Sol yanım...

29 Nisan 2012 Pazar

TUTSAKLIK

 Sosyal medya, televizyonlar, internet siteleri bangır bangır haber yapıyorlar:

 “19 Mayıs genelgesine Danıştay’dan iptal kararı çıktı.” Aman bir sevinç herkeste… Nasıl bir mutluluk, dile kolay 19 Mayıs’ı Danıştay kararıyla kutlayacağız… Bak sen…Neyse  Allahımıza çok şükür…Allah bu günlerimizi aratmasın…
Milli Eğitim Bakanı da duruma; “hukuki garabet, bayramların kutlama şeklini hep beraber düzenleyeceğiz” demiş. “Hep beraber” derken?!!! Kimler var bu beraberliğin içinde? Bizim olmadığımız kesin de siz kimsiniz? Kimlerden oluşuyorsunuz? Bizim ve çocuklarımızın adına nasıl bir düzenleme yapacaksınız?
Bu yaşadığımız durum gerçek olamaz,kötü bir rüya sanki... Hakikaten nasıl bir acziyet içinde olduğumuzu ne zaman anlayacağız?
Neye sevindiğimizin farkında mıyız acaba? Tutsak babasını mahkeme kararıyla görebilen evlatlar gibiyiz... Mahkeme kararıyla milli bayram kutlar haldeyiz. Gözler görmez, kulaklar duymaz olmuş… Şaşırmışız neye sevinip neye üzüleceğimize… Ağlanacak haldeyiz fakat ağlayanımız yok… Yakışmıyor ne bize, ne güzel ülkemize...

Bu bayramlar bizim Milli Bayramlarımızdır... "Milli" yani ulusça kutladığımız, birlik beraberliğimizi pekiştiren bayramlar... Peki bu bayramlar hedef alındıysa o zaman gerçek hedef nedir hiç düşündünüz mü?

Yeni anayasada değiştirilmesi düşünülen “millet” tanımıyla ilgisi olabilir mi sizce? Bayramlar dolayısıyla “Millet” tanımı değişecek ve "Ulus Devlet" kavramı ortadan kalkacak... Yani farklı cemaat ve etnik kökenlerin bölük pörçük yaşadığı bir toplum ortaya çıkacak... Amaç bu olabilir mi? Kim bilir?

Bizi bir arada tutan değerlere sahip çıkmamız gerekir... Anadolu coğrafyası tüm dünyada çok değerli çünkü...
Bizi bir arada tutan değerler demişken Atatürklü fuları dolayısıyla bir vatandaşımızı Meclis’in Dikmen kapısından içeri almamışlar… Siz dua edin tutuklamamışlar… Şaşırdınız mı? Hiç şaşırmayın o günler de yakındır… 19 Mayıs’ı mahkeme kararıyla kutlayabileceğinizi 15 sene evvel söyleselerdi herhalde “hadi canım sende!” derdiniz. Bakın oldu işte…
Ben sevinemiyorum, aksine çok üzülüyorum tüm bu olanlara… Hiç vefat etmiş  insanları "keşke yaşasaydı" diye çağırma  huyum yoktur. Rahmetli anneannem iyi değildir derdi ölmüşleri çağırmak...
Ama bazen diyorum ki; Keşke Nazım Hikmet yaşasaydı da okkalı bir şiir yazsaydı bunlara, Aziz Nesin kinayeli bir hikaye, Yılmaz Güney yürek burkan bir film çekseydi, Deniz Gezmiş kır düşmüş saçlarıyla yüzbinleri Taksim’de toplasaydı, isyan ettirseydi kitleleri devrim aşkıyla, Can Yücel çok sevdiği Datça’dan seslenseydi davudi sesiyle; “En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir... Birbirini anlamayan…”
İyi olmaz mıydı? Onlarda ki devrimci ruhun artık hepimizde uyanması dileğiyle…
Çok geç olmadan...


28 Nisan 2012 Cumartesi

BİZE NELER OLUYOR?


