Sol yanım...

25 Mart 2013 Pazartesi

SEN ÜZÜLME ALİ...


Sen üzülme Ali...

Aslında bu haftaya damgasını Diyarbakır’daki Nevruz kutlamaları ve Öcalan’ın mektubu vurdu. Ama benim yazmak istediğim mesele başka. YGS Sınavı çıkışı babasını kaybeden Ali’nin dramı yoğun gündem içerisinde kaybolup gitti. Üniversite sınavlarına giren gençlerimizin sessiz çığlığı yine duyulmadı. Onlar ki bizim geleceğimiz olan milyonlardı. Ümitleri, hayalleri ve beklentileri olan milyonlar...

Tüm bu çalkantılı gündem içerisinde 1 milyon 851 bin 326 genç üniversite sınavına güzel bir gelecek hayaliyle girdi. AKP’nin 10 yıllık iktidarı boyunca yap-boz tahtasına döndürdüğü eğitim sistemine alışmakta güçlük çeken çocuklarımız, bir de bozuk sınav sistemiyle gelen derin bunalımlarla baş etmek zorunda kalıyorlar. Geçim derdinin büyük olduğu memleketimizde ailelerin evlatları için tek özlemi iyi bir üniversiteyi bitirip, geleceğe umutla bakmaları. Son yıllarda sınavlarda ki kopya ve kayırma iddiaları öğrencilerin güvenini sarstı. Sarsılan güven ise motivasyonlarını bozdu. Neredeyse her sınav sonrası ayrı bir şaibe yayılıyor. Şaibe altında girilen sınavlarda ise çocuklarımızdan başarı bekliyoruz. Acaba buna hakkımız var mı?

Aslında hakkımız yok ama çaresizlik var. Veliler de çaresiz. Devlete  ve onun kurumlarına güvenmek bizi biz yapan temel değerlerden. Bu güveni sarsmamak ise devletin görevi. Acaba bu görev layıkıyla yerine getiriliyor mu?

Cevap net aslında: Hayır. YÖK’ün üzerinde ki kara bulutlar bir türlü dağılmıyor. KPSS Skandalları hala hafızamızda tazeliğini korurken milyonların geleceğini belirleyecek bir sınavı daha geride bıraktık. Öğrencilerin hayli gergin girdiği sınavda veliler de sıkıntılıydı. İşte Ali’nin babası da o velilerden biriydi. Kayseri’de oğlunu sınav kapısında beklerken kalp krizi geçirdi Ali’nin babası. Belki eceli gelmişti rahmetlinin. Belki de hastaydı. Ama şu yadsınamaz bir gerçek ki sınav stresine dayanamadı yüreği. Ali Can’ın babasının cansız bedenini  gördüğü andaki görüntüleri iç burkucu. Bir evlat sınavdan çıkıyor ve babasının cansız bedenini yerde görüyor. Daha da acısı etrafta ceset torbasıyla üzerine örtmeye çalışan polisler, sağlık görevlileri...

Ali isyan ediyor "Bu benim babam. Ne oldu babama? Üstünü örtmeyin bu benim babam"… Polisler ve 112 Acil yetkilileri belki de kendileri için rutin olan bir görevi yerine getiriyorlar.  Ama atladıkları bir şey var o da Ali! Ali ve onun 7 yaşındaki kardeşi Dilara yerde yatan babalarını ceset torbasına koymaya çalışan görevlilere isyan ediyor.

İşte bizim üzerinde durmamız gereken konu bu. Biz bozuk bir düzeni “insan” faktörünü göz ardı ederek düzeltemeyiz. Tüm siyasi görüşlerimizden önce humanist olmalıyız. Bir insanın hayatında yaratacağımız etkiyi hesaba katmadan atacağımız her adım bizi insanlıktan uzaklaştırıyor. Ve bu duygusuzluk devletin tüm kurumlarında sinsi bir hastalık gibi yayılıyor. Bir evladın önünde babasını ceset torbasına koymak birincil görev olarak görülüyor. Halbuki o son veda, ne Ali’nin ne kardeşi Dilara’nın hafızasından hiç silinmeyecek. Soğuk, yürek yaralayan bir veda…

Sen üzülme Ali. Sınav kapısında babanın rahmetli olmasında senin suçun yok. Esas suçlu bizleriz. Bu bozuk düzeni değiştiremediğimiz için hepimizin suçu var. Ama en çok da erk sahiplerinin suçu var. Memleketin geleceği olan gençleri sınav cenderesinde boğan ve istedikleri her şeyi bir günde meclisten geçirebilirken sizleri bu bozuk düzene mahkum eden iktidarın vebali var. Sizlerin güvenini sarstığı için YÖK’ün vebali var.

Hapse atılan öğrenciler, göz altına alınanlar, sınavlarla ruh sağlığı bozulanlar, üniversiteyi bitirip işsiz kalanlar, KPSS işkencesine mahkum bırakılanlar, umutlarıyla oynananlar, paralı eğitim sistemi yüzünden çocuk yaşta çalışmak zorunda kalanlar, imkansızlıklar içerisinde okumaya çalışanlar, “dindar nesiller istiyorum” denilip bir kalıba sokulmaya çalışılanlar…

Gençlerimiz. Geleceğimiz. Siyasi hesapların içerisinde öğütülemeyecek kadar değerliler bizim için. Bunu farkında mıyız?







BİR DAVAYA İSYAN


BİR DAVAYA İSYAN

Emekli Albay Dursun Çiçek gizli tanık Efe’ye sorar: “Siz beni Erzincan’da gördünüz mü?” Gizli tanık yanıt verir: “Evet. 29 Mart 2009 Yerel seçim öncesi...” Dursun Çiçek devam eder: “O sırada üzerimde hangi renk kıyafet vardı?” Tereddütsüz “yeşil” diye karşılık verir gizli tanık.
Dursun Çiçek serinkanlı tavrıyla “ben denizciyim” der. Gizli tanık “Pardon, özür dilerim, diğerleri yeşildi, sizde beyaz vardı” cevabını verir. Bunun üzerine Dursun Çiçek son sözü söyler: “Denizciler Ocak ayında siyah giyer.”

Sadece bu diyalog bile Ergenekon davasının içler acısı halini ortaya koyuyor. Bir gizli tanık, denizci bir albayın ne renk kıyafet giydiğini dahi bilemeden tanıklık yapıyor. Ve bu tanıklarla askerler için müebbet hapis isteniyor. İlker Başbuğ’un sanık, Şemdin Sakık’ın tanık olduğu bir dava bu. Unutmayalım.

Bu garip davada en son savcılar 2271 sayfadan oluşan mütalaalarını mahkemeye sundular. En çarpıcı sonuç ise istenilen müebbet hapis cezalarıydı. Evet davadaki uzun tutukluluk sürelerini göz önünde bulundurursak sonuç çok şaşırtıcı değildi.  Birçok yazar da bu yönde yorum yaptı: “Mütalaaya tepkiliyiz ama şaşırmadık”.

Bu duruma şaşırmamak aslında biraz da bizim kabahatimiz. Alışmamalıydık. Kanıksamamalıydık. O kadar uzun sürdü ki bu zulüm nicelerimiz yoruldu, ümitsizliğe kapıldı. Ama yine de yurtseverler hiç yalnız bırakmadı Silivri tutsaklarını. Mukaddes bir görev gibi her duruşmaya gittiler. Hüzünle dönülse de her Silivri yolculuğundan pes etmediler.

Eski Genelkurmay Başkanımızın adı “müebbet hapis” cezasıyla aynı cümlede geçince isyan ettik aslında. Eminim ki her yurtsever kendi içinden öfke kustu tüm bu yaşananlara. Ama yaşadığımız “örgütsüz bir öfkeydi”. İktidarın kendine göre, 10 yıldaki en büyük başarısı bu belkide. Halk artık örgütlenemiyor. Tepkilerimiz kısa vadeli ve sanal kalıyor. Sosyal medyada yarattığımız muhalif atmosferi sokakta yaratamıyoruz.

