Sol yanım...

22 Aralık 2012 Cumartesi

DİRENİŞ




Her varoluş bir direnişin sonucudur. Bir mücadelenin, sancılı bir doğumun, belki bir fikri çatışmanın ürünüdür. Hiçbir fikir, olgu, eylem, direniş ve mücadele olmadan hedefine ulaşamaz. Bunun en somut örneğini ODTÜ’de son yaşananlardır. Solun farklı fraksiyonlarından gelen fakat ortak ideası anti-emperyalizm olan bir grup ODTÜ’lü öğrencinin, protesto haklarını kullanmak isterken adeta kıyıma uğraması bir direniş örneğiydi. Bir isyan türküsüydü hafızalardan hiç silinmeyecek…

Aslında uzun zamandır aklımı üniversite gençliğinin sessizliği kurcalıyordu. Özgürlüklerin pranga altına alınmasına en çok onların isyan etmesi gerekirdi. 80 Sonrası sindirilen, korkutulan ve tüm örgütlenmeleri paramparça edilen gençlerin uzun zamandır ilk ciddi eylemiydi ODTÜ… Arada ufak çaplı eylemler oluyordu ama bunlar ciddi manada ses getirmiyordu. Özellikle üniversite gençliğinin, kollektiflerin ve siyasi partilerin gençlik örgütlenmelerinin kolkola gerçekleştirecekleri eylemlerin özlemi vardı içimde. Böyle faşist bir ortamda gençlerden beklenti içerisinde olmak onlara da haksızlık olur farkındayım. Sadece parasız eğitim istedi diye yıllarca hapis yatan arkadaşlarını göz önünde bulundurursak, uzak durmakta haklıydılar belkide...

Neresinden bakarsanız bakın ODTÜ eylemi bir milattır. Gençlere uygulanan  acımasız müdahale tarihe kara bir leke olarak geçmiştir. Ama öte yandan kendi içinde çok çeşitli fraksiyonları olan sol cenahı bir araya getirmiş, kenetlemiştir. Benzer bir kenetlenme üniversiteler arasında da yaşandı. Uzun zamandır iktidar yanlısı rektör atamalarıyla suskun hale getirilen öğretim üyelerinin bir kısmı bu zulüme tepki gösterdi. ODTÜ Rektörü ve öğretim üyeleri gençlerin etrafında birlik oldu. Bu halkaya Boğaziçi Üniversitesi rektörü de verdiği destekle eklendi. Bu gelişmelerin hepsi uzun süredir siyasi arenada tek başına muhalefet yapan CHP’ye de can oldu. CHP’li birçok vekil ODTÜ’lü gençleri hastanede ziyaret etti destek oldu.

Üniversitede uygulanan zulüm sadece polisin müdahalesiyle de kalmadı. Eylemden sonraki gün gençlerin evleri basılarak birer birer gözaltına alındılar. Bunların hepsi kasıtlı girişimlerdir. Başbakan bu konuda çok kararlı. Gençlik 2023’e kadar ya onun istediği gibi şekillenecek ya da sistem dışına itilecek. Başbakan kinine sahip çıkan, muhafazakar bir gençlik özleminde. Bu özlem devletin tüm kurumlarında etkisini gösteriyor. Devrimci gençliğe nefes alma hürriyeti tanınmıyor.

Gençlik tabiatı itibarıyla isyankardır. Kavak yelleri eser başında. Esmelidir de. Özgürlük ve bağımsız mücadelesi vermeyen karanlık zihniyet aslında körleştirilmiş bir gençliğin ürünüdür. Bunu karanlık beyinlerin anlaması imkansız. Ama bu baskılamalar toplumda ciddi rahatsızlıklara yol açacaktır. Bunu yakında hep birlikte göreceğiz.

Eylemsizlik bir toplumun üzerine serilen ölü toprağı adeta. İnsanlar hangi görüşü savunursa savunsun, düşüncesini ifade etme hürriyetine sahip olmalı. Mevcut iktidarın bunu baskılamak istediği çok açık. Ama ODTÜ olaylarından sonra gençlerin daha sıkı bir örgütlenmeye gireceklerine canı gönülden inanıyorum.

Ve son bir not: Başbakanla cumhurbaşkanı arasında süregelen gerginlik ODTÜ’de tekrar karşımıza çıktı. Devletin tüm resmi erkanının yer aldığı törene cumhurbaşkanı davet edilmemişti. Şimdi ben cumhurbaşkanından ODTÜ’lü öğrencilere destek içeren sürpriz bir açıklama bekliyorum. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar Sayın Abdullah Gül’ün daha demokrat bir görüntü sergileyeceği ve başbakanı olabildiğince yıpratacağı inancındayım. Hep birlikte izleyip göreceğiz.

Sevgiyle kalın…

CHP PARTİ OKULU




Cumhuriyet Halk Partisi’nde uzun süredir kurumsal anlamda parti içi eğitim çalışmalarına başlanmak isteniyordu. Daha evvel çeşitli girişimlerde bulunulmuş fakat sürekliliği ve standardizasyonu sağlanamamıştı. 17 Ağustos 2011’de Genel Başkan Yardımcısı Perihan Sarı’nın göreve gelmesiyle başlayan parti içi eğitimin kurumsallaşması süreci, 1 yıl evvel Eğitici Eğitimleri ile hız kazandı. 3 Günlük yoğun bir çalışma temposunda süregelen Eğitici Eğitimi adlı eğitim modülü tüm Türkiye’yi dolaştı. Eğitimlerin son gününde katılımcılar tarafından tasarlanan sosyal projeler birer birer yeşermeye başladı. Toprağa atılan tohumlar misali, katılımcıların gerçekleştirdiği sosyal projeler yayıldı, çoğaldı ve tüm örgütlerde can buldu.

Sadece projeler çoğalmadı, neredeyse 81 ilde eğitim veren Parti Okulu eğitmenleri de her gittikleri ilde yeni arkadaşların katılımıyla çoğaldılar ve tüm Türkiye’yi yansıtan bir ayna oldular adeta. Parti Okulu’nda görev alan usta eğiticiler, okul sorumluları, sınıf sorumluları ve danışmanlar parti içi görevleri her ne olursa olsun ortak bir amaç için var güçleriyle emek sarfettiler.

Emek, emek, emek… Sanıyorum CHP Parti Okulu’nu tanımlayabilecek en güzel kelime “emek”. Karşılıksız özveri, umut ve  sevgi. İnsan sevgisi, vatan sevgisi, parti sevgisi. Zaten CHP örgütünün bir parçası olmakta, partililik bilinci de böyle birşey. Ailesinden, işinden , sosyal yaşantısından özveride bulunan her örgüt emekçisi altın değerinde. CHP Parti Okulu özverili CHP örgütünün bir mozaiği adeta. İşleyişini anlamak için bir parçası olmak, deneyimlemek, özümsemek gerek. Ben bu şansa sahip olduğumdan beri büyük bir mutlulukla bu deneyimi yaşıyorum. Eğitim için gittiğimiz illerdeki yol arkadaşlarımızla tanışmak, onların yaşadığı coğrafyadaki siyaseti anlamak, gözlemlemek paha biçilemez bir tecrübe. Kazandığımız kişisel tecrübeyle birlikte Parti Okulu örgüt içi bütünleşmeyi, empatiyi, dostluğu sağlayan kuvvetli bir bağ. Bu bağı sağlayan başta Genel Başkan Yardımcımız Perihan Sarı olmak üzere tüm Parti Okulu eğitmenlerine, emekçilerine teşekkür ediyorum. Verdikleri emek, gösterdikleri sabır ve kattıkları değer için…