İzmir Kemalpaşa’da herkesin gözü önünde eski eşini defalarca bıçakladı adamın biri… Kadın henüz 29 yaşındaydı…3 sene evvel boşanmış yani 26 yaşındayken… Çocuklarını da alıp İzmir’e yerleşmiş daha rahat yaşarım diye… Ama azraili onu orada da bulmuş… Hem yüreğini hem bedenini yaralamış defalarca… Gerekçesi eski eşinin yaşam tarzını beğenmemesiymiş… Bakın hele…
Bir şarki vardı İlhan Şeşen’in “Bize neler oluyor gülüm” hatırlar mısınız?
Sahi bize neler oluyor?
Evliliğin anlamı, sevginin kutsiyeti, namusun tanımı büsbütün değişti güzel memleketimizde… Nice istatistikleri, onlarca kere dinlemişsinizdir kadına şiddetle ilgili… Türkiye’de her 3 kadından biri şiddet görür, kadınların %80’inin üzerine kayıtlı mal yoktur, şiddet karşısında yaralanan kadın oranı %23.7’dir… Ve daha bir çok iç karartıcı rakam…
Kadının ekonomik olarak erkeğe bağlı olması şiddeti meşrulaştırır mı?
Eski yıllara bir dönelim… Yaşı 60’ın üzerinde ki neslin evliliklerinde eş emanettir, ona maddi destek olmak şereftir, evlatlarının anasıdır çünkü… Bir de yıllar vardır..  Ah hatırı sayılır beraber geçirilen o yılların… Emeğin, aşkın, dostluğun, kader ortaklığının…
Şimdi öyle mi? Devletin en tepesinden başlayan başkalaşma, yozlaşma, gericilik toplumun her kesimine nüfuz etti. Artık önüne geçilemiyor. Adam kadını “malı” olarak görüyor. Değersiz ama emrinde olması gereken bir meta adeta…
Anlaşamıyor, boşanıyor fakat hırsını alamıyor, rahat vermiyor, nefes alsın istemiyor. Bir zamanlar sevdiği, hayatını birleştirdiği, çocuklarının anasını gözünün yaşına bakmadan bıçaklıyor… Yok etmek istiyor.. Senin Allahın benim diyor adeta…Bu nasıl bir tahakküm? Nasıl hastalıklı bir zihniyet?
Peki ya devlet mekanizmaları; TUİK istatistikleri gösteriyor ki şiddet gören kadınlar en az polise güveniyor… Düşünsenize sığınacak yeri yok kadının… Bu durumu meşrulaştırmak nasıl bir devlet politikası?
Karabağlar’da bir eğlence mekanından çıkarılıp, polis tarafından karakolda şiddete maruz kalan kadının görüntülerini izlediğimde yüreğim dağlanmıştı… O kadın bir anneydi, eşti… Velev ki başka bir işi olsun, hayat kadını olsun… Polisin el kaldırmaya hakkı var mıydı? Toplumun ezilmiş, horlanmış, dışlanan kesiminin yanında devlet durmazsa kim duracak? Onların yaşam teminatı kim olacak?
Bir ahlak bekçiliğidir gidiyor memleketimizde… Bunu kendine görev edinmiş hadsizler her yanımızı sardı... Yaşam tarzını beğenmediği için bıçaklayanlar, gece klübüne gitti diye tartaklayanlar, içki içilmesin diye fetva veren valiler, kısa etek giydiyse hak etmiştir diyen din “alimleri”…
Başkalaştık farkında mısınız? En tehlikelisi de alışmak üzereyiz bu başkalaşmaya… Susuyoruz çünkü korkuyoruz… Görmüyoruz çünkü bakmamaya çalışıyoruz… Anlamazdan geliyoruz çünkü işimize gelmiyor…Müdahil olmuyoruz… Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diye diye yılanı koynumuza soktuk farkında değiliz...
Milli eğitim, ticaret (TTK), hukuk derken şimdi artık sıra sosyal hayatımızda… Bu karşı devrimin en önemli aşaması… Yani evinize girdiler artık baş ucunuzdalar, sokağınızda, bahçenizde, yaşamınızdalar… Eşinizin kıyafetinde, sizin içkinizde, çocuğunuzun geleceğindeler…
Yılmaz Güney’in son filmini bilirsiniz; “Duvar”... Aslında o filmin ilk adı “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun”dur… Sonradan “Duvar” diye değiştirilmiştir.
İşte tam da şimdi; “Camları Kırın Kuşlar Kurtulsun”…

