursak, sizin de demin söylediğiniz gibi, kuşkusuz Mustafa Kemal sosyalist değildi; ama o günün tarihsel problemleri ve ittifakları çerçevesinde, aynı derecede kuşkusuz ki solcuydu. Bu bağlamda, sosyal demokrasinin de, sosyalist olmamakla beraber, son tahlilde Türkiye'nin bağımsızlık, demokrasi ve çağdaşlaşma yönünde ilerlemesinden yana bir güç olduğu söylenemez mi? Bu görevler yolunda ne kadar tutarlı davranacağı ayrı bir sorun tabii.
Uğur Mumcu: Sol, geniş bir tanım. Elbette ki yenilik isteyen, toplumdaki egemen yargılara ve egemen çevrelere karşı olan herkes solcudur. Orası muhakkak. Ben "sosyalist solu" kastediyorum. Sosyalist soldur kapitalist üretim biçimine karşı çıkan, kapitalist sömürüye karşı çıkan. Sosyal demokrasi elbette soldur. Hani Batı'da "liberal left" dedikleri, liberal soldur. O bakımdan, ben Türkiye özelinde sosyal demokrat partilerin önemli ve saygıdeğer bir rolü olduğuna inanıyorum. Demokrasiyi savunmak, demokrasiyi genişletmek... Ama "kapitalist sömürüyü kaldırmak" diye bir iddiaları yok. Onların işlevi, kapitalizmi ıslah etmek, kapitalizmi geliştirmek, kapitalizmin yarattığı sistem ile bütünleşmek, onun şurasını burasını değiştirmekle sınırlıdır.
Tutarlı anti-emperyalizm, sosyalizmin hasleti
Bizde de böyle olmuştur, Batı'da da aşağı yukarı böyledir. Şimdi bir şeyin altını çiziyoruz; diyoruz ki bir Türk sosyal demokratının bir Alman sosyal demokratından, bir İsveç sosyal demokratından çok farklı yanları olmalıdır. Niye? Çünkü Batı'daki sosyal demokrasi, sanayi toplumlarının ürünüdür. Türkiye bu aşamada değildir. Bu aşamada olmadığı için, Türk sosyal demokratının anti-emperyalist görüşleri ön plana gelmelidir. Fakat şimdi gerek geçirdiğimiz olağanüstü dönemin payı var, gerekse bu sosyal demokrat partileri kuranların doğasından gelen bir gerçek var: Anti-emperyalizmi gündeme getirmiyorlar. O nedenle, sosyalist sol ile sosyal demokrat solu ayırt eden özelliklerden biri, anti-emperyalist tavır oluyor. Örneğin Dünya Bankası ile bir anlaşma imzalıyoruz 300 milyar dolarlık; buna karşılık, Resmî Gazete'de yayınlanıyor, bütün Türkiye Cumhuriyeti'nin malvarlığına adam ipotek koyabiliyor. Bu yetkiyi gördüğün anda, karşı koyarsın. Sosyal demokrat bunu düzenin gereği sayabilir ama sosyalist sayamaz. Başka bir deyişle, bugün anti-emperyalizm gündemden çıkmıştır. Yoksa elbette bunları ben küçültmek için söylemiyorum. Ben de, açıkça itiraf edeyim, 1980 öncesi Cumhuriyet Halk Partisine oy verdim. Cumhuriyet Halk Partisinin amaçlarını paylaşmıyordum ama teröre karşı bir seçenek olur, terörü önler diye ben Halk Partisine oy verdim. Başarılı olacağından da elbette kuşkular taşıyordum. Ben sosyal demokrat hareketi küçümsemiyorum. Bir kitle hareketidir ve büyük olasılıkla bugünkü ANAP iktidarına karşı iktidara gelecek olanlar da onlardır. Ama ben onların sosyalist olmadığını vurgulamak istiyorum. Sosyalist olmadıkları için anti-emperyalist mücadeleye ağırlık vermiyorlar; diyelim ki bir Savunma İşbirliği Anlaşmasını gündeme getirmiyorlar. Çünkü bu düzenle o kadar büyük karşıtlıkları yok. Sosyal demokrasi, kapitalizmin sol kanadıdır.