Yıllardır iktidarın tüm nimetlerinden mahrum olan ve kuruluş tarihi itibarıyla ülkemizin en eski siyasi partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi için örgütlerini ilk günkü kuvvetle ayakta tutmak adeta bir mucizedir. Bu mucizenin sebeplerini çok uzaklarda aramamak lazım. Ortak hedefler, yurtseverlik, çağdaş ve aydınlık bir Türkiye özlemi genciyle yaşlısıyla tüm örgütü birbirine bağlıyor. Bu bağı sağlamlaştıran, destekleyen her eyleme, oluşuma hepimizin elbirliğiyle destek vermesi lazım. Çağdaşlaşma ve aydınlanma mücadelesi uzun ve meşakkatli bir yolculuk. İnanmak temel koşul. İnanarak yürümek. Tıpkı Nazım Hikmet’in dizelerindeki gibi: “Yürümek;yürümeyenleriarkanda boş sokaklar gibi bırakarak, havaları boydan boya yarıp ikiyebir mavzer gözü gibikaranlığın gözüne bakarakyürümek!..”
Yolumuz iktidar yoludur. CHP Çınarının altında bizimle birlikte yol yürüyen tüm yoldaşlarımızla, yolumuz açık olsun.



18 Aralık 2012 Salı

CAMBAZ




Ülkemizde gündem ne kadar hızlı değişiyor farkında mısınız? Her yeni güne yepyeni bir olayla uyanıyoruz. Velev ki olay yok, gündem cambazları boş durur mu hemen  yaratıyorlar. Sakin geçen bir günümüz yok. Duramıyoruz. Duranın yandığı bir oyun bu adeta. Ya da bir çeşit halkı uyuşturma yöntemi. Tenis maçı gibi. Hep gözler topta. Gözünüzü ve aklınızı size sunulan gündemden ayıramıyorsunuz. Transa geçiyorsunuz bir müddet sonra. Beyin uyuşuyor. Gerçeklerden, sorunlardan uzaklaşıyor. Son günlerde gündem değiştirme işinin üstadlarından başbakan yardımcısı Bülent Arınç sahnelere geri döndü. Tam gözyaşlarıyla bakan Davutoğlu başrolü kapmak üzereyken “hop” dedi. Ben varım burada. Ve perde açıldı…

Bir İzmir ziyaretinde, kendi deyimiyle “çağdaş” yaşayan insanlara yönelik “hayat içkiden ve seksten ibaret değildir” diyerek nutkumuzun tutulmasına neden olan Sayın Arınç şimdi de meclis çatısı altında kadınlara dair konuşma yapan CHP vekili Nazlıaka’ya “evli ve çocuklu bir kadın böyle konuşamaz, utandım” diyerek ahlak dersi vermeye kalkıştı. Arınç’ın  ahlak polisliğine tepkiler çığ gibi büyürken yeni bir hamle geldi. Bu sefer Arınç BDP vekili Kışanak’ın Diyarbakır Cezaevi’nde yaşadığı işkencelere dem vurarak muhteşem bir salvoyla gündemi değiştiriyordu. Hem de ne değiştirme. Kimsenin yalanlayamayacağı Diyarbakır Cezaevi’ndeki işkencelere maruz kalmış bir kadın siyasetçiyle empati kuruyordu. O da yetmiyor gazetelerin manşetine konu olacak şekilde Öcalan’ın gençliğinden bahsediyordu. Öğrenci yurdunda namaz kıldığını belirterek vicdanları yokluyordu. Herkesin ilgisi meclisteki ahlak polisliğindeyken gözleri başka konuya çeviriyordu. Mahzun bir ifadeyle hak veriyordu bir kadın vekile. İki damla gözyaşı var mıydı? Henüz yok. Ama yakındır.

Tüm bunlar yaşanırken Konya’dan bomba haber düşüyordu basına. Şeb-i Aruz törenlerinde başbakanın talimatıyla ilk defa siyasilere konuşma yasağı getiriliyordu. Bundan önceki törenlerde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun gördüğü ilgiyi hesaba katarsak, başbakanın bu yasağına çok şaşırmamak gerek. Ama yasağa takılan yok tabi. Tüm gündem arapsaçına dönmüş. Bu tür yasaklar artık haber değeri taşımıyor, kanıksanmış. Sahnede  sadece bir kişiye yer var. O da yerini almış, oyununu oynuyor. İzliyoruz.

Aklıma bir şarkı geliyor. Cambaz. Yıl 1977. Sözlerini Mehmet Teoman yazmış: “Cambaz, ip üstünde oynuyor. Cambaz, ip üstünde ağlıyor. Hayat ip üstünde geçiyor”. O kadar uygun ki halimize. Hayatımız bir ip üzerinden yönetiliyor. Ama orada bize yer yok. Birileri konuşuyor, düşünüyor, belirliyor. Biz izliyoruz. "Durun bir dakika söyleyecek sözümüz var" diyoruz. Bakıyoruz ki rüzgar tüm kelimeleri süpürmüş. Yeni gündemimize bakıyoruz.

Bu  kısırdöngü ne zaman değişecek diye düşünüyorum. Ben düşünürken başbakanın kuvvetler ayrılığından rahatsız olduğuna yönelik yeni bir haber düşüyor medyaya. Kucağımızda nur topu gibi bir gündemimiz var yine. Acaba diyorum gerçekten Şirince’ye mi kaçsak? 

Oyunda yeni perde açılıyor. İyi seyirler.




10 Aralık 2012 Pazartesi

YENİ DÜZENE DOĞRU...


İktidarın Kürt açılımı tam bir çelişki yumağına dönüştü. Açılımdan vazgeçtiler, bu sefer tam kapanmaya yöneldiler. Her virajda ayrı bir yöne savrulan iktidar, son düzlükte direksiyon hakimiyetini kaybetti anlaşılan. İleri demokrasiden vazgeçtiler ileri faşizme yöneldiler. Sadece BDP’li milletvekillerin dokunulmazlığının kaldırılması talebi bunun nice örneğinden biri. BDP’nin siyaset anlayışını asla onaylamıyorum. Ama sadece belirli vekillerin dokunulmazlığını kaldırmak gibi ayrımcı bir zihniyeti desteklemek de büyük gaflet olur. Zaten o gaflet gün gelir kapımıza dayanır.

İktidarın bu fütursuz ve hoyrat tavrının altında çoğunlukçu siyaset anlayışı var. Gücün büyük kısmının tek elde olması ülke için büyük risk. Bu riski gören CHP, meclis aritmetiğine ve çoğulculuğa yönelik duruşunu net sergiledi. Bu duruş, anayasa komisyonundaki bir öneriyle vücut buldu. TBMM Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun toplantısında “TBMM’nin Kuruluşu ve Milletin Temsili” başlıklı madde görüşülürken, CHP’nin önerisi olan Türkiye Milletvekilliği önerisi diğer partiler tarafından da kabul edildi. Bu enteresan uzlaşı aslında geleceğe yönelik çokca umut barındırıyordu bünyesinde. Bu madde kısaca, 550 milletvekilinin 450’sinin nüfusa göre illere dağılarak, 100’ünün ise ülke genelinde alınan oy oranında “barajsız” temsil hakkına sahip olmasını öneriyor. Yani ülke genelinde %1 oy alan parti 1 milletvekiliyle temsil edilebilecek mecliste. Geriye kalan 450 vekilin barajı konusunda henüz bir uzlaşı sağlanamadı. Fakat bu maddeyle mecliste çoğulcu bir yapı nispeten sağlanabilecek.