24 Nisan 2012 Salı

KISA BİR DEMO-KRASİ TURU…

 Ara ki bulasınız demokrasiyi güzel memleketimizde…
Ama bir dakika hakkını yememek lazım, 23 Nisan günü TBMM özel oturumunun açılışında, Meclis Başkanı Cemil Çiçek hatırı sayılır miktarda “demokrasi” dedi. Bir ara neredeyse memlekette gerçekten demokrasi var da biz mi günahlarını alıyoruz  diye düşündüm…
Demokrasi kavramının tanımı üzerinde uzun uzun konuşmaya gerek yok sanırım… M.Kemal’in; “…Bizim bildiğimiz demokrasi, bilhassa siyasidir; onun hedefi, milletin idare edenler üzerindeki murakabesi sayesinde, siyasi hürriyeti temin etmektir” açıklaması bizim için yeterlidir.
Aslında demokrasi eşitlikçi, adaletli, halkçı ve ahlaklı bir yönetim biçimidir. Sürekli ileri demokrasinin var olduğunu iddia eden hükümete bunun böyle olmadığına dair bir bilimsel yöntem önermek lazım… Lakin 10 yıldır iktidarda olunca, mesleki miyopluğa düşmüş olabilirler…
Sahi ülkemiz de demokrasi var mıdır? Yok mudur? Bir bakalım isterseniz…
Bu soruyu sokaktan geçene sorsanız, her birimiz farklı yanıt verebiliriz… Cevabımızı siyasi görüşümüz etkiler, sosyo-kültürel faktörler etkiler, yaşadığımız çevre faktörleri etkiler… Etkiler babam etkiler…
Peki bilimsel olarak bakarsak nasıl ölçebiliriz bu kavramı? Kısa bir deneme yapalım o zaman…
Burada bilimsel yöntem tarihinin usta ismi Karl Popper’dan faydalanabiliriz. Popper’a kadar gelen Freud, Marx, Adler dönemlerinde her türlü tez deneysel yöntemlerle ispatlanma yoluna gidilmiştir. Eğer ki ölçeceğiniz ana kütlenizin tümü deneye müsaitse tümü üzerinden ölçersiniz. Müsait değilse bir kısmını ölçer genellemeye gidersiniz…
Farz-ı misal; "Su 100 derecede kaynar". Bu varsayıma dünyada ki tüm sular kaynatılarak varılmamıştır. Genellemeye yetecek miktar da deney bu varsayımı doğrulamak  için yeterli olmuştur. Bu yöntemlere genel olarak “doğrulanabilirlik” ilkesi denir.  Popper ise tüm bu deneysel yöntemlere ters bir bakış açısıyla yaklaşmış ve “yanlışlanabilirlik” kavramı üzerinde durmuştur.
Popper’ın yanlışlanabilirliğine göre tek bir aykırı sonuç varsayımınızı çürütmeye yeterlidir. Örnek; “Tüm kuğular beyazdır” der isek, bir tek siyah kuğunun varlığını ispatlamak bizim tezimizi çürütür.
O zaman sorumuza yanlışlanabilirlik bilimsel yöntemiyle tekrar bakalım; “Türkiye’de demokrasi vardır” bizim varsayımımızsa eğer, aksini ispatlayacak tek örnek bu varsayımı çürütmeye yeterli…
Aksini ispatlamak için çok düşünmeye gerek var mı sizce?
Hapisteki düşünce suçluları, vekiller, öğrenciler, HES mücadelecileri ne için yatmaktadır? Peki dışarıda gezen yolsuzluk üstadları, rantçılar, kaçakçılar neye göre serbesttir? Adalet kime göre, neye göredir? Çoğulculuğa göre mi yönetilmekteyiz? Çoğunlukçuluğa göre mi?
Bu örnekleri saymakla bitiremeyiz… Sanıyorum bilimsel olarak da demokrasi yoktur diyebiliriz… Popper'ın yöntemine göre aksini her koşulda ispatlayabiliyoruz…
Aslında demokrasinin adına takılmamak lazım… Popper diyor ki: “Demokrasinin gerçek ve gerekli anlamı kullanıldığı zaman hangi ismi istiyorsanız onu seçebilirsiniz.”
Yani sözün özü siz demokrasiyi içselleştirin, uygulayın da adına ne derseniz deyin demiş…
Bizde şu sıralar hüküm süren herhalde demokrasinin “demo”su.. Yani vizyona girmeden önceki kısaltılmış versiyonu…
Bizden olanlara ayrı, sizden olanlara ayrı…
Haydi şimdi hepimize hayırlı seyirler olsun…