Tabi bu tesadüf değil. 10 Yıllık çok basamaklı bir planın sonucu. Hatırlayın yıllar önce sindirme çalışmaları Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Atatürkçü Düşünce Derneğine yapılan operasyonlarla başladı. Evvelden cıvıl cıvıl olan bu derneklerden halkın ayağını kestiler. Aynı anda Balyoz ve Ergenekon davaları hız kazandı. Baskınlar. Tutuklamalar. Yazmak da suçtu. Eyleme de, düşünceye de yasak koydular. Sonra resmi yasaklar geldi. Cumhuriyet kutlamaları, çelenk koyma törenleri yasaklandı. Bu arada Türk Dil ve Türk Tarih Kurumu’nun ilkelerinden “Atatürkçü düşünceyi yaymak” çıkartıldı. 19 Mayıs gösterileri yasaklandı.

Hepsini aynı paragrafta okuyunca ne kadar ağır geliyor öyle değil mi?

Ama tüm bunlar yetmedi. Cumhuriyetle hesaplaşmak kolay değildi çünkü. Bunun birkaç ayağı vardı. Bir yandan sivil toplum kuruluşları sindirilip halkın örgütlü mücadele hakkı gasp edilirken, öbür yandan TSK davalar ve tutukluluklarla baskı altına alınacaktı. İşte eski Genelkurmay Başkanı ve 14 silah arkadaşının müebbet cezası tüm bu sürecin en can alıcı parçalarından biri. Hem de çok manidar bir günde. Ulusal bir mücadelenin anılacağı, 18 Mart Çanakkale Zaferi’ne denk getirilmiş bu mütalaanın açıklanma tarihi, aynı gün İmralı’ya giden 3. heyetin açıklamaları vicdanlarımızda derin rahatsızlık uyandırdı. Tüm bu gelişmelere nispet yapar gibi aynı gün, Öcalan’ın gönderdiği mesajın tüm kanallardan yayınlanması, gazetelere manşet olması tuzu biberi oldu acılarımızın.

Çok ümitsiz bir yazı mı oldu? Yok umudu yitirmemek gerek. Çünkü tüm bu yaşananlar AKP’de ciddi güç kaybına neden olacak. Önemli olan kaybolacak o gücün nereye kanalize olacağı? Bugün bu yaşananlara karşı tutumumuz ve ideolojik duruşumuz tarihe not düşülecektir. Bunu idrak ederek hareket etmemizde fayda var.

Evet. Bu yazı bir garip davaya isyanın kelimelere dökülmüş halidir. Kanayan bir vicdanın usulca kendini ifade etme halidir. Buruk kutlanmış milli bayramlardan kalan hüznü yansıtma halidir. Memleketimizin doğusunda bayram telaşı varken, batısında yaratılan küskünlüğün halidir. Boynu bükük bırakılmış yurtseverlerin sessiz isyanlarının yazılı halidir.

Ama bu hal kalıcı değildir. “Doğru” olan elbet “hakim” de olacaktır. İnanın.



CHP CEZAEVİ RAPORU


CHP CEZAEVİ RAPORU

Son günlerde basında epey yer bulan, CHP’nin cezaevi raporuna muhakkak denk gelmişsinizdir. CHP milletvekilleri Veli Ağbaba, Özgür Özel ve Nurettin Demir’den oluşan CHP Cezaevi Komisyonu “Hasta Mahpuslar” raporunu geçenlerde açıkladı. Bir süredir cezaevlerini gezip, yerinde inceleme yapan vekil heyeti yaptıkları araştırmanın sonucunu 100 sayfalık bir raporla kamuoyuna duyurdu. Tüm bu süreci takip etmeye çalışan biri olarak, gerçekleştirilen çalışmanın amacına ulaştığını görmekten, en azından cezaevi gerçeklerinin medya aracılığıyla halka ulaştırılmasından mutluluk duyduğumu ifade etmek isterim.

Raporun sunumu ve basın aracılığıyla bizlere ulaşması başarıyla gerçekleşti. İçeriğine gelirsek: Rapor 28’e yakın cezaevinin ziyaret edilerek, 89 mahkumla yüz yüze görüşmeler sonucunda oluşturulmuş. 28 Hapishanenin 18’i hasta mahpuslar konusunda, 10’u ise hak ihlalleri, işkence, ölüm taciz iddiaları üzerine araştırılmış. İnternetten raporu okudum, inceledim. (Okumak isteyenler http://www.veliagbaba.com ‘a bakabilirler.) Öncelikle araştırmanın yöntemi, araştırma metodlarına uygun, akademik bir çalışma niteliğinde düzenlenmiş. Hem nicel hem nitel veriler içeren araştırma herkesin anlayabileceği netlikte yazılmış. Araştırmada yer alan izlenim ve tespitlere bakacak olursak bazı çarpıcı başlıklar dikkatimizi çekiyor:  Mahkumların sportif ve sosyal faaliyetlerinin “iyi hale” bağlı olması, tecrit koşulları, kitap sınırlaması, kelepçeli muayene, su kısıtlamaları, mahkum yakınlarına uygulanan kötü muamele, kıyafet sınırlamaları (kırmızı rengin “sol örgütleri” yeşil rengin “askeriyeyi”  çağrıştırdığı için kimi cezaevlerinde yasak olması gibi), kötü beslenme koşulları, yasaklı televizyon kanalları, mahkumların özellikle ailelerinden uzak cezaevlerinde tutuklu bulunmaları gibi... (Komisyonun daha evvel ki raporunda bazı cezaevlerinde erkek çocuklara tecavüz edildiği yönünde tespitler vardı. O rapor da bir çok acı gerçeği gün yüzüne çıkarmıştı.)

Bu tespitlerin önemli bir kısmı ulusal basında yer buldu. Benim dikkatimi ise özellikle raporda yer alan “A Timi” çekti. Bazı hapishanelerde işkence, kötü muamele ve eziyetin devam ettiği ve bu bağlamda “A Timi” olarak bilinen ve “Acil Müdahale Ekibi” adı altında şiddet uygulayan bir birim oluşturulduğu belirtilmiş.

Düşünsenize. Bazı cezaevlerinde sadece şiddet uygulamak için oluşturulmuş birimler var! Nerede insan hakları, nerede Avrupa Birliği veya Birleşmiş Milletler standartları… Hak getire.

Raporun en sonunda ise komisyonun çözüm önerileri mevcut. Yani tam anlamıyla, sorunun yerinde araştırılmasını, durum tespitini ve çözümünü içeren başarılı bir çalışma olmuş. Fark ettiyseniz bu rapor ulusal basında hayli yer buldu. Bunun sebeplerini iyi analiz etmek lazım. Evet, iktidarın oluşturduğu baskı ortamında muhalif haberlerin basında yer bulması neredeyse imkansızlaştı. Ama farklı ve çarpıcı bir çalışma her türlü baskıya rağmen haber niteliğiyle kendine yer bulabiliyor. Aynı zamanda görünen o ki klişe sözlerle siyaset yapma devri de kapandı. Sürekli aynı sözleri söylemenin, sürekli aynı eylemleri tekrarlamanın belli bir zaman sonra refleks oluşturmadığını zaten biliyoruz.

O zaman vakit yeni sözler söyleme vaktidir. CHP milletvekillerinin hazırladığı bu rapora gösterilen olumlu tepkiler yeni yöntemler geliştirmek için örnek oluşturmalıdır.