Aslında bu maddenin, CHP’ye oy veren kimi TKP’li, İP’li ve diğer az oy alan parti seçmenlerinin oylarını çekmesine neden olabileceği gibi negatif bir yönü var. Ama siyaset anlayışı gereği CHP bu handikapı göğüslüyor. Ve tüm partilere mecliste siyaset yapma şansı tanıyan bu yasayı gündeme getiriyor. Aslında aldığı bu riskle özgürlükler konusunda ne kadar samimi olduğunu da ortaya koyuyor.

Son 10 yılda başımıza ne geldiyse meclisteki çoğunlukçu yapının hükmünden geldi. Dolayısıyla çoğulculuktan korkmamak, çekinmemek lazım. Bu konudaki endişelerin tümü yersizdir. Siyasetin meşru alanı meclistir. Sözü olan ve ülke genelinde sözünün belli oranda karşılığı olan herkes mecliste temsil imkanı bulmalıdır. Yoksa alternatif yollar aranır ki bu yollar ülkemizi nice çıkmazlara götürür. Götürmektedir.

Kimi milletvekillerinin dokunulmazlığının kaldırılması mevzu bahisken çok sürpriz bir gelişmeye de hazır olmalıyız. AKP hiç beklenmeyen bir hamle yapıp tüm dokunulmazlıkları kaldırabilir. Şaşırmayın. İktidarın birçok milletvekili mecliste 3. dönemini yaşıyor. Ve birçoğununda dosyaları var. Belkide kimileri için hızlı bir aklanma süreci başlayabilir. Ama bu sürecin “kimileri” için işleyeceğini göz önünde bulundurup, tüm dokunulmazlıkların kaldırılması konusunda ihtiyatlı davranmak gerek. Çoğunluk zihniyeti her zaman kendi çıkarlarını korur. Unutmamak lazım.

Sadece belli vekillerin dokunulmazlıklarını kaldırmak ayrımcılıkta son noktadır ve nihai hedefi ana muhalefet partisidir. İktidarın son noktaları nereye kadar varacak kestiremiyorum. Çevrelerini yaka yıka ilerledikleri apaçık ortada. Net bir yol haritaları olduğundan da emin değilim. İçinde bulunduğumuz dönem onlar içinde yeni bir düzen öncesi kaostur. Bu kaostan kimin karlı çıkacağı iki gücün tutumuna bağlı: Muhalefet ve Halk. Doğru tepki ve müdahalelerle zarar minimuma indirilebilir. Yeni düzen için geriye sayım çoktan başladı. Şimdi artık şeytanın gör dediğini görmek, gelen kıyametin kokusunu almak, atılacak her adımı kararlılıkla atmak zorundayız. Çünkü yeni düzende bizim gibi düşünenlere yer yok!


KIRMIZI ÇİZGİLER


Mustafa Kemal Cumhuriyet’in kuruluş sürecini tesadüfe bırakmamıştı. Stratejisini doğru belirlemiş, hedefini net koymuştu. Amacı uygar bir Türkiye idi. Bu uygarlık, kim ne derse desin “Batı” uygarlığıydı. Osmanlı’dan kalan hastalıklı mirası iyi analiz etmiş, bu doğrultuda yapacağı her devrimi büyük bir hassasiyetle planlamıştı.

Saltanatın kaldırılmasıyla başlayan devrim süreci bilinçli bir şekilde her alanda işliyordu. 30 Ağustos 1925’de Mustafa Kemal Kastamonu’da tarihi konuşmalarından birini yaparken; “Türkiye Cumhuriyeti halkı, ileriye ve yeniliğe doğru uzun adımlarla yürümeye devam edecektir. Bilince hastalık bulaşmadıkça geriye gitmek veya duraklamak hatıra dahi gelmez” demişti.

Bilince hastalık bulaşmadıkça...

Gelin görün ki 21. Yüzyıl Türkiye’sinde bilince hastalık bulaştı. Hastalık bilince bulaştığı gibi tüm bedeni de sardı. Cumhuriyet’in kuruluşunda gerçekleşmiş tüm devrimler iktidar tarafından tek tek elden geçiriliyor. Ve neredeyse her birinden bir parça ödün veriliyor.

İktidarın ustalık dönemindeki bu yeniden şekillendirme süreci Türk Dil ve Tarih Kurumuyla başladı. Yeniden şekillendirme diyorum çünkü yeniden yapılandırma olumlu bir anlam taşır. Buradaki niyet “şekillendirme”dir. Arzu edilen hedefe yönelik şekillendirme.  

Şöyle bir hafızalarımızı zorlayalım. Ustalık döneminin başlarında Milli Eğitim’in ders kitaplarında Atatürk İlke ve İnkılaplarına uygunluk koşulu, ilgili bakan tarafından "Zaten anayasada var, yeter" denilerek kaldırıldı. Daha sonra bir gece ansızın kanun hükmünde kararname eliyle TDK ve TTK’dan “Atatürkçü düşünce” ile “Atatürk ilke ve inkılaplarını” yaymak ve geliştirmeye yönelik temel ilkeleri kaldırıldı. Bir diğer deyişle kurumların içi boşaltıldı. Hemen ardından 4+4+4 kesintili sistem ile eğitime darbe vuruldu. Milli Eğitim’de bir devrim niteliğinde olan 8 yıllık eğitim alt üst edilmişti.

            29 Mayıs 1926’da kabul edilen ve cumhuriyetin önemli bir kazanımı olan  Türk Ticaret Kanunu’na geldi sıra. Türk Ticaret Kanunu’nun şeffaflaşma kılıfıyla yenilenme teklifi geldi meclise. Artık devletin belirleyeceği bağımsız denetmen eliyle şirketlere istenilen yaptırım uygulanabilecekti.  Eğitimden sonra ticarette şekillenecekti. Hemen ardından yeni anayasa çalışmaları çerçevesinde vatandaşlık ve millet kavramları tartışmaya açıldı. Bu da yetmedi sıra anadilimizin masaya yatırılmasına geldi. Tek dil mi çok dil mi derken başbakan’dan inciler döküldü. Başbakan bu sefer “tek din” vurgusu yaparak laiklik kavramına yoklama çekmeye başlamıştı. Ve en son şapka ve kıyafet devriminin yıldönümü haftası, okullarda kıyafet serbestisiyle eşitlik ilkeside alt üst edilerek henüz çocuk yaştaki öğrencilere okulda türbanın yolu açıldı.