19 Nisan 2012 Perşembe

AHDE VEFA

Vefası olmayanın bekası olmaz derler… Olmaz mı acaba?
Vefası olan kaldı mı ki?
Belki yıllar evvel bölüştüğünüz bir simit, en zor gününüzde size uzatılan bir dost eli, ya da hiç tanımadığınız bir yabancının size yaptığı bir iyiliğin karşılığı “vefa”…
Bir de ahde vefa vardır… Çoğunlukla yanlış bilinir, aslında bir söze, anlaşmaya bağlılıktır ahde vefa… "Ahd" iki tarafın sözleşmesi demektir. Devletlerarası anlaşmalarda uyulması gereken hukuk kurallarını da ifade eder. Latincesi “pacta sunt servanda” yani “anlaşma kurallarına uymakla yükümlü” demektir.
Yani buradan anlıyoruz ki vefa aslında olması gereken, zorunlu bir karşılıktır… Verdiğiniz söze ya da size yapılan iyiliğe istinaden…
Peki biz vefalı bir toplum muyuz sizce?
Aileden başlarsak; küçücük evlerine onlarca çocuk sığdıran analar-babalar yaşlanınca evlatlarının kocaman apartman dairelerinde bir oda bulabiliyorlar mı kendilerine? Elleri ayakları tutarken size her türlü özveriyi yapan analar yaşlandığında en ufak bir sitemlerinde “aman anne yeter…” diye susturulmuyor mu çoğu zaman? Sanki o vefanın yükü her ailede bir çocuğun sırtına yüklenmiştir.. O mesuldür anadan,babadan, kardeşten,aştan… O da o yükü taşıdığı kadardır...
Etrafımıza bakıp sorgulayalım biraz…
Sosyal hayatta durum nasıl peki? Hepimizin zor zamanları, dar günleri olmuştur. İyi gününüzde sizinle gülenlerin kaçını zor gününüzde yanınızda bulursunuz? “Düşenin dostu olmaz” derler, yalan mıdır?
Siyasette ise ahde vefanın yolları kayıp… Ne verilen sözler, ne beraber yürünen yollar, ne dostluklar, ne etik değerler… Hak getire… Hep kişisel hırslar, çıkarlar, savaşlar tüm dostlukları ya da dostluk sandıklarınızı ezer geçer...Sanırsınız ki kıyametten önceki son emareler... Alt üst olmuş tüm insani değerler...
Bu bir ahlak zinciri aslında, tüm toplumu bir DNA polimeri gibi sarmalar, sürer gider…  Genlerine işler bir toplumun, kodunu oluşturur, yönünü çizer…
Bir Uğur Dündar vardı hatırlar mısınız? Tek sözüne olan güvenle bir tavuk sektörünü kurtaran… Bir Müjdat Gezen vardı, çağdaş, laik bir Atatürkçü… Ekranlarda göremememiz kalbimizden de mi çıkardı onları?
Unutmamak lazım bazı şeyleri…
Anaları, babaları , eski dostları, yol arkadaşlarını, paylaşmışlıkları, dar günümüzde omzunda ağladıklarımızı…
Unutmamak lazım zamanında bu ülkeye yön verenleri, yaşayan yaşamayan tüm kilometre taşlarını; Mumcuları, Üçokları, Emeçleri, Kışlalıları ve Dündarları, Gezenleri, Coşkunları, Çölaşanları…
Unutmamak lazım her seçim sonrası balkonda verilen sözleri, milletvekillerini serbest bırakmak için yapılan anlaşmalara atılan imzaları…
Ama unutuyoruz…
Toplum olarak vefayı defnetmişiz, helvasını kavuruyoruz yaşarken gömdüğümüz tüm değerlerimizin…
Şimdi cümleten el-fatiha…