Bu noktadan yola çıkarsak ana muhalefet partisi, yaklaşan yerel seçimlere kadar farklı çalışma metodlarıyla hem basının hem halkın ilgisini rahatlıkla çekebilir. Yani bilineni tekrarlamaktan kaçınarak, gerçekleri tüm çıplaklığıyla ortaya koyan, çözüm üreten ve en önemlisi ezber bozan çalışmalarla bunu sağlamak mümkün.

“Hasta Mahpuslar” raporunu hazırlayan vekillerimizi kutluyorum. Emeklerine, yüreklerine sağlık. Türkiye’de cezaevi gerçekleri gibi çarpıcı sonuçlara ulaşabileceğimiz nice alan var. 10 Yıldır hüküm süren AKP iktidarının ülkemizde yarattığı mağduriyetleri göstermek açısından bu alanlara özel çalışmalar yapılabilir. Örneğin tıpkı cezaevleri gibi kapalı bir kutu olan yetiştirme yurtlarına yönelik kadın milletvekillerinden oluşturulacak bir ekip benzer bir çalışma gerçekleştirebilir. Ya da sığınma evleri… İşte o zaman biz de meseleleri TUİK sonuçlarından sıyrılarak, gerçek olaylarla örnekleyebiliriz.

Seçimlere yaklaşırken emek yoğun bir sürece giriyoruz. Bu emeği doğru yollarla, doğru yerlere kanalize etmeliyiz. Mücadele ettiğimiz iktidarın sınırsız maddi ve devlet imkanlarıyla hareket ettiğini göz önünde bulundurursak, yolumuzun  çetin, işimizin ağır olduğu tartışılmaz. Ama imkansız değil.

Kalın sağlıcakla.




BİZE NELER OLUYOR?


BİZE NELER OLUYOR?

Dün akşam saat 20:00 civarı oturduğum apartmanın sessizliğini bir kadının feryadı bozdu. Ama ne feryat. Kadın çığlık çığlığa yardım istiyordu. Bağrışmasından meselenin ne olduğunu anlayamıyordum. Sadece “yardım edin” dediğini duyabiliyordum. Aklıma ilk olarak apartmana bir yabancının girmiş olabileceği geldi. Bir hırsız, bir tacizci... Evde oğlumla yalnızdım, eşim de henüz gelmemişti. Ne yapacağımı bilemiyordum. Sonra baktım ki feryat dinmiyor bir cesaret kapıyı aralık bırakıp aşağıya indim. Düşündüğümden farklı bir manzara çıktı karşıma. Genç bir kadının pusetteki bebeği tıkanmış, nefes alamıyordu. Tecrübesiz, genç anne ise korkmuştu. Panik halinde bağırıyordu. Koskoca apartmanda ne yardıma gelen vardı, ne kapısını açan.

Şaşırmamak gerek. Son yılların bulaşıcı hastalığı bu: Tepkisizlik, duyarsızlık.
Bunun gibi nice örnek verebiliriz gündelik yaşantımızdan. Sizin de başınıza gelmiştir. Şahit olmuşsunuzdur. Toplum olarak duyarsızlaşıyoruz. Benim bahsettiğim ufak, her zaman yaşayabileceğimiz bir olay. Ama vehamet buradan başlıyor. Komşuya, mahallemize, yakın çevremize, derken topluma duyarsızlaşıyoruz. Ve nihayetinde kapımızı kapatıp sadece ailemize duyarlı oluyoruz. Halbuki bu tür bir davranış biçimi bizim kültürümüze aykırı. Gelin görün ki yıllardır süregelen psikolojik operasyonlar bizi toplumsal bir dönüşüm sürecine soktu. Ulusal bilincimiz hırpalanmaya çalışıldığı gibi, toplumsal anlayışlarımızla, alışkanlıklarımızla, algılarımızla oynandı.

Ülkemizde hemen hemen her gün bomba etkisinde bir haber gündeme düşüyor. Düşüyor düşmesine ama bomba etkisi yaratmıyor artık. Örnek olarak aklıma ilk gelen olay, bir gazetede yayımlanan İmralı tutanakları. Bize göre tepkileri daha soğuk olan Kuzey Avrupa ülkelerinde bile bu tutanaklar şok etkisi yaratırdı.

Peki biz de ne oldu? Sahi ne oldu?

Çaycı sızdırmış dediler. Gazete niye basmış dediler. Ne olduğunu anlamadan sümen altı ettiler. Eh az biraz köşe yazarları yazdı, sosyal medya biraz çalkalandı. Ama meselenin özüne, tutanakların içeriğine çok girilmeden geçip gidildi.

Medyada durum böyle. Peki halkta karşılık buldu mu?

Hayır bulmadı. Bundan 15 sene evvel Öcalan denilince ayaklanırdık. Bugün ise  Milliyet’in manşetinden onun görüşlerini okuduk. Biraz söylendik. Ve rüzgar gibi geldi geçti. Sırada yeni gündem, yeni manşet.

Hatırlayın. 2010 yılında Wikileaks belgeleri dünyayı nasıl sarsmıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı’nın aslında tahmin edilen ama emin olunamayan bir takım “sırları” editörlüğünü Julian Assange’ın yaptığı “wikileaks” adlı internet sitesinde birer birer yayınlanmıştı.

Bizi ilgilendiren belgeler o günlerde gündemimizi çok meşgul etmişti. Kısaca hatırlayacak olursak,  Türkiye’ye dair ABD Ankara Büyükelçiliği’nden gönderilen ilk kriptoların  başlıkları şöyleydi: Kabine değişikliği, Arınç'a suikast iddialarıyla ilgili bilgi talebi,  AKP’nin kapatılacağına yönelik iddialar, İsrail’in sorunların kaynağını Erdoğan'a bağlaması, Türk dış politikasındaki ikilik, Türkiye-İran İlişkileri, Türk ordusu ve demokrasi, akıntıyla sürüklenen Türkiye, Burns’un Sinirlioğlu’yla görüşmesi vb…

Hatta 08 Haziran 2005 tarihli “Kabine değişikliği: Erdoğan'ın odağında Dışişleri Bakanı Gül var” konu başlığıyla yayınlanan bir kriptonun özeti şu cümlelerle başlıyordu: “…Ancak Erdoğan'ın gözü hala, parti içinde kendisine en büyük rakip olan Dışişleri Bakanı Gül'ün etkisini yavaş yavaş azaltmak için ona yakın bakanların üzerinde olabilir.”

Bu belgeyi sadece, 8 sene sonra bile aynı konuyu tartıştığımız için örnek gösterdim. Detayına girmeye niyetim yok.

Evet 2010’da wikileaks belgeleri dünyayı sarsmıştı. Dünya sarsıldığı gibi biz de sarsılmıştık. Peki ya şimdi?

Wikileaks tarzı bir yapılanma Türkiye’de Red Hack tarafından gerçekleştiriyor. Kendilerini “sol duyulu” wikileaks olarak tanımlayan Kızıl Hackerlar geçenlerde ODTÜ olaylarına tepki olarak yaklaşık 8 üniversiteyle ilgili yüzlerce belge açıklamışlardı.

Sahi ne oldu o belgeler? İçinde sahte diplomayla öğretim üyeliği yapanların bile deşifre edildiği belgelerle ilgili gerekenler yapıldı mı? Belgelerde adı geçen akademisyenlerle ilgili soruştuma açıldı mı? Zaten bu bilgiler YÖK’ün elinde varmış. YÖK’le ilgili bir girişim oldu mu?

Bu durum bizim apartmanda bağıran kadına karşı tepkisizliğimizle ne kadar örtüşüyor. Yolsuzlukta, haksızlıkta, yasaklarda  sağır edici çığlıklar yükseliyor güzel memleketimizden. Kapıyı açıp bakmaya niyetimiz var mı?