2011 Genel seçiminden bu yana iktidarın bu girişimlerine bakarsak ustalık döneminin tam bir “icraat” dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Çıraklık döneminde dönüşüm için gerekli kadrolaşmayı sağlayan iktidar, kalfalık döneminde de tartışılmaz dediğimiz tüm kavramları yani kırmızı çizgilerimizi tartışmaya açmış, bununla da yetinmeyip kucağımıza nur topu gibi bir Kürt açılımı bırakmıştı. Ustalık döneminde ise artık zemin hazırdı. Sanki tüm devrimlerle bir hesaplaşma yaşanırcasına, bir rövanş alırcasına müdahaleler yapılmaya başlandı her alanda. İktidarın bu müdahalelerine nereye kadar izin verilebileceği sorusu ise bizim önümüzde önemli bir mesele olarak duruyor. Burada iktidarın güzergahını değiştirebilecek en kuvvetli etmen ana muhalefet partisi CHP’nin kırmızı çizgileridir. Değişmesi teklif edilemeyecek kırmızı çizgiler…

Seçim takvimi yaklaştıkça iktidar cumhuriyet kazanımlarına yönelik eylemlerini peşi sıra gerçekleştirmeye devam edecek gibi görünüyor. Artık hastalandıktan sonra doktora gitme lüksümüz kalmadı. Kuvvetli öngörülerle yaklaşan kıyamete karşı önlemimizi almalıyız. Korkarım ki sonra tedavi için çok geç olabilir.

30 Kasım 2012 Cuma

BİR DEVRİME DAİR


“Dans, balo filan hepsi vesile, hepsi bahane. Bizim hayalimizden bile geçmeyen o makineler, cihazlar, aletler, bilimsel buluşlar, sanat ve düşünce eserleri, elbette rastlantı ya da talih işi değil. Hepsinin arkasında canlı, uygar, özgür, rahat bir hayat var.İlerlemek için bu canlı hayatı sağlamak, üzerimizdeki yüzlerce yıllık bağnazlık tozunu silkelemek zorundayız. Hayata kapalı insanlarla uygarlık yarışına girilebilir mi?” Gazi Mustafa Kemal- 06/Kasım/1925
(Aktaran, T. Özakman, 2010.)

“Hayata kapalı insanlarla uygarlık yarışına girilebilir mi?” diye soruyor Mustafa Kemal. Şapka ve kıyafet kanununun çıkmasına sayılı günler kala Ankara’daki çiftliğinde. Yeni açtığı Uşak Şeker Fabrikasının heyecanıyla bir dost sohbetinde, anlatıyor. Artık gittiği her yerde insanların fes takmaktan vazgeçtiğini farkediyor. Kolay değil. Şapkanın dinen caiz olmadığını düşünenler çoğunlukta. Müftüler tarafından fetvalar veriliyor bu konuda. Dönemin Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi Hoca “Şapka giymekte dini ve vicdani sakınca yoktur” diye açıklama yapıyor. Düşünün. Yüzyılların dine dayalı giyim kuşam alışkanlıklarından kurtulmak ne kadar zor. İşte bundan ötürü devrim niteliğinde diyoruz M.Kemal’in inkilaplarına.

Mustafa Kemal, yaklaşık 624 yıl hüküm süren Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalma bazı bağnaz alışkanlıklardan kolay kurtulunamayacağını biliyordu. Osmanlı özellikle son 200 yılında, İslam kisvesi altında devlete kemikleşmiş bir dini yapı yerleştirmişti. Bu noktada dinin devlet yönetiminden ayrışması farzdı. İşte “laiklik” hızır gibi yetişti o günlerde.

Evet. Kıyafet devrimide diğerleri gibi kolay gerçekleşmedi. Sancılıydı. Bugüne geldiğimizde, cumhuriyetin tüm bu kazanımlarının sadece “89” yıldır bu topraklarda yaşadığını unutmamamız gerekir. Cumhuriyet henüz çok genç. 600 Yıllık imparatorluğun yerleşmiş kimi alışkınlıklarından tam olarak kurtulmak için zamana ihtiyacımız var. Bu zamanı ancak cumhuriyet devrimlerini geliştirerek, sürekli kılarak lehimize çevirebiliriz.

Peki biz bu zamanı yani “cumhuriyet sürecini” nasıl kullanıyoruz? Devrimleri geliştirerek mi yoksa devrimin yıldönümü haftasında devrime karşıt girişimlerde bulunarak mı?

Bildiğiniz üzere okullarda serbest kıyafete dair yönetmeliğin geçmesiyle artık devlet okullarında tek tip kıyafet dönemi kapanmış oldu. Devlet okullarında diyorum çünkü özel okullarda velilerin %60’ının ortak kararıyla tek tip kıyafet uygulaması olabileceği belirtilmiş. Şu çok net ki burada amaç devlet okulu öğrencilerine yönelik. Ve çok açık ki başörtüsünün serbest kalması için gündeme getirilmiş bir mevzu. Hemde devrimin yıl dönümü haftasında... Bu konuyla ilgili sendikalar gerekli açıklamaları yaptı. Bu meselenin birçok açıdan zararları var. En önemlisi sosyo-ekonomik farklılıkların ortaya çıkacak olması. Bırakın doğuyu güneydoğuyu, büyükşehirlerin göbeğinde dahi yaşanan yoksulluk manzaraları en azından okul ortamında bir önlükle kapanıyordu. Her çocuk eşit oluyordu 50 TL’lik bir önlükle. Şimdi durum öyle mi olacak? Sanki her alanda koşulsuz bir özgürlüğümüz varmış gibi mesele okuldaki kıyafet serbestiyetine dayandı. Peki bu uygulama örnek teşkil edip diğer kurumlara sıçrarsa ne yapacağız? Belki de kademeli olarak amaç budur.

Türkiye’de aslında hiçbir siyasi partinin başörtüsüne bir karşıtlığı yok. Burada mesele yaşı itibariyle kendi kendine karar veremeyecek çocukların “iradeleri dışında” örtünmeye mecbur kalmaları. Ya da ekonomik durumlarını ortaya çıkaracak bir ortamın sağlanmış olması. Yoksa 18 yaşına geldikten sonra kendi kararını verip, istediği yaşamı sürebilir. Benzer durum hizmet verenler açısından da geçerli. Bir doktor başörtülü olduğu için erkek hastalara hizmet veremeyecekse mesleğinin gereğini yerine getiremiyor demektir. Ki zaten  özel sektörde birçok kuruluş başörtülü doktorları çalıştırıyor. Buna dair bir engel yok. Burada devlet kurumlarının tutumu önemli bizim için.

Hikayenin başına yani cumhuriyetin ilk yıllarına dönersek Mustafa Kemal bugünleri görmüşcesine Ekim 1925 yılında İzmir’e doğru giderken Akhisar’da yaptığı konuşmasında: “Devrimlerin temellerini hergün derinleştirmek, güçlendirmek gerekir. Birbirimizi aldatmayalım. Uygar dünya çok ilerde. Ona yetişmek , o uygarlık dünyasına girmek zorundayız” demiş. (Aktaran, T. Özakman, 2010.)

Evet, Mustafa Kemal’in dediği gibi “birbirimizi aldatmayalım”. Örtülü niyetlerimize çocuklarımızın ikballerini karıştırmayalım. Bizim meselenin özünü anlamamız lazım. Yoksa hiç kimsenin, özellikle sosyal demokrat görüşü savunan hiç kimsenin kişinin yaşam tarzına yönelik kısıtlamalara taraf olması beklenemez. Ama küçücük çocukların haklarına kendi siyasi ihtiraslarımız için müdahil olamayız. Olmamalıyız. Aksi takdirde tarih bunun hesabını hepimizden elbet birgün sorar.