"Sol" terör ve solda muhasebe
Halil Berktay: Demin 1980 Öncesi siyasi tercihlerinizden söz ederken, o dönemin ekonomik buhran ve terör koşullarına da atıfta bulundunuz. (...) 1979–80 yıllarında Türkiye'de sol, özellikle sosyalizm, çok itibarsız bir duruma düştüyse, bunda, ekonomik buhran ve terör karşısında başarısızlık ya da lekelenmelerin de bir payı olmadı mı?
Uğur Mumcu: 12 Eylül 1980 öncesi (...) solun bin bir fraksiyonu çeşitli tutumlar takındılar. Bir kısmı, silahlı devrimi tek yol saydı. Bunlara o günlerde karşı çıktık. Sol adına cinayetler işlendi, bankalar soyuldu, insanlar kaçırıldı. Diyelim ki bunların bir kısmı yükselen, yoğunlaşan sağ teröre karşı bir meşru müdafaaydı; ama hepsi öyle miydi? Hayır. Şiddeti iktidar yolu gören sol görüşler vardı. Sol adına bunları ileri sürüyorlardı. Ve sol adına işlenen cinayetler de kitleleri, halkı soldan soğuttu. Kimin ne olduğu, kimin hangi görüşü savunduğu da o kargaşa içinde belli olmuyordu. O yüzden, 1980 öncesinde sol haklı ya da haksız "itibar kaybına" uğramıştır.
Biz, 12 Eylül öncesi terörünü görmezlikten gelerek bir politika oluşturamayız. 12 Eylül öncesi terörü, hepimizi tedirgin eden olaylarla geçti. Düşünün ki yazarlar, çizerler, milletvekilleri ceplerinde silahla dolaşıyorlardı, ya da muhafızlarla. Eee, şimdi biz devlet terörü diyoruz, yakınıyoruz; işkencelere karşı çıkıyoruz... Bu da bir terör çeşididir; bu da temel hak ve özgürlükleri ortadan kaldırmaktadır. Yani anarşi ve terör, Türkiye'de temel hak ve özgürlükleri ve anayasal düzeni ortadan kaldırmıştır. Devlet terörü de hak ve özgürlükleri ortadan kaldırıyor. Bunun birini görüp öbürünü görmemek, aslında gerçekçi olmamak demektir.
Halil Berktay: Ayrıca, eğer diğerini görmezlikten gelirsek, sonuç olarak halka, devlet terörü ile özerk terör arasında, başka seçenek bırakılmamış oluyor...
Uğur Mumcu: Şimdi Güneydoğu'da Apoculuk var. Apoculuk adına cinayetler işleniyor, hunhar cinayetler işleniyor. Oradaki vatandaş o zaman devletin baskıcı yöntemlerle de olsa duruma müdahale etmesini ister. Siz insanı güvencesiz bırakırsanız, devlete sığınır. Bu devlet totaliter de olsa sığınır, demokratik de olsa sığınır. O bakımdan, terör kimden gelirse gelsin, soldan, sağdan, devletten; hepsine karşı çıkmak gerekir.
Türk sosyalizminin üç koşulu
Halil Berktay: Bütün bu anlattıklarınız temelinde, Türkiye'de bugün sosyalistler arası bir diyalog, muhasebe, karşılıklı eleştiri ve özeleştiri süreci yoluyla, sosyal demokrasinin solunda bir birliğin koşulları oluşacak olsa, bunun hangi vazgeçilmez temele dayanmasını öngörürsünüz?
Uğur Mumcu: (...) Türkiye özeline gelirsem, geriye doğru Türk tarihine bakarak düşünüyorum; 1908'lerde yaşasaydım ve kolağası olsaydım, Hareket Ordusu'na katılırdım. 1919'larda yaşasaydım Mustafa Kemal'in yanında Kuvvayı Milliyeci olarak yer alırdım. Ve tarihe böyle sıcak duygularla bakarsak, İttihatçılar bugün yaşasalardı bizlerle beraber olurlardı, Kuvvayı Milliyeciler yaşasalardı yine bizlerle beraber olurlardı diyorum. Böyle düşünüyorum. Yani İttihatçı bugün yaşasaydı çağdaş, bağımsız, demokratik, sosyalist olurdu; Kuvvayı Milliyeci yaşasaydı, çağdaş, bağımsız, demokratik, sosyalist olurdu. Ben tarihsel kökene böyle bakıyorum; yoksa Kuvvayı Milliyeciler geldiği zaman, elbette boyunlarında fişekler, başlarında kalpaklarla gelmeyecekler, çağdaş düşüncelerle gelecekler, İttihatçılar da Bab-ı Ali baskınlarıyla gelmeyecekler. Neyle gelecekler? Bağımsız, çağdaş, demokratik toplum özlemleriyle gelecekler.