12 Mart 2013 Salı

ELVEDA SEREZLİ…


ELVEDA SEREZLİ…

Metin Serezli’yi de kaybettik ya içimi garip bir hüzün kapladı. Türk tiyatrosunun centilmen, mağrur, çağdaş yüzüydü Serezli. Serezli’nin sanatkarlığının yanı sıra önemli bir özelliği de yıllarca eşi Nevra Serezli’nin bir adım gerisinde vakur durmasıydı...

Metin Serezli deyince benim gözümün önüne bir tiyatro oyunu gelir: Güzeller güzeli Nevra Serezli sahnenin en önünde, bütün ışıklar üzerindeyken oyununu oynamaktadır. Tüm izleyicilerin gözü ondadır, büyülenmişlerdir adeta. Sahnede biri daha vardır aslında. Hafif karanlıkta kalmıştır ama tok ses tonuyla tüm salonu etkisi altına alır. O hayatını paylaştığı kadına başrolü vermiştir. Işığın hep onu aydınlatmasından gurur duyar. Hem yaşam oyununda hem sahnede başrolde hep eşi vardır. Hatta o kadar olgundur ki eşi Nevra Serezli’nin oynadığı Sihirli Annem adlı dizide eşinin köpeğini seslendirir.

İşte benim gözümde Metin Serezli sadece cumhuriyet dönemi tiyatrosunun önemli temsilcisi değil aynı zamanda çağdaş bir eş, çağdaş bir insandır.

Sanat dünyamızın modern yüzlerini birer birer kaybediyoruz. Onlar Devlet Tiyatroları’nın 2. kuşak sanatçılarıydı. Onlarla beraber bir dönem de kapanıyor.

Devlet Tiyatrosu, Tatbikat Sahnesi’nin sonu kabul edilen 1949’dan sonra sırasıyla; Muhsin Ertuğrul, Cevat Memduh Altar, tekrar muhsin Ertuğrul ve 19 yıl boyunca Cüneyt Gökçer ile yoluna devam etti. Tüm bu süreçte yaklaşık 12 dilden çevrilen 108 yabancı oyun ve nice yerli oyunla Devlet Tiyatroları en parlak  dönemini yaşadı. O dönemlerde yetişen tiyatrocuların çoğu özel tiyatrolar açtı. Tiyatrolar 90’lı yıllarda yeşerdi, yayıldı. 2000’den sonra ise tiyatrocular özel televizyon kanallarında oynadıkları dizilerden aldıkları paraları tiyatrolarına aktararak sistemi devam ettirmeye çalıştılar. Tiyatro onlar için bir aşktı. Karşılıksız, hep özveri isteyen tutkulu bir aşk.

Günümüzde ise dikkatimizi çeken artık televizyon dizilerinde tiyatro sahibi oyuncuların git gide azaldığı. Yani özel tiyatrolar artık televizyondan dolaylı olarak beslenemiyor. Elbette ki Ali Poyrazoğlu Tiyatrosu gibi durumu iyi olan istisnaları meselenin dışında tutuyorum. Küçük tiyatrolar sıkıntıda. Devlet Tiyatrolarının artık eski tadı yok. İktidar zihniyeti oraya da sızdı. Tiyatro salonları bir bir kapanıyor. Tiyatroda bir devir kendini hissettirmeden kapanıyor.

Ustalar da bizlere veda ediyor. Sessizce gidiyorlar. Bir tarihi, çocukluğumuzu, aşina bir sesi yanlarına alıp gidiyorlar. Bize ise sadece ümit etmek kalıyor. Yerlerine gelen yeni nesil sanatçıların da onlar kadar çağdaş ve aydınlık olduğunu ümit etmek.

3 ÇOCUK MESELESİ


3 ÇOCUK MESELESİ

Bir Dünya Emekçi Kadınlar Günü’nü daha geride bıraktık. Kadınların sesini daha rahat duyurduğu, sorunlarını detaylı konuşabildiği, tartışabildiği bir 8 Mart geçirdik. Elbette ki Türkiye’de kadınların sorunları yılda bir gün değil, her zaman tartışılıyor. Ama en azından 8 Mart vesilesiyle erkekler de bu sürece dahil oluyor. Türkiye’de “kadın” olmanın zorluklarını onlar da paylaşıyorlar.

İşte bu 8 Mart’ta özellikle ana muhalefet partisinin ve sivil toplum kuruluşlarının etkinliklerini izledik, konuştuk, tartıştık. Peki ya iktidar? İktidar yetkililerinin 8 Mart açıklamalarına bir göz atalım isterseniz.

Başbakan Siirt’te yaptığı açıklamada yine 3 çocuk vurgusu yaptı. Belli ki artık kadın denilince iktidarın aklına 3 çocuk geliyor. “Emekçi” Kadınlar Günü’nde 3 çocuk talebi ne kadar uygun sizce? Kadınların çalışması, üretmesi, kazanması, kendi ekonomik özgürlüğüne sahip olması gerekliliği ortadayken 3 çocuk istemek neye hizmet edebilir? Genç nüfus artsın deniliyor ama yaşam kalitesi düşsün mü? Peki ya eğitim sorunu? 3 Çocuğu büyütmekte zorlanacak ailelere devlet nasıl destek sunacak?

Bir dakika haksızlık etmeyelim. Bu sorunun cevabı Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı’ndan gelmişti. Bakan Çelik katıldığı bir televizyon programında “Asgari ücretle geçinilir. 800 TL’de büyük para. Neticede peynirin kilosu belli…” buyurmuştu.

Sonuç olarak iktidarın hesabı basit: 3 Çocuk Şart+800 TL Yeter!

AKP Kırıkkale İl Başkanı Mehmet Demir’in 8 Mart’ta ki demecini de atlamamak gerekir. Demir ’Kadını hafifçe dövüp korkutabilirsiniz’ sözleriyle aslında bizi şaşırtmadı. Bu öneriyi de denkleme eklersek iktidar bize; 800 TL’ye 3 çocuk bakıp arada da hafifçe(!) dövülebileceğimizi söylüyor.

Peki ya 3 çocukla Maslow’un ihtiyaçlar teorisinde temel olan barınma sorunu nasıl çözülecek? Hatırlayın. TOKİ açılışında başbakan 1 çocuğu olduğunu öğrendiği bir vatandaşa “Artık evin de var. 2 Çocuk daha yaparsın” demişti. Vatandaş ise “85 metrekare eve nasıl sığarız sayın başbakanım?” diye yanıt vermişti. Haklıydı. 5 Kişilik bir aile nasıl barınacaktı?

İktidarın erkek kanadı kadınlar için mucizevi(!) reçeteler önerirken, hükümetin tek kadın bakanına bakalım biraz da… Şimdi sizlere bir sorum olacak: Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahin’in herhangi bir kadın cinayetinden sonra yaptığı etkin ve ses getiren bir açıklamasını hatırlıyor musunuz?

Hafızanıza yer etmiş bir çözüm önerisi? Tepki?

Yok. Sessizlik öyle değil mi?

Bakanlığın internet sitesindeki haberlerini okumanızı tavsiye ederim. Kadınlardan sabır ve metanet bekleyen 8 Mart açıklamasını bir kenara koyarsak, ortak dil hep mutlu aile tablosu üzerine kurulu. Elbette biz de bütün ailelerde mutlu ve huzurlu bir ortam olsun istiyoruz. Peki ya ötekiler? Daha doğrusu ötekileştirilenler? 

Yani şiddet gördüğü için devletten koruma isteyen kadınlar, tek başına yaşam mücadelesi verenler, 18 yaşını doldurup yetiştirme yurdundan ayrılmak zorunda kalanlar, ara sokaklarda karanlıkta kaybolan kadınlar?

Ya beden işçileri, yövmiyeyle yok pahasına çalışanlar, fabrikalarda tarlada çalışan işçi kadınlar, sosyal güvenliği olmadan çalışan ev işçileri?