17 Nisan 2012 Salı

İZMİR'İN HAFIZASI

İzmir’in Kavakları türküsünün hikayesini çoğunuz bilirsiniz…

Çakırcalı Mehmet Efe’nin yani namı diğer Çakıcı’nın hikayesini…

Osmanlı’nın son dönemlerinde devletin iradesinin gitgide zayıfladığı günlerde varlıklı kişilerden aldığı paraları yoksul köylüye dağıtan, zenginleri köprü, çeşme gibi hayırlı işler yapmaya zorlayan Ödemişli bir zeybek…
İzmir’den çıkmış nice cesur yürekten biridir Çakıcı Zeybek…
Nereden mi aklıma geldi bu hikaye?
Her şehrin bir hafızası vardır. Aynı her eşyanın olduğu gibi… Metafizikle uğraşanlar duymuştur az çok, eşyalar anı yüklenirler ve onu gittikleri yere taşırlar. Örneğin dedenizden yadigar bir kol saati, onun yaşanmışlıklarını taşır kuşaklar boyu… Ya da sizi çok seven birinin aldığı bir kalem; siz onu yanınızda taşıdıkça o sevgi de sizinle gelir,enerjisini verir...O yüzden derler ki kötü hatırası olan eşyayı evinizde tutmayın diye..
Şehirler de böyledir… Yüzyıllar boyu toprakları üzerinde yaşanmış her olayın yükünü hafızasında biriktirir. O hafızadır o şehre güzelliğini, dokusunu, hüznünü, karakterini veren… Çakıcı’nın hikayesi de önemli bir hafızadır İzmir için.. İşte İzmirli belki de o hafızayla biraz isyankardır, baskılanamaz…
Gelin görün ki kötü ellere düştü mü bir şehir karakteri değişir, adeta küser, içine kapanır… Farz-ı misal eski Ankara’yı hayal edin. Sanatın, tiyatroların, şairlerin uğrak yeri olan Ankara’yı…Bir de şimdi ki soğuk, gri Ankara’ya bakın…
Ya da İstanbul… Eski Beyoğlu, Çiçek Pasajı, Sulukule, plajından denize girilen Florya… Hepsi küskün artık… Deforme olmuş, kapitalist güçlere teslim, yarı arabesk bir yapı var artık İstanbul’da.. Gecekondu üstü gökdelen kuleler… Tarihi binaların yanına yapılan korkunç AVM'ler...
Peki ya İzmir? Uğruna şarkılar, şiirler yazılan güzel İzmir?
Nice efsanenin doğduğu, efelerin zeybeklerin diyarı güzel İzmir…
Geçen hafta Bekir Coşkun geldi İzmir’e… Mahallenin güzel kızını sofuya vermeyin dedi..
Doğru söyledi, vermeyin İzmir’i…Çünkü bu efeler diyarı nazlı kız asla unutmaz ona yapılan bu haksızlığı.. Hafızasına alır, değişir, dönüşür.. Asla eski güzelliğine geri dönmez…
Bu güzel kızı almak için vaad edilenlere aldanmayın…
Şehir demek; alışveriş merkezi, alt geçit, yollar, plazalar demek değildir sadece…
Şehir demek; felsefedir, yaşamdır,  özgürlüktür…
Bir şehir; meydanlarında  yüz binler buluşup özgürce sevda türküleri  söylediği müddetçe yaşar, nefes alır…
Taşıdığı hafızayla, içindeki zeybekle, efeyle İzmirli sofuya teslim olmayacaktır.
Ben inanıyorum…