27 Kasım 2012 Salı

AH VALİM




Bizim valiler bir başkadır doğrusu. Görevleri icabı çoğu kez iktidarın izlediği yola ayak uydurmak zorundadırlar. Arada bazı radikaller çıkar, onlarda efsane olur zaten gönüllerde. Kürt sorunu meselesinde bazı valilerimiz birbirinden seçkin açıklamalar yaptılar. En son Siirt valimiz Öğretmenler Gününde :  "Bugün bir çocuğun dağa çıkması bizleri derin bir şekilde üzüyor. Allah korusun bir çocuk dağa çıktığı zaman bunun vebalini yüreğinizde hissetmeniz lazım. O çocuğa ben bir şeyler verseydim o çocuk dağa çıkmazdı demeniz lazım. Bu konuda bizimde suçumuz var, müdüründe suçu var, öğretmeninde suçu var” demiş. Gazetelerde bu açıklamayı “ezber bozan” diye tanımlamış. Hangi ezber bozuldu anlayamadım? Bir doğu ili valisi, hükümetin Kürt açılımı istikametinde devletin öğretmenini, çocukların dağa çıkmasında suçlu buluyor. Bana sorarsanız konjonktüre çok uygun bir açıklama.  Ezber bozduğu filan yok. Ezber bozmak istiyorsanız bu açıklamayı batıda yapacaksınız. Yapabiliyorsanız eğer... Sayın vali haksız değil elbet. Dağa çıkan her çocukta birilerinin suçu var.  Ama bu suçlular kesinlikle öğretmenler değil. Bir çok doğu ilinde öğretmenlerin hangi koşullarda görev yaptığı ortada. Sırf atanabilmek için eşini,evladını başka bir şehirde bırakıp görev için doğu illerinin köylerine, bucaklarına gelen emekçi öğretmenlerimizi bu şekilde suçlamak, hemde öğretmenler gününde akla mantığa sığmıyor.  

Sırf birilerine sempatik görünmek için sıkıntılar içerisinde görev yapan öğretmenleri mesul tutmak vicdansızlık. Hani başbakan son günlerde Muhteşem Yüzyıl dizisine kafayı taktı ya aslında dönüp bakmamız gereken içinde bulunduğumuz yüzyıldır. 21. Yüzyıl Türkiye’sinde memurların emeklilerin durumu nedir önce ona bakmamız lazım. Bugün çocukların dağa çıkmasında suçlu bulunan(!) öğretmenlerimizin ortalama aylık geliri 1.750 TL’dir. Öğretmenlerimizin %35’i haciz sorunuyla uğraşıyor. 39 Öğretmen atanamadığı için intihar etmiş. Milli Eğitim Bakanlığı'nın şu anda 55 bin, önümüzdeki birkaç yıllık süreçte de toplam 126 bin öğretmen ihtiyacı var. Ama şu anda 264 bin üniversiteyi bitirmiş ve öğretmen olabilecek aday, kadro bekliyor. Yani, bakanlığın ihtiyacının iki katı. Bu bir trajedidir. Tüm bu yoksunluklar içerisinde görev aşkı ve geçim derdiyle doğuya giden öğretmenlerde teröre teşvikle suçlanıyor. Kimse kusura bakmasın böyle ezber bozulmaz. Doğu illerinde terör mevzusunda tek sorumlu devleti kılmak ezberin ta kendisidir. Hemde yıldıran, yıkan bir ezber.

Elbette devletinde bu konuda hataları çoktur. Ama günahın büyük kısmını belli bir gruba yıkmak en basit tabirle adil değildir. Şimdi ben valimize sormak istiyorum: Tüm bu maddi manevi imkansızlıklar içerisinde görev yapan öğretmenlerimiz ne yapsınlar? Seslerini, dertlerini nasıl duyursunlar? Dağa mı çıksınlar? O zaman sizin gözünüzde mağdur olurlar mı Sayın vali?

20 Kasım 2012 Salı

UMUDA DAİR


Maya takvimine göre 21 Aralık’ta yeni çağa geçecek olan insanoğlunun bir felaket yaşayacağına inanılıyor. Bana sorarsanız biz o felaketleri uzun süredir yaşıyoruz. Yeni bir çağ açılıyor. Öfkeyle, kinle, savaşla bezenmiş vahşi bir çağ. Özellikle ortadoğu ülkeleri üzerinden yeni haritaların çizilmeye çalışıldığı, etnik ve din kökenli çatışmaların tetiklendiği, insanların ayrıştırıldığı, kutuplaştırıldığı ve bunun üzerinden emperyal güçlerin nemalandığı namussuz bir çağ başlıyor. Rahmetli Uğur Mumcu bu ayrışmaları yıllar evvel yazmıştı. Bir yandan İslam’ı diğer yandan etnik kökeni kullanarak ayrıştırılacağımızı yıllar evvel kaleme almıştı. Belkide bu yüzden erken kopardılar onu bizden.

Türkiye bu iki mesele üzerinde aslında cayır cayır yanıyor, kavruluyor. Açlık grevlerinin Öcalan tarafından durdurulmasına “çok şükür” diyen hükümet yetkilileri, Suriye’de esir bir gazetecinin CHP heyetinin çabalarıyla Türkiye’ye getirilmesine “manidar” diyor. Manidar demelerinin alt niyeti Esad’la etnik bağa temas etmeleri. Ne acı bir yorum. Aslında manidar olan çok şey yaşanıyor güzel memleketimizde. Ama esas meseleler hep gözden kaçırılmaya, hedef saptırılmaya çalışılıyor. Açlık grevleri göstermiştir ki artık Kürt Sorununda vakit tükendi. Hükümetin seçim önü zaman kazanmak ve seçimi başarıyla atlatmak üzere yaptığı Oslo görüşmelerinin suyu kaynadı. Şimdi artık Kürtçe yayın yapan kanalla, sanatçıları toplayıp yapacakları kahvaltılarla kotaramazlar durumu. Bundan 3 ay evvel hergün kanlı saldırılarla terör gündemimizdeydi. Şimdi konu bir üst boyuta taşındı. Artık hükümet direk muhattap alınmak isteniyor. Hükümet ise gözleri CHP’nin üzerine çevirmeye çalışıyor. Hemde mezhep üzerinden. Suriye temaslarına manidar diyerek, açlık grevlerinin tek bir emirle nasıl bitirildiğini görmezden gelmeye çalışıyor.

Bize neler oluyor anlamak mümkün değil. Biz bu noktalara hangi yanlış öğretilerle getirildik? Mozaik neden parçalanıyor? Biz neyi beceremedik? Birbirimizi anlayamadık mı? Yoksa tam anlayacakken aramıza nifak mı sokuldu? Birçoğumuzun ailesinde farklı etnik kökenlerden gelen akrabalarımızla yıllardır sorgulamadan, kardeşçe yaşarken bu sorguyu  aramıza kim soktu? 80 Sonrası bilinçli işletilen bu ayrışma politikasına hepimiz alet olduk. Diyarbakır Cezaevinde körüklenen bu öfkeye yenik düştük. Umudu kaybettik, acıya döndük yüzümüzü.

Cemal Süreya ne güzel demiş şiirinde: "Kötülüklerin büsbütün egemen olduğu, Namussuz bir çağ bu biliyorsun…”
Çağ namussuz hakikaten onu biliyoruz. Ama son umut hala tükenmedi. Yeni bir iklim yaratma çabasıdır umut. Bazen sadece inanmak tüm engelleri aşmak, umuda uyanmak için yeterlidir. Artık sabahlar umuda yüzünü dönmüyor biliyorum. Ama bu makus talihi kırmak bizim elimizde. Hükümetin bu konuyu körükleyecek girişimlerden vazgeçmesi gerekiyor. Böyle ümitsiz bir ayrışmayla gidersek korkarım ki memleketimiz hiçbirimize yar olmayacak. Korkarım ki.