Tablo çok net. Kadınlar iktidarın gözünde sadece aile içerisinde makbuller. Gerisi neredeyse kendi kaderine bırakılmış. Kadınların bir birey olarak erkeklerle eşit koşullarda yaşaması için kadınlar üzerine politikalar üretmek şart. Yaşamın her alanında kadınların insanca yaşam hakkını sağlayacak çözüm önerileri üretmek iktidarın görevi.

Bakanlığın adından “kadın”ı çıkarmış olmanız ve tüm söylemlerinizde kadını ailenin bir parçası olarak tanımlıyor olmanız sorunları örtmeye yeterli olmuyor.

8 Mart 2013’de Diyarbakır’da öldürülen 28 yaşındaki Nazlı Aydın adına soruyorum Sayın Şahin: Türkiye’de kadınlar ne zaman rahat nefes alacak?



NOT: Bu 8 Mart’ta CHP Akhisar Kadın Kolları’nın düzenlediği panelde konuşmacıydım. Panel sonrası emekçi kadınların fotoğraflarının yer aldığı sergiyi gezdik. Fotoğraf sergisinde gördüğüm kadın portreleri neden mücadele ettiğimizin resmini daha net ortaya koyuyordu. Akhisar’da el emeğiyle geçimini sağlayan kadın portreleriydi bunlar. Kasaplık gibi zor işlerin üstesinden gelen yürekli kadınlarımızın yaşamından kesitler sergilenmişti. Onların yaşam mücadelesi önünde saygıyla eğildik ve emekçi kadınlarımızın çalışma özgürlüğünü savunmak üzere mücadeleye devam edeceğimize dair CHP’li kadınlar olarak söz verdik.

Bu vesileyle panelde bizlere Fatma Nudiye Yalçı’nın siyasi yolculuğunu anlatarak destek veren Akşam gazetesi yazarı Gürkan Hacır’a teşekkür ediyorum. Kadın sorunları toplumsal bir yara. Biz bu yarayı elbirliğiyle , işbirliğiyle iyileştirebiliriz ancak. Kadın-erkek demeden insanca bir yaşam sürmek için omuz omuza mücadele etmeliyiz. Bu yolda bize destek olan tüm yol arkadaşlarımıza tekrar teşekkürler.



MELEK…


MELEK…

Melek. Adın gibi melek oldun artık. Yüreğindeki derin acılarınla aramızdan ayrıldın sessizce. Biz ise sadece senin hastanedeki fotoğraflarına bakakaldık çaresizce.

Melek Karaaslan 2012 yılının belki de en acı yaşam hikayesiydi. 16 Yaşında evlenmişti Melek. Evli kaldığı 8 yıl boyunca eşinden ve ailesinden sürekli şiddet gördü. Melek hamileyken yediği dayak sonrası sokağa atıldı. Sokakta doğurduğu bebeği yaşamını yitirdi. Bu olay Melek’in ruh sağlığını bozmuştu. Eşi ve eşinin ailesi Melek’i aylarca tuvalete kapattılar. Sonucunda 30 kiloya kadar düşen Melek hastanede can verdi. Melek’in gidecek yeri yoktu. Çocuklarıyla beraber yaşamak zorunda kaldığı cehennem hayatından onu ancak ölüm kurtardı.

Ocak ayında Melek’i ölüme götüren süreci yaratan, yani aslında Melek’i kasten öldüren zanlıların duruşması vardı. Dava sonunda, sanıklardan daha önce istenen adli rapor tekrar istenerek, sanıkların tutuklama taleplerinin reddine karar verildi. Yani caniler serbest bırakıldı. Melek yaşarken gördüğü eziyet karşısında sesini çıkarmayan komşuları, eşinin yakın çevresi, arkadaşları, akrabaları hayatları boyunca bu utançla yaşayacaklar.

Sadece Melek mi? Ya Aycan? Aycan 21 yaşında, çalışıp para kazanmak için Bitlis’ten İstanbul’a iki kardeşiyle geldiğinde başına geleceklerden habersizdi. İş yerinde birlikte çalıştığı bir arkadaşına gönül veren Aycan’ı, eniştesi kuzeniyle evlendirmek istiyordu. Sonunda eniştesi, oğluyla evlendirmek üzere Aycan’ı kaçırdı.  Oğluyla Aycan’ı bir odaya kilitleyip evlilik kararı almadan odadan çıkmamalarını söyledi. Ertesi sabah herkes mutfakta kahvaltı ederken Aycan kendini pencereden aşağıya atmıştı. Aycan’ın bedeni bu yükü kaldıramadı. Ve gerisinde bir sütun haberi kaldı. Yitip gitti aramızdan…

Peki ya biz? Biz kendimizi sorguluyor muyuz? Melek, Aycan ve diğer madurlar için neler yapıyoruz?

Kadına karşı şiddete yönelik özellikle ana muhalefet partisinin ve tüm örgütlerinin yoğun çabası var. Bu çaba ancak toplumun her kesiminin sahiplenmesiyle kitlesel bir harekete dönüşecek ve ses getirecektir. Bu bağlamda tüm sivil toplum kuruluşlarına da görev düşmektedir. Ama özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesine özel çalışmalar yapılmalıdır. Yıllardır süre gelen töre geleneği çözümü zor bir konu. Yasal yaptırım şart. Eğitim ve istihdamda olmazsa olmazı. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı bu konudaki çalışmalarıyla birçok sivil toplum kuruluşunun gerisinde kalıyor. İlgili bakanın kadınlara yönelik ses getirecek bir eylemini henüz göremedik.

Artık kadınlara yönelik şiddet, zulüm ve baskının sona ermesini istiyoruz. Bu yolda her türlü mücadeleye devam edeceğiz. Mutlu, aydınlık günler görene kadar bize rahat uyku yok!

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününüz kutlu olsun.

TÜRKİYE’DE KADIN OLMAK


TÜRKİYE’DE KADIN OLMAK

Yine bir 8 Mart’ı idrak ediyoruz. Her 8 Mart haftası kadınları konuşuyoruz. Kadın olmanın zor olduğu güzel memleketimizde kadınların sorunları üzerine kafa yoruyoruz. Çözümler, politikalar üretiyoruz.

Gün geçmiyor ki basına, kadına dair bir haber düşmesin. Geçenlerde Adana’da 15 yaşındaki iki kız çocuğunun birbirlerinin ağabeyleriyle berdel yöntemiyle evlendirildiği yansıdı gazetelere. 15 Yaşında gelinlik giyen kız çocuğunun yüzünde derin bir hüzün ve acı vardı. 15 Yaşında henüz çocukluktan genç kızlığa geçerken kardeş gibi büyütüldükleri kuzenleriyle zorla evlendirilmişlerdi. “Evlendirmek” sözde aslında. Aynı odaya tıkılmışlardı. Ne nikah, ne düğün, ne adetler, ne kız isteme… Yıllardır kuzenleriyle oynamak üzere girdikleri evde bu sefer “karı-koca” olarak bir odaya kapatılmışlardı. 15 yaşında gönülsüz evlendirilen Yasemin D. ile kuzeni Murat K. artık bir odada nikahsız yaşamaya başlamıştı. Çocuk gelinlerin çektiği kabir azabı düğünün sokakta yapılmasıyla ortaya çıktı. Komşuların aileleri şikayet etmesiyle son buldu. Çocuk gelinler Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğüne teslim edilerek koruma altına alındı.