(...) Bağımsızlık mücadelesine ağırlık verme ilkesi dışında, üç ilke daha düşünüyorum. Birincisi, solculuk, azınlık ırkçılığına, yani Kürtçülüğe alet edilmemelidir. Türk solu kesinlikle ulusal bağımsızlıktan ve ülke bütünlüğünden yana olmalıdır.
İki; sol, maceracı akımlara alet olmamalıdır. Yani "tek yol devrim" diyerek tek yolun şiddet olduğunu benimseyen sol ile siyasal-ideolojik hiçbir görüş birliği olmadığını, her fırsatta ortaya koymalıdır. Çünkü insanlığa aykırı her eylem sosyalizme de aykırıdır. Bunu acımasızca eleştirmek gerekir. Terörün olduğu yerde sosyalizm yoktur.
Üçüncüsü: "İdeolojik bağımsızlık". Bağımsızlık, sadece ülkenin bir başka ülke karşısında saygınlığı, başının dik durması değil, aynı zamanda bir ideolojik bağımsızlığı gerektirir. Yani, "sosyalizm 1917 yılında Sovyetler Birliği'nde başlamıştır; öyleyse sosyalizmin anayurdu Sovyetlerdir; bizim sosyalizmimiz de ona benzeyecektir", bu görüşe karşıyım. Bunun gibi, Çinci, Sovyetçi sosyalist görüşlerin, pratikte gerçekçi olmadığı kanısındayım. Bunun için ideolojik bağımsızlığı ana hedef sayıyorum.
İdeolojik bağımsızlığı da biz kendimiz işçilerimizle, emekçi halkımızla ve aydınlarımızla oluşturacağız. Türk sosyalizminin sorunu şudur diyeceğiz. Leninizmin toprak reformuna ya da toprak devrimine bakış açısı ayrıdır; benim toplumumda, Güneydoğu Anadolu'daki toprak dağılımı ayrıdır, batıdaki toprak dağılımı ayrıdır. Bunun gibi her olayın kendine özgü nedenleri vardır. İdeolojik bağımsızlık derken, bu somut koşullarla yoğrulmuş görüşleri amaçlıyorum; Sovyetçi olmayan, Çinci olmayan görüşleri. Ne demek bu? Dünyadaki bütün çağdaş gelişmeleri düşüneceğiz, tartışacağız; ama kendi ülkemizin somut koşullarına uygun teori geliştireceğiz. Bu da sosyalist aydınlarımızın görevidir.
Türkiye toprağına basmak
Halil Berktay: Bu, ayağım Türkiye toprağına basmak, Türkiye gerçeklerine bakmak ve Türkiye'nin teorisini yapmak ilkesi, galiba şundan da önemli: Bir Babrak Karmal olayına, Babrak Karmal tarafından bakacak olursak; yani Sovyetler niçin oraya girdiler diye değil de Babrak Karmal'ı hangi psikoloji yarattı diye bakacak olursak; ilginç bir sürüklenişle yüz yüze geliyorsunuz. Kendinizi geri bir ülkede düşünün, Afganistan gibi. Aydınsınız, ülkeyi modernleştirmek istiyorsunuz; ülkeyi modernleştirmek için de ülke gerçeklerine değil, kafanızdaki şemalara ve hazır reçetelere bakıyorsunuz. Bu kafanızdaki hazır, mükemmel ve ileri -aşırı ileri- şemalar ve reçetelerle, ülkeniz gerçekleri arasında büyük bir çelişme var. Halkı beklediğiniz çabuklukla harekete geçiremiyorsunuz; zorluyorsunuz zorluyorsunuz, halk sizin sesinize kulak vermiyor; o zaman kendi halkınıza karşı başkasının kılıcına başvuruyorsunuz!