18 Kasım 2012 Pazar

TUTSAKLIK


Geçenlerde bir gazetede Oda Tv davasından 21 aydır hapis yatan gazeteci Soner Yalçın’ın oğlu Aren’in verdiği röportajı okudum. 12 Yaşındaki Aren’in anlattıkları inanılmaz etkileyici. Şu anda Silivri’de yatan nice tutuklu yakınlarının yaşadığı birbirine benzer dramlar. Babasını 700 günde toplam 1 gün saati kadar görebilmiş bir evlat. Hatıralarını aklında canlandırmakta dahi zorluk çekiyor. Pazartesi günleri sadece 10 dakika duyabiliyor babasının sesini. Ne acı.

Benzer bir trajedi Mustafa Balbay cephesinde de yaşanıyor. O Silivri’de tutuklu bir milletvekili. Belkide onun yaşadıkları daha ağır. Balbay 3.5 senedir tutsak. Tutsak diyorum çünkü bu tutsaklıktan başka birşey değil. Eşi Gülşah Balbay’ın geçenlerde facebook’da paylaştığı anısı hepimize hüzne boğdu. Balbay’ın 3,5 yıldır taktığı saati Silivri rutubetine dayanamamış, bozulmuştu. Hapis koşullarını siz düşünün artık. Metal dahi dayanmıyor. Mustafa Balbay ve Tuncay Özkan 1 sene tecrit altında tutuklu kaldılar bildiğiniz üzere. Balbay’ın tecritteyken yazdıkları hala hafızamda: “Hücrenin demiri irademizi, betonu da savunduğumuz değerlere ve size olan inancımızı simgelemektedir. Bugünler geçecek, asıl olan özgürlüğe hazır olmak. O güzel günde buluşmak dileğiyle”. Balbay tecritteyken bile ümidini diri tutmaya çalışıyor.

Tecrit kim için uygulanırsa uygulansın bir insanlık suçudur. Bu tartışılmaz bir gerçek. Yeri gelmişken son günlerde gerçekleşen açlık grevlerinde bambaşka trajediler yaşanmakta. Açlık grevi yapan vatandaşların talepleri malum; anadilde savunma ve Öcalan’ın tecritten çıkarılması.  Anadilde savunma için hükümet bir adım attı. Tecrite gelince. Kişiye özel yasaya, kanuna, uygulamaya külliyen karşıyım. Mesele insan haklarıysa bu herkes için uygulanmalı. 12 Yaşındaki çocuklar cezaevlerinde tecavüze uğrarken sessiz kalanlar şimdide sussunlar. Ya da Balbay tecritteyken içten içe mutluluk yaşayanlar hiç konuşmasınlar. Ama elbirliğiyle tüm cezaevlerimizi insani koşullara taşıyacaksak bunun için taşın altına elimizi koymaya hepimiz hazırız.  Dünya standartlarında insani tutukluluk hakkına herkes sahip olmalı. Bu ayrıcalık sadece bir kısım insana tanınırsa o da faşizmin ayrı bir türüdür ki her türlüsüne karşıyım.

Aydınlar, gazeteciler, yazarlar,askerler tam olarak ne ile suçlandıklarını dahi bilmeden yıllardır tutuklular. Ülkemiz özgürlüklerin pranga altına alındığı çok sıkıntılı günlerden geçiyor. Biz yine Balbay’ın sözleriyle içimizdeki ümidi yaşatmaya devam edeceğiz. 21 Ağustos 2012 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’ndeki yazısında: “İnsanı bir tek kişi yenebilir; o da kendisidir. İnsan, ancak “yenildim” dediği an, yenilmiştir” diyor Balbay. O yüzden her ne yaşarsak yaşayalım “yenildim” demek yok. Özgürlük ve demokrasi mücadelesi zordur, çetindir. Bu yolda emin adımlarla yürümek gerekir. Tüm Silivri tutsaklarına selam olsun. Bir an evvel özgürlüklerine kavuşmaları dileğiyle…

14 Kasım 2012 Çarşamba

17 EVLAT


10 Kasım sabahı ulus olarak Önderimiz Mustafa Kemal’i anarken Siirt’in Pervari ilçesinde düşen helikopterde 17 şehit verdiğimizin haberi geldi. Haberi aldığımda uzunca bir süre sessiz kaldım. Konuşamadım. Artık söylenecek tüm kelimeler kifayetsiz kalmıştı. Anlamsızdı. 17 Evlat, 17 genç fidan toprağa verilecekti. Anasının, evladının, yarinin kucağı dururken toprağa sarılacaktı genç bedeni.

17 Al bayraklı cenazeyi sabah manşetlerde görünce isyan edesim geldi. Evet bu bir kazaydı. Ama tüm bu acılar neden çekiliyordu? Yaşları henüz yirmilerinde gençler neden can veriyordu? Haberlerde genç askerlerin evlatlarıyla çekilmiş fotoğraflarını, sevdiklerine yazdıkları şiirleri, nişanlılarını, eşlerini, analarını, babalarını izledik gözyaşlarıyla. Kimisi ardında 3 aylık hamile, kimisi 20 günlük eşini bırakmıştı. Elleri kınalı henüz.

Bir şehit cenazesi esnasında şehit babası “iktidara hakkımı helal etmiyorum” dedi. Bu söz beni 2011 Haziran’ında Van’da PKK’lı teröristlerle girilen çatışmada şehit düşen Astsubay Erkan Durukan’ın cenazesine götürdü. İzmir Karşıyaka’da Bostanlı Camiinde şehidin eşi Emine Durukan, "Seni vatana helal etmiyorum” demişti. Bu bir ilkti. Ezber bozulmuştu. Sevdiğini vatana helal etmiyordu Emine öğretmen. Gözü yaşlı iki evladıyla kabullenemiyordu bu vefatı. Bütün haberler uzun uzun vermişti bu isyanı. Ben o günü hiç unutamam. Aslında kral çıplak demişti. Bu canlar vatan uğruna mı gidiyordu? Ya da bu gidişler vatana değer mi katıyordu?

Ardında binlerce soru var terör meselesinin. Ama sanıyorumki bir gerçeği görmek lazım. Silah tutmayı bilmeyen, anasının ocağından yeni kopmuş, yeni öğretmen olmuş, mühendis olmuş, askerlikle hiç tanışıklığı olmayan gençlerin terörle mücadelede yeri olmamalı. Artık Türkiye terörle mücadelede yeni bir yol haritası çizmeli. Eğer ki Oslo görüşmeleri yapılıyorsa o zaman beri taraftan sınır karakollarında günahsız evlatlar kurban edilmemeli. Ben terör uzmanı değilim. Ama bir erkek evlat annesiyim. Can veren her gençte oğlumdan bir parça görüyorum. Ana yüreğim sıkışıyor. En zor büyüyen canlı insan evladı. Bir ananın emekleri geliyor aklıma. İsyan ediyorum. Verilen canların yaraya merhem olduğuna inansam… Ama inanmıyorum. Terörü kısa sürede çözemeyeceğimiz ortada. Madem öyle o zaman tehlikeli bölgelerde profesyonel askerler görev almalı. Sınır karakolları açık hedef olmaktan çıkarılmalı. Bu stratejileri belirlemek benim işim değil. İşi bu olanlar acil çözüm bulmalı.