Bu olay yaşanan nice dramdan sadece biri. Türkiye’de kadınların sorunları yaşamın her alanında kendini gösteriyor. Bu noktada Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TUİK) en çarpıcı verilerine kısaca göz atacak olursak; Türkiye’de her 3 kadından 1’i şiddet görüyor. Yapılan araştırmalar şiddetin uygulandığı kadınların eğitim durumlarıyla şiddet görme yaygınlıkları arasında ilişki olduğunu ortaya koyuyor. Bu bağlamda kadınların eğitim durumuna göre fiziksel şiddet yaygınlığı, eğitimi olmayan/ilköğretimi bitirmeyenlerde %52 lise ve üzerinde ise %25.

Yani eğitimsizlik şiddete maruz kalmada önemli bir etken. Tabi eğitimsizliğe bağımlı değişken olarak işsizlik geliyor. Bu noktada karşımıza başka dramatik bir veri çıkıyor; Türkiye’de işgücüne katılım oranı erkeklerde %72 iken kadınlarda % 30. Bu da demektir ki çalışan her 10 kişiden 7’si erkek, 3’ü kadın. Ne acı…

Evet tablo hiç iç açıcı değil. Ama durun daha bitmedi. Aile kavramına önem veren bir toplumda, evlilik müessesinin haline de göz atmak gerekir.

Türkiye’de 14 milyon kız çocuğu, 18 yaşından küçükken evlendirilmiş. Yani genele vurursak kadınlarımızın %32’si 18 yaşından evvel evlenmeye zorlanmış. Yine TUİK verilerine göre çarpıcı bir sonuç da ortalama evlilik yaşında çıkıyor. Ortalama evlilik yaşı İstanbul’da 25 iken Güneydoğu’da 22.

Peki Türkiye’de kadınlar  evlilik durumunda hangi parametrelere göre eşini seçiyor?

2006’da yapılan bir araştırmaya göre kadınların evlenecekleri kişide aradıkları özellikler arasında ilk sırada “kendilerine aşık olunması” geliyor. Daha sonra erkeğin “ilk kez evlenecek” olması ikincil önem taşıyor.

Buraya kadar her şey normal. Kadınlar duygusal davranıyorlar. Esas çarpıcı sonuç erkeklerin verdiği yanıtlarda ortaya çıkıyor; Erkekler kadınlarda ilk olarak “bir işinin olmasını” önemsiyor. Sonra kendisine aşık olmasını… Evet yanlış okumadınız erkeklerin evlenirken ilk kriteri kadının işi olması!

Peki anlıyoruz ki kadınların çalışıyor olması günümüzde bir tercih nedeni. Evlilikte erkeklerin ilk kriteri olması pek şık olmasa da arzu ettiğimiz Türkiye genelinde kadınların daha çok istihdam edilmesi. İşte tam da bu noktada karşımıza bölgesel farklılıklar çıkıyor. Kadın sorunlarının tam olarak çözülememesinin temelinde meseleye Türkiye genelinde bakmak yatıyor. Batı’da yaşayan kadınların  istihdam oranıyla, doğu ve güneydoğuda yaşayan kadınlar arasında büyük fark var. Bu fark evlenme yöntemlerinde de ortaya çıkıyor.  Örneğin akraba evliliği yapanların oranı Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde %40 iken Batı Marmara’da %4.8’e düşüyor. Yani güneydoğuda neredeyse her 2 kadından biri akraba evliliği yapıyor. Başlık parası ise %44 ile Ortadoğu Anadolu, Kuzeydoğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgelerinde karşımıza ciddi bir sorun olarak çıkarken, bu rakam Ege’de %6’ya düşüyor.

Bu sonuçlar çok açık gösteriyor ki kadın sorunlarına bölgesel çalışmalar yapmak ve yerinde çözümler getirmek şart. Bu meseleye yanlış bakmak çözümde de tıkanmamıza neden oluyor. Örneğin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde kangren haline gelmiş töre ve namus cinayetleri/intiharlarını batı perspektifiyle anlamak ve yorumlamak çok güç. İstatistiki verilerden ziyade bölgede yapılan akademik araştırmalar ve örnek olay analizleri daha yol gösterici niteliğe sahip.

Töre aslen göçebelik dönemine ait bir değer sistemi. Göçebe yaşayan aşiretlerin esenliği ve akibeti, aşiretin/boyun hem liderinin hem halkının törelerini sürdürmesine bağlanmıştır. Bundan dolayıdır ki aşiretlerdeki bu gelenek günümüze kadar varlığını korumuştur. Araştırmalar göstermektedir ki göçebelik döneminde aşiretler, töresini kaybettiğinde yok olacaklarına inanmışlardır. Yani “töre” aşiretler için ölüm kalım meselesidir (kongar.org). Dolayısıyla aslında töre bahanesiyle ortaya çıkan kadın cinayetleri feodal yapının bir sonucudur.

Sadece cinayet mi? İntiharlar veya intihar süsü verilen cinayetler töre sonucunda sıklıkla ortaya çıkan sonuçlar. Türkiye’de kadınların en çok 15-24 yaş arasında ve %50 oranında da “bilinmeyen” nedenlerle intihar ettiğini biliyor muydunuz?

İntihar eden kadınların yarısı evlilik yaşında ve “bilinmeyen” nedenlerle bu yola başvuruyor. Bilinmeyen nedenler toprak olan genç bedenlerle birlikte gaibe karışıyor. Çoğu zaman duyulmadan, bilinmeden kendi sırlarıyla birlikte aramızdan ayrılıyorlar.

Yaşadığı sıkıntıları içine atan, baskı altında sadece “nefes almaya” çalışan, ana olan, yar olan, evinde üreten , işinde üreten, merhameti yüreğinin her daim bir köşesinde tutan, inanan, inandıkları uğruna yüreklice mücadele eden, şiddet gören ve gidecek yeri çalacak kapısı olmayan, evlatları için kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyen ve her daim ayakta dimdik durmak için mücadele eden tüm kadınlarımızın 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü kutlu olsun.

Aydınlık, yüzü gülen, mutlu, üreten, ekonomik bağımsızlığı olan, eğitimli ve çağdaş kadınların yaşadığı bir Türkiye özlemiyle… Kalın sağlıcakla.

NOT: 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar gününde Gazeteci-Yazar Gürkan Hacır ile birlikte, CHP Akhisar Kadın Örgütünün düzenlediği “Siyasi Mücadelede Kadın” adlı panelde konuşmacı olacağız. Tüm dostları bekleriz…

Yer: Akhisar Tütün Otel
Tarih: 8 Mart 2013 Cuma
Saat: 13.30





NİKAH TAZELEYELİM!




NİKAH TAZELEYELİM!

Nikahı kimle mi tazeleyeceğiz? Epeydir aramızın açık olduğu çok partili-demokratik rejimle! Çoktandır unuttuğumuz demokrasiyi ve çok sesliliği hatırlamamızda fayda var.

Biz çok partili döneme 1945’de geçmiştik öyle değil mi? Hatırlama ve hatırlatma ihtiyacı duydum. Neden mi? Gelin bugün yaşamakta olduğumuz “çok partili döneme” birlikte bir göz atalım…

Başbakanın Mardin’deki konuşmasında “Biz her türlü milliyetçiliği ayaklar altına aldık” demesiyle zaten karmaşık olan gündem iyice bulandı. Tabi başbakan öyle der de peşi sıra gelenler olmaz mı? Ardından bu açıklamayı destekler nice farklı söylem vuku oldu. Zaten millet ve ulus tanımları üzerine bir sürü kafa karışıklığı yaratılmışken bu açıklama gündemi germede tuz biber oldu.