Bundan şu sonuç çıkıyor: Bizimki gibi azgelişmiş ülkelerde, sosyalizmin önüne bağımsızlık ve demokrasi noktalarında yoğunlaşan bir asgari program koyması, uzun süre buna yapışması ve bunu ülke gerçeklerinden türetmesi "derhal ve dolaysızca sosyalizm" zorlamasına girmemesi, Babrak Karmal olmamak için de önemli galiba.
Uğur Mumcu: Efendim, Babrak Karmal tabii ki bir işbirlikçi; bizim tarihimizden örnek verecek olursak, Vahdettin'le bir farkı yoktur, veya 2. Dünya Savaşı'ndaki o ünlü Norveç başbakanı Quîsling ile. Tabi psikolojik dürtüleri nedir Karmal'ın bilemem ama, herhalde Vahdettin'e de sorsanız, kendine göre bazı nedenleri olabilir, İngilizlerle niye işbirliği yaptığını açıklayan.
Ülke gerçekleriyle yoğrulmuş bir insan, hazır reçetelere güler. İlerici bir ziraat mühendisinin, toprakla haşır neşir olmuş bir ziraat mühendisinin, eğer sosyalist ideolojiden esinlenmişse, bir çözümü vardır kafasında. Siz buna bir slogan getirin toprak reformuyla ilgili; güler, geçer.
Eee, şimdi siz devrim yaptınız, devrim yaptığınıza inanıyorsunuz, ama halka dayanmıyorsunuz. Halkın örgütlü desteği yok arkanızda. Bir de komşu devlet var yukarıda; onların da birtakım siyasal, stratejik hesapları var... Sizin ülkede, iktidarda kalma şansınız, biraz kuzey komşunuzla iyi geçinmeye ve onu ülkeye davet etmeye bağlı olur. Babrak Karmal'ın psikolojisi bu herhalde. Ama bu, ihanet vasfını ortadan kaldırır mı? Kaldırmaz.
Efendim, Afgan mücahitleri gericiymiş; o yüzden bu savaş, mücahitlerin savaşı, anti-emperyalist olmazmış. Afgan mücahitlerini CIA destekliyormuş; bu yüzden ilerici olmazmış. Böyle savlar da var... Size yakın tarihimizden bir örnek vereyim.
Kurtuluş Savaşı'nda Mustafa Kemal en güç günlerde Sovyetler'den askeri yardım alır. Halil Paşa önce gider, Enver Paşa'nın amcası Halil Paşa ve Trabzon'a yardımlarla döner. Daha sonra Bekir Sami Bey gider. O zaman bir tek kuruşa muhtaç Türkiye; bir silaha, bir fişeğe muhtaç o sıralar. Meclis içinde bir oylama yapılır ve İçişleri Bakanlığı'na Tokat mebusu Nazım Bey getirilir. Son zamanlarda yayımlandı Milli Mücadelenin gizli tutanakları; orada Mustafa Kemal diyor ki gizli celsede, "Nazım Bey'in casusluk kertesine varacak ilişkileri" söz konusuydu. Sovyet elçiliğine gizli celselerimiz hakkında, burada yaptığımız gizli celseler hakkında, bilgi vermekteydi. Sovyet Dışişleri Bakanı, (o zamanki adıyla Dışişleri Komiseri) Çiçerin, Ali Fuat Paşa'ya, bizim gizli celsede konuştuklarımızı aktarıyordu. Onun için kendisinin İçişleri Bakanlığına gelmesine razı olmadım. Bunun için, biliyorsunuz, Çerkez Ethem'i görevlendirir. Çerkez Ethem bir pusula götürür veya gönderir Nazım Bey'e ve Nazım Bey istifa eder, çekilir içişleri Bakanlığından.
Bu, neyi gösteriyor? Sovyetler'den askeri yardım, para yardımı aldığı sırada Mustafa Kemal, yine bağımsızlığı esas sayıyor ve Sovyetler'e yakın olan bir adamı İçişleri Bakanlığı'na getirmiyordu. Yani Mustafa Kemal de bu savaşa çıktığı zaman, meçhullerle doluydu gelecek. Ve bir ülke vardı, yardım elini uzatmıştı. Ama o ülkenin adamı olmadı. Ne yaptı? Bağımsızlığı savundu. Onun için Babrak Karmal psikolojisini, "ihanet psikolojisi" sayıyorum