Memleketin bir tarafında terörist başının hapis koşullarının iyileştirmesi için açlık grevi yapanlar, beri tarafında şehit cenazeleri. Böyle bir kutuplaşmaya biz nasıl sürüklendik? Bunun sonu nereye varacak? Çözüm için neler yapılıyor? İdam naraları atan başbakanın meseleyi götürmek istediği nokta nedir? İdam şimdiye kadar hangi derdimize derman oldu? Aksine. Geçmiş yıllardaki idamlar, bir tarafta devrimci fidanların yok yere canını alırken, öbür tarafta kusurlarla dolu bir başbakandan efsane yarattı.

Şimdi toprağa yeni girmiş genç şehitlerin üzerine yağmur yağıyor geceleri. Bir gül fidanı mezarının üzerinde yeşeriyor. Sebepsiz genç bedenler toprakta yatıyor gecenin soğuğunda. Sebepsiz.

9 Kasım 2012 Cuma

10 KASIM




Her 10 Kasım zordur. Bir ulus yeniden hafızasında canlandırır Mustafa Kemal’i ve hüzün yağar gökyüzünden her 10 Kasım’da. Hep yağmurludur hava ve soğuk. Tıpkı yüreğimiz gibidir. Saat 09.05’de çalan sirenler aslında gönül birliğinin sembolüdür. Aynı yolda, aynı hüznü paylaştığımızın bir işaretidir. Gideni geri getirmek mümkün değil tabi. Ama söz konusu Mustafa Kemal olduğunda varlığını daimi kılmamız devrim ve ilkelerini yaşatmamızla mümkün. Büyük devrime ve cumhuriyet kazanımlara sahip çıkarak, cumhuriyeti bu topraklar üzerinde daimi kılarak Mustafa Kemal’i yaşatmaya devam ediyoruz. Edeceğiz.


Yeri geldiğinde yazılarımda bahsederim devrimlerin sürekli gelişim isteyen eylemler olduğunu. Bizler devrimleri sadece koruyup kollamakla değil, geliştirip çağın koşullarına uygun seviyeye  getirmeklede mükellefiz. Mustafa Kemal Atatürk her alanda reformist düşünce yapısıyla tüm değişimlere açık bir bakış açısına sahipti. O’nun için temel olan ülkenin hızlı kalkınması ve batının refah seviyesine erişmesiydi.

Vefatına çok yakın zamanlarda ülke ekonomisinin gidişatını yavaş bulduğunu, tam olarak liberal ekonomi diyemesekde ılımlı devletçilikten yana olduğunu hepimiz biliyoruz. 1929 Yılında yaptığı bir konuşmada “Türkiye Cumhuriyetini idare edenlerin, demokrasi esasından ayrılmamakla beraber mutedil (ılımlı) devletçilik prensibine uygun yürümeleri, bugün içinde bulunduğumuz hallere, şartlara ve mecburiyetlere uygun olur. Bizim takibini muvafık gördüğümüz mutedil devletçilik prensibi; bütün istihsal (üretim) ve tevzi (dağıtım) vasıtalarını fertlerden alarak, milleti büsbütün başka esaslar dahilinde tanzim etmek gayesini takip eden sosyalizm prensibine müstenit kollektivizm yahut komünizm gibi hususi ve ferdi iktisadi teşebbüs ve faaliyete meydan bırakmayan bir sistem değildir” diyerek ılımlı devletçilik ilkesini tanımlamıştır. Aslında Mustafa Kemal’in ılımlı devletçiliği savunmasının altındaki temel neden o günün koşullarında emperyalist güçlerin müdahalesine karşı bir savunma içgüdüsüdür.


Mustafa Kemal’e göre ülke kalkınmak için hızla sanayileşmeliydi. Bu konuda yapılması gereken hamlelere açıktı. İş Bankası onun gözünde bir başarı örneğiydi. Mustafa Kemal’in kadim dostu İsmet İnönü ise ekonomide daha ziyade tam devletçilikten yanaydı. İkisi ortak akılla ülke için en iyi yolu bulmaya çalışıyordu. 1937 Zor ve sıkıntılarla dolu bir yıldı. Atatürk’ün yol arkadaşı İsmet İnönü 20 Eylül 1937’de başvekillik görevinden ayrılmıştı. Yerine Celal Bayar gelmişti.

Atatürk’ün sağlığı bu sıralar hızla bozuluyordu. Sağlığı bozuluyordu fakat teşhisinde de geç kalınmıştı. 1938 Yıllarının başında teşhis edilen hastalığı Mart ayından itibaren hızla ilerlemişti.

Zorluklarla ve yoklukla kurulmuş cumhuriyetin ekonomik sıkıntıları, ülke içi ayaklanmalar-isyanlar, Hatay sorunu Mustafa Kemal Atatürk’ün en hasta olduğu döneme denk gelmişti. Ve henüz ülke için yapacağı çok iş varken, 10 Kasım 1938’de gözlerini yaşama yumdu. Geriye çok çetin bir mücadele sonucunda kurduğu Cumhuriyet, devrimleri ve ilkeleri bizlere miras kaldı. Ölümünden 74 yıl sonra Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk’ü saygıyla anıyoruz. Türkiye Cumhuriyet’ini yaşatmak ve ulus devletin bütünlüğünü korumak için fikri yolundan yürümeye devam edeceğiz. İlelebet.

6 Kasım 2012 Salı

KARAOĞLAN





Vefatından 5 ay evveldi. Eşinin ve korumalarının ısrarlarına rağmen "Fikirlerini paylaştığımız bir kişi. Gitmemiz gerek" diyerek Danıştay saldırısında yaşamını yitiren hâkim Mustafa Yücel Özbilgin'in cenaze törenine katıldı. O görüntüler hala hafızamdadır. Hastaydı. O yıllarda hatırlarsınız kimi gazeteler şer odaklarına aydınları hedef gösterirdi manşetlerinde… Danıştay saldırısıda onlardan biriydi. Bülent Ecevit nam-ı diğer “Karaoğlan”ın yüreği bu saldırıyı kaldırmamıştı. Her zaman ki cesur duruşuyla o cenazedede yerini aldı. Üzüntüye dayanamadı. Cenaze dönüşü arabada içi sıkıldı. Dondurma yemek istedi. Koruması "Terlediniz, yoruldunuz. Eve gittikten sonra alsak" derken, Ecevit "Kırk yılda bir canım dondurma istedi. Bir dondurmayı bana çok gördünüz" diyerek ısrar etti. Israrı karşılığını bulmuştu. Dondurmasını yedikten sonra eve gitti. Evde fenalaştı. Cenazeden üç saat sonra beyin kanaması geçirdi. Ve 5 ay sürecek sıkıntılı bir döneme girdi.