İmralı görüşmelerinin AKP-BDP ve Öcalan üçgeninde sürdürüldüğü bu günlerde erk sahiplerinin, toplumun her kesiminin hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak dikkatli açıklama yapmasında fayda var. Fayda var çünkü gergin bir siyasi ortamda ne barışı sağlayabiliriz ne kardeşliği…

İktidar partisi 2002 yılında %34 ile seçildiğinden bu yana, git gide artan bir şiddetle tek parti iktidarı oluşturmaya çalışıyor. Evet iktidardaki parti tek. Fakat bu geriye kalan %50’nin yok sayılmasını gerektirmiyor. Meclis artık bu çoğunlukçu zihniyetle işlevini yerine getiremez hale geldi. 4+4+4 Kesintili eğitimin geçtiği komisyon toplantılarını hatırlayın. Ana muhalefet partisinin tüm çabalarına rağmen her türlü yola başvurularak iktidarın istediği gerçekleşti ve tasarı geçti.

Bir de meseleye şeffaflık ve diyalog açısından bakalım. Ülkemizdeki hangi gelişmelerden haberdar ediliyoruz? Baraj inşaatları, metro açılışları tamam da; Sınırlarımızda durum nedir? Suriye, İran, Kuzey Irak, İsrail ile dış ilişkilerimiz ne halde? Özelleştirmede hangi gelişmeler oluyor? Yeni anayasa ne gibi değişimlere gebe? İmralı sürecinde talepler nelerdir? MİT-İmralı görüşmelerinde hangi gelişmeler yaşanmaktadır? 4. Yargı paketinin içeriği nedir? Ve bunun gibi nice soru aydınlatılmayı bekliyor.

Her sorunun cevabı kamuoyuyla paylaşılmayabilir. Ama devletin bekasını etkileyecek ehemmiyete sahip bu konular mecliste enine boyuna tartışılmalı, sağduyuyla ve tüm partilerin katkılarıyla sonuca ulaştırılmalıdır.

Ama maalesef sistem böyle çalışmıyor. İktidar partisi adeta tek partiymiş gibi yoluna devam ediyor. Tüm bu yaşananlar toplumu olağanüstü geriyor. Partiler arası diyalog neredeyse yok. Zaten iktidar partisinin böyle bir diyalog kurmaya niyeti de yok.

İktidar partisinin partiler arası diyalog kurmaya niyeti yok. Peki ya Cumhurbaşkanı?

Türk siyasi tarihine baktığımızda zaman zaman bu denli gergin günler yaşadığımızı görürüz. Bu noktada aklıma ilk 12 Temmuz beyannamesi geliyor. Çok partili döneme geçtikten bir sene sonra CHP ve DP arasındaki gerginlik öyle bir hal almış ki dönemin Cumhurbaşkanı rahmetli İsmet İnönü yayınladığı bir beyanname ile iki partiye de eşit duracağının işaretini vermiş. Ve bu beyanname ile iki tarafı uzlaşı ve sağduyuya davet etmiş. CHP içinde DP’ye sert muhalefet yapma taraftarı dönemin başvekili Recep Peker’e rağmen İnönü bildirisinin arkasında durmuş ve daha ılıman siyaset yapılması için ısrarcı olmuştur. Ve CHP içerisindeki “gençler grubu”nunda desteğiyle istediği sonuca ulaşmıştır. Üstelik dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü aynı zamanda CHP Genel Başkanı’dır.

Bu tarihi olay günümüze ışık tutmak açısından önem taşımaktadır. İktidar partisinin mecliste temsil edilen diğer partilerle acilen ılımlı diyaloglar kurması ve Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün de bu süreçte partiler arası dengeyi ve uzlaşıyı sağlaması gerekmektedir. Bu şiddetle ve tek parti otoritesiyle devam edecek siyasi söylem ve eylemlerin barışı, kardeşliği, demokrasiyi sağlaması mümkün değildir.

Hani çok uzun süren evliliklerde nikah tazelenir ya... Bizimde ivedilikle çok partili demokratik rejimle nikah tazelememiz lazım. Çünkü biz demokrasiyi ve çok sesliliği unuttuk. Demokrasinin yeniden canlanması ve meclisin işlerliğine kavuşması için bu şart. İktidar partisinin diğer partilerle sağlıklı diyalog kurması, bilgi ve belge akışını şeffaflaştırması ve tartışmaları etnik köken temelinden demokrasi temeline kaydırması gerekmektedir.

Aynı düşünmeyebiliriz. Farklı ideolojilere sahip olabiliriz. Ama eğer ki yurtseverlik paydasında buluşuyorsak özellikle anayasa gibi hayati bir konuda dikkatli davranmaya, uzlaşmaya ve ortak bir yol bulmaya mecburuz.

Yurtseverlik paydasında buluşuyorsak... Buluşuyoruz öyle değil mi?

‘13 ANAYASASI



'13 ANAYASASI

1921, 1924, 1961 ve 1982. Bu tarihler Türkiye Cumhuriyeti Anayasası için dönüm noktaları. Her yeni anayasa ülkenin içinde bulunduğu koşullardan etkilenmiş ve bu doğrultuda kurgulanmış. Devrimle başlayan, devletin dini kimliğinin ortadan kaldırılıp laikleşme süreciyle devam eden ve en sonunda ’80 darbesiyle bizlere miras kalan anayasamız...

Anayasaların ilk çıkış noktası iktidardaki mutlak güç sahibinin yetkilerinin sınırlandırılması ve tebaadan vatandaşlığa geçerek  hak ve hürriyetlerin genişletilmesidir. Bu açıdan bakacak olursak Osmanlı Dönemi’nde karşımıza çıkan ilk belge Senedi İttifak’tır. Padişah II.Mahmut’un az da olsa haklarının daraltıldığı bu belgeyle Anadolu ve Rumeli ayanlarından yardım ve iş birliği talep etmekteydi. Böylece ilk defa iktidar sahibinin yetkisi sınırlandırılmaktaydı.
Senedi İttifak’ın ardından 1839’da Tanzimat Fermanı geldi. Askerlik ve vergi düzenlemeleri barındıran bu ferman aynı zamanda vatandaşlarına can ve mal güvencesi vererek anayasa oluşum sürecindeki önemli belgelerden biri olarak tarihe geçmiştir. Hattı Hümayun ve Islahat Fermanlarının ardından Osmanlı-Türk tarihinin ilk anayasası 1876’da çıkarılan Kanun-i Esasi ile Türkler –sadece erkekler için geçerli olsada- ilk defa seçme ve seçilme hakkını elde etmişlerdir.

Ve Cumhuriyet tarihi. Yani devrim süreci ve sonrası anayasalarımız. Olağanüstü koşullarda gerçekleşen 1921 anayasası 24 maddeden oluşan oldukça kısa bir anayasaydı. Bu anayasanın en önemli özelliği tüm yetkilerin Meclis’e verilmesiydi. Şevket Süreyya Aydemir yıllar sonra yazacağı Tek Adam adlı eserinde 1921 anayasasını “ihtilal anayasası”, 1924 anayasını ise “barış ve kalkınma” anayasası olarak tanımlayacaktı. Ve ardından gelen askeri darbeler ve onların etkisiyle oluşturulan 61 ve 82 anayasaları.

Görüldüğü üzere demokratikleşme süreci adına henüz çok genç olan Cumhuriyet tarihinde oluşturulan anayasalarda olgunlaşma ve özgürleşme süreci tam olarak sağlanamamıştı. Kolay da değildi elbet. 700 Yıl süren dinci ve monarşik yapının demokratikleşmesi sancılı olacaktı. Dış güçlerin Türkiye’nin demokratik ve güçlü bir yapıya kavuşmasını istemedikleri ise hepimizin malumuydu. Özellikle 12 Eylül darbesi demokratikleşme sürecine emperyal güçlerin etkisiyle vurulmuş önemli bir sekteydi.

Şimdi yıl 2013. 20. Yüzyıla girdiğimiz bu günlerde yeni bir anayasanın sancısı bizleri bekliyor. Daha evvel ihtilal, kalkınma ve darbe dönemlerinin dokusunu taşıyan anayasamızın bu sefer merkezine hangi kavramı alacağı merak konusu. Acaba gerçekten dile getirildiği ve hepimizin temennisi olduğu üzere “barış”ın sağlanması mı amaç? Yoksa yeni bir yapılanmanın taşları mı döşeniyor? Yani yeni anayasa özgürlükleri genişleterek temelinde toplumsal uzlaşı ve bütünleşmeyi mi sağlayacak, yoksa herkesin özgürlüğü kendine diyerek toplumsal ayrışmayı mı?

PKK ile barış sürecinde görüşmeye başlanılan İmralı’ya giden ekipte Anayasa Komisyonunun 2 üyesinin bulunması (Altan Tan, Sırrı Süreyya Önder)  çok basit bir denklemi çözmemize yardımcı oluyor; İmralı görüşmeleri yeni anayasanın oluşumunda etkili olacak. Hadi bir adım daha atalım; Öcalan yeni anayasanın oluşum sürecinde masadaki yerini alacak. Şimdi önemli olan “barış” şartına koştukları taleplerdir.

Başbakanın ısrarla milliyetçiliği ve ulusalcılığı iteklediği bu günlerde anlıyoruz ki yeni anayasa milli değerler temelinden çıkarılacak. Bu noktada ana muhalefet partisinin tüm hassasiyetine ve mücadelesine rağmen bazı endişeler mevcut. Biz toplum olarak teoriden uzak pratiğe yakın bir kültürden geliyoruz. Anayasa metinleri, tüzükler, yönetmelikler genellikle okuma alışkanlığımız olmayan teknik metinlerdir. Biz kültür olarak teorik metinlere değil uygulama ve sonuçlarına bakarız. Ve böyle hallerde gidilen referandumlarda kafalardaki kavram kargaşalarına en kolay çözümü mutlak gücün yanında yer alarak buluruz. Zaten referandum süreçleri medyanın da etkisiyle manipüle edilmeye müsait süreçlerdir. İşte 82 anayasasının ezici bir çoğunlukla halk oylamasının kabulünü görmesi bundandır. Yani ezcümle AKP, BDP ve Öcalan uzlaşısıyla oluşturulacak ve ulus devletin temel yapısıyla oynayacak ve güya “barış” ve “özgürlük” getirecek yeni anayasa halk oylamasına gider ise kabul edilmesi kuvvetle muhtemeldir. Meselenin bu hale gelmeden sağduyuyla mecliste çözülmesi hayati önem taşımaktadır.

2011 Genel seçimlerinde %50’ye yakın bir oyla gelen AKP’nin iktidar olup muktedir olamadığı ve meclisteki tüm bu çoğunluğuna rağmen meseleyi meşru zeminde çözemediği gün gibi ortada. Bundan sonra ki süreçte kontrolün ne kadarının TBMM’de ve iktidarda olduğunu birlikte yaşayarak gözlemleyeceğiz.

Şimdi elimde pek okumaya alışık olmadığımız Türkiye Cumhuriyeti Anayasası var. Gözüme madde 6 ve 7 çarpıyor: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir ve Yasama yetkisi Türk Milleti adına Türkiye Büyük Millet Meclisinindir. Bu yetki devredilemez”.

“Türk Milleti adına...” diyor 7. madde ve devridelemez. Göreceğiz...

Kalın sağlıcakla...

SİYASET FELSEFESİ


SİYASET FELSEFESİ


Geçen hafta felsefeyle yaşama dair kısa bir giriş yazısı yazmıştım. Bu hafta kaldığımız yerden devam ederek bugünü yorumlayalım istiyorum.

Günümüzde de birçok siyasi akımda kuvvetli etkileri bulunan filozof Karl Marx’ın, Iena Üniversitesindeki öğrencilik yıllarında coşkulu bir taraftarı olduğu Hegel’in sözleri devlet tanımı açısından günümüze de ışık tutuyor;

“Devlet ne sözleşme meselesidir, ne de güvenlik ya da polis meselesi;devlet bir kültür (eğitim, bilgi ve eylem) meselesidir; daha üstün bir amaca yönelik akli bir iradeyle, sırayla ailede hayat bulan adetlerle ve sonra “sivil toplum” çerçevesinde ihtiyaçlarla ilgili bir meseledir. Bu amacın odak noktası, siyasal ruhun birliğine verilen “yurtseverlik” adında ışıldar”.

Devleti ve dolayısıyla devlet yönetimini sadece güvenlik ve sözleşmeler üzerine kurulu olmadığını çok net anlatan Hegel’e inat bugün içinde bulunduğumuz yönetim anlayışı tam tersi bir uygulama sergiliyor. Siyasal  felsefe ve derinlikten yoksun, meseleleri sadece yüzeysel algılayan ve yorumlayan zihniyet, yurtseverliğin önemini geri plana atarak başarılı olabileceğine inanıyor. Bizi bir arada tutan değerleri kendine göre çerçeveleyen iktidar, çerçeveyi mezhep temelinde tutarak çok büyük bir tehlikeye yol açıyor. Toplumu “din kardeşliği” ortak paydasında buluşturmak isteyen egemen zihniyet terminolojisini de bunun üzerine kurguluyor.

AKP’nin tüm grup toplantılarında, başbakanın tüm demeçlerinde hep aynı tür retorik var. Başbakanın kullandığı islami dil bir kesimi tamamiyle dışlarken, erke yakın olmak isteyen bir kesimi de kendine doğru çekiyor. İktidarın %50 çoğunlukla seçilmiş olmasının altında bu dilin çok etkisi var. Bu dil aslında devleti temsil eden iktidarın nasıl bir toplum istediğini de ortaya koyuyor. Aslında ortaya, AKP’nin iktidarda olduğu 10 sene boyunca ilmek ilmek dokuyarak oluşturduğu bir “egemen sınıf” çıkıyor. Bu durumu siyaset felsefesi açısından yorumlayacak olursak; Karl Marx’a göre bütün çağlarda egemen olan düşünceler egemen sınıfın düşünceleridir. Yani başka şekilde ifade etmek gerekirse ekonomik olarak egemen olan sınıf ideolojik gücü de egemen olan sınıftır.

Baktığınız zaman yeşil sermayenin Türkiye’deki yolculuğu 80’lere kadar dayanıyor. 80’lerden bugüne “din kardeşliği” ekonomik olarak da çok kuvvetli bir bağ oluşturmuş ve bu zihniyet öncellikle maddi güç kazanmıştır. 2002 Yılında %34 oyla gelen AKP kendi egemen sınıfını devletin imkanlarını da kullanarak güçlendirmiş ve oyunu %50’lere kadar çıkarmıştır. Ekonomik olarak durdurulamayan bir hızla zenginleşen bu sınıfın ideolojisinin Türkiye geneline yayılmasına şaşırmamak gerek. Burada bir yanılgıya düşmememiz lazım; oy veren %50 ekonomik olarak gelişmişliğe ve refah seviyesine sahip değil. Fakat bir şekilde egemen sınıfla maddi bağı var; fabrikalarında, işletmelerinde çalışıyor dolayısıyla o ağın içerisine giriyor.

Peki her türlü baskı ortamında git gide büyüyen bu zihniyetin önüne nasıl geçilir? Yazıya felsefeden başladık ya yine öyle devam edelim; Karl Marx “Egemen sınıfın özel çıkarı kolektif çıkar olmaktan çıktığı anda bütün aldatmacalar ve yanılsamalar kendilinden son bulacaktır” diyor.

Yani aslında toplumsal çıkarların önüne geçen ve bir hastalık gibi tüm ülkemizi saran bu zihniyet büyük bir tuzaktır.  Biz bizi birarada tutan değerleri görebilirsek bu aldatmaca da son bulacaktır.