5 Kasım halkçı lider Bülent Ecevit’in ölüm yıldönümüydü. Hep birlikte onu ne kadar özlediğimizi idrak ettik. Belki birçok siyasetçi kendi iç hesaplaşmasını yaptı o gün. Ona yaşarken ihanet edenler, acımasızca eleştirenler… Bugün yaşadıklarımızla değerini daha iyi anlayanlar. Siyasi geçmişi hep dik duruşu ve halktan emekten yana tavrıyla doluydu Karaoğlan’ın. CHP 2. Genel Başkanı rahmetli İsmet İnönü’nün genel sekreterliğini yaptığı dönemde “Ortanın Solu” hareketiyle başlayan, 70’lerde sosyal demokrasiyle harmanlanan siyasi yolcuğu Kıbrıs Barış Harekatıyla taçlandı. Emperyalist güçleri dinlemezdi Karaoğlan. Gücünü köylüden, memurdan, emekçiden alırdı. Karaoğlan adını da Kars’ın Susuz ilçesinde yaşayan Şaşo Hala’dan almıştı. Hikayenin detayları Şaşo Halanın torunu gazeteci Barış Yarkadaş’ın “Hepsi Yaralar Sonuncusu Öldürür” isimli kitabında mevcut. 1972 Yılında Ecevit'i karşısında gören Şaşo Hala (Şahzade Şahin), CHP'nin yeni genel başkanı seçilen Bülent Ecevit'in boynuna sarılarak ''Kurtar bizi bu dertlerden ay Garaoğlan'' dedi. Böylece başladı Karaoğlan efsanesi.

Karaoğlan’ın Kıbrıs Barış Harekatı sonrası emperyalist güçlere kafa tutarken yaptığı tarihi milliyetçilik tanımı hala hafızalarımızdadır. “Biz Demirellerden, Türkeşlerden milliyetçilik dersi almayız.
Sevgili kardeşlerim;
Biz milliyetçiliği; sokak duvarlarına değil,
Kıbrıs’ın topraklarına,
Ege’nin deniz yataklarına yazmışız.
Biz milliyetçiliği batı anadolunun haşhaş tarlasına yazmışız” diyerek milyonların gönlünü yeniden fethetmişti Bülent Ecevit.

İşte ölüm yıldönümünde görsel ve sosyal medyada, açılışlarda, kabri başında sözleriyle, siyasi çizgisiyle böyle özlemle anıldı Karaoğlan. O yıllarda doğan erkek çocuklarına “Umut” adı verilirdi çokca. Umudun adıydı çünkü Ecevit. Ve umuda ihtiyacı vardı memleketin. Tıpkı bugünlerde olduğu gibi.

Bülent Ecevit siyasetçi olduğu gibi şairdi de aynı zamanda. “Uyum” adlı şiiriyle Karaoğlan’ı tekrar özlemle ve saygıyla anıyorum.

Boşluğa bulut buluta yağmur
Yağmura toprak ne güzel uymuş

Gündüze güneş güneşe tarla
Tarlaya başak ne güzel uymuş

Başağa buğday buğdaya insan
İnsana emek ne güzel uymuş

Emeğe eylem eyleme yürek
Yüreğe sevgi ne güzel uymuş.




SOSYAL YAPI VE GÖRSEL MEDYA


Bu hafta siyasetle dolaylı yoldan ilintili fakat gündelik yaşantımızla çok içiçe bir konuyu yazmak istedim. Ben yıllardır dizi izlemiyorum. En son yüksek mahalle baskısıyla Aşk-ı Memnu’yu izlemiştim. Keyifliydi ne yalan söyleyeyim. Birde Avrupa Yakası vardı. Ara ara gülmek için izlerdim. Dizi kültürüm çok derin değildir. Fakat sosyolojik açıdan meselelere bakmayı sevdiğim için şifa niyetine her diziden 10 dakika izlemeye çalışırım. Ne mesaj veriyor anlamak için.

Televizyon uzun zamandır örtülü mesajlarla toplumu şekillendiren bir araç. Televizyonların lokomotofide diziler oldu. Özellikle son 10 yılda insanların sosyal hayatı maddi imkansızlıklardan neredeyse sıfıra inince tek eğlence televizyon kaldı. İnsanlar haksız da sayılmaz. Bugün ailecek bir alışveriş merkezine gitmeye kalksanız yemesi, içmesi, gidişi gelişi hayli külfetli. Eh hal böyle olunca cümleten dizilere boğulduk. Ve aslında farkında olmadan da yeni bir toplum yapısı şekillenmeye başladı diziler aracılığıyla. Şimdi diyeceksiniz ki hepimiz Aşk-ı Memnu’yu izledik de o yaşam tarzını özümsedik mi? Hayır ama bilinçaltımızda kanıksadık. Artık 3. sayfa haberleri bizi daha az şaşırtır, daha az etkiler oldu. Artık çarpık yaşantılara, ölümlere, katliamlara daha az duyarlı olduk. 

Benim çocukluğumda çok naif diziler vardı. Örneğin “Bizimkiler” dizisi. Hatırlarsınız bir apartmanda geçen bir hikayeydi. Apartman mensupları hep düzgün ailelerdi. En kötü huylusu arada bira içen Cemil’di... Ne kadar saf kusurları vardı. Genellikle aile odaklı diziler yapılırdı 90’lı yıllarda. Perihan Abla, Ferhunde Hanımlar, Süper Baba... Dizilerin isimlerinden de anlaşılacağı üzere baba, bacı, hanım, kardeş hep aile vurgusu vardı. Dizilerin içindeki örtülü mesajlar hep orta sınıf aile yaşantılarını konu alırdı. Orta halli memur, müdür, öğretmen yaşamlarını izler, halimizden memnun mesut yaşardık.
Son 7 yıldır televizyon aracılığıyla tuhaf bir yaşam tarzına öykünmeye başladık. Artık diziler saraylarda, yalılarda, köşklerde, bol para, hizmetçiler, aşiretler, örfler-töreler, haremler, ağalar eşliğinde kurgulanıyor. Hele şimdi mutasıp diziler çıkmaya başladı ki artık çorbaya döndü ekranlar. Ortaya çıkan tablo muhteşem arabesk bir yapı. Zaten artık kentlerimizin mimari yapısı da çok arabeskleşmeye başladı. Bu salgın hastalık gibi her yere yayılıyor. Arabeskten kastım arap yapısıyla özdeş.

90’lı yıllarda tartışma ve siyaset programları saatlerce insanları ekrana kilitlerdi. Sabahlara kadar süren Siyaset Meydanı, Ceviz Kabuğu, A takımı gibi programları 5-6 saat aralıksız izler, dönemin aydınlarını entellektüellerini tanıma şansına sahip olurduk. Fikirlerle harmanlanırdık saatlerce. Hemde her türlü karşıt görüşlü kişileri de görebilirdik ekranlarda. Peki ya şimdi? İktidara yakın 3-5 isim her kanalda benzer programlar yapıyor. Farklı görüşlerdeki aydınlar ekrana çıkamaz oldu. Çıksalarda pişman ediliyorlar adeta.

Sözün özü ekranlar vasıtasıyla aslında özümüzden çok uzak bir yapıya dönüştürülüyoruz. Bu yapı kolay yoldan zenginliğe öykünen, yaşamın gerçeklerinden uzak, tek tip görüşü savunan tuhaf bir yapı. Çağın değişen koşullarına elbet ayak uyduracağız. Buna itiraz etmiyorum. Ama oluşturulan sosyal yapı kadına, emeğe, mutluluğa değer vermeyen materyalist bir genetiğe sahip. Burada en büyük tehlike yeni yetişen nesiller için geçerli. Bu öğretiyle büyüyen çocuklarımızı bekleyen yarınlardan korkar oldum. Ya siz?