16 Nisan 2012 Pazartesi

AK-MHP


Sessiz, sakin, uslu…

Geçmişten gelen tüm kaygılarından, davasından adeta arınmış…
Toplumun önemli bir kısmı sağ tandanslıyken kabuğuna çekilmiş… Ortamı iktidara bırakmış, elinden geldiğince de destek olmaya kararlı…
2002 yılında yangından mal kaçırır gibi ellerini seçime kaldırdıkları an hala hafızamda tazeliğini koruyor… 2 yıl 7 ay olmuştu onlar iktidara geleli… DSP ve Ecevit ağırlığıyla, 8 yıllık kesintisiz eğitimi çıkarmışlardı. Türk Medeni Kanununda ki değişiklikle 2002’den sonra yapılan evliliklerde mal ortaklığını getirdiler. '99 Depreminin yaralarını anca sarıyorlardı, dile kolay sanayinin %55'inin bulunduğu Marmara'yı vurmuştu deprem... Bakın bir Van'ı toparlayamadılar hala, nüfusu kaçta kaç Marmara'ya oranla? Üzerine de 2001 krizi vurmuştu ki çifte kavrulmuş oldu ...
Ama sonra ne olduysa MHP’nin galeyanları, DSP’nin iyi niyetliliğiyle paldır küldür seçime gidildi. Ne mantıkla, hangi düşünceyle? Ve 2002’de AKP 34,29’la iktidara geldi. Hatırlarsınız MHP ve DSP baraj altı kaldı.
İşte MHP’nin Ak’laştığı dönemler o günlere denk gelir. Ne olduysa o zamandan sonra bir sessizlik, sükunet… Sanırsınız ki memlekette her şey süt liman…
MHP Genel Başkanının gerek şehitler verildiğinde, gerek ideolojileri adına hassasiyet göstermeleri gereken 2009 yılında ki Habur sınır kapısı karşılama törenlerine karşı kendi örgütünü sağduyuya davet etmesi, ülkücülerin sokağa dökülmesine engel olması bir noktaya kadar takdirle karşılandı…O günün şartlarında doğruydu belki…  Sağduyu ama nereye kadar?
İçinde bulunduğumuz bu zor günlerde CHP Örgütü tüm gücüyle sokaklarda eylem yapmaya çalışırken, MHP’nin ülkücü gençliğinin derin sessizliği ne kadar doğru?
CHP Seçmeni aşırı derecede duyarlıdır vatan mevzu bahis olduğunda… MHP son seçimlerde barajı biraz da CHP’nin bu duyarlı seçmeni sayesinde geçmiştir.
Evet anayasa değişikliği, meclis aritmetiği açısından biz de önemsemiştik MHP’nin meclisde olmasını…

Ne oldu, fark etti mi varlıkları?
Peki meclisdeler mi? Hani nerdeler?
Aynı görüşte olmasam da sağlıklı bir sağ parti muhalefetinin ülkeye gerekli olduğunu düşünüyorum. Ama AK’laşmamış… Eski çevikliğini koruyan, ideolojisi uğruna her şeyi göze alan… İsyankar!
Sürekli CHP’yi eleştiren, her fırsatta önüne “yeni” imasıyla “y” takısı koyan gazeteciler; çok merak ediyorum gözleriniz Ak-MHP’yi görmez mi?
Az eleştirin de kendilerine gelsinler, silkinsinler, toparlansınlar…
Ne derler “Aptal dostum olacağına, akıllı düşmanım olsun…”
Razıyız…

Kalın sağlıcakla...

11 Nisan 2012 Çarşamba

SON KALE

Elimizde az kaldı fazla bir şey yok…Zaten çoğunu kaybettik…
Son Kale;
Bekir Coşkun kaldı…
Yılmaz Özdil kaldı…
İzmir kaldı…
İstanbul’da Kadıköy, Beşiktaş kaldı… Ayrıca belirtmek lazım “cadde” kaldı…
Ankara’da Çankaya kaldı…
En önemlisi CHP kaldı…
Aklına gelen varsa söylesin…
Tüm CHP belediyelerini saymayacağım… Tabii ki hepsi hedeftir, burada aslolan hiç elde edilemeyenler… Direnenler…
Eksiğimiz varsa listeye üç-beş ekleyin sizde…

Gidenler  mi?
Hepsini yazmaya kalksak çok vakit alır…
Kısaca Milli Eğitim başta olmak üzere geriye kalan tüm kurum ve kuruluşlar diyelim…
..........................
“Allahımıza çok şükür keyfimiz yerinde, izleriz Survivor’ı eğleniriz işte… Amannn giden gitsin memlekette kime ne?” demeyenlerdenseniz;
İzmir’in “çocuklara süt dağıttığı” için yargılanan Belediye Başkanına destek için 13 Nisan Cuma günü adliyede olacağız…
Bekleriz…
Son kaleye sahip çıkmaya davetlisiniz…





Ve Fazıl Say…


9 Nisan 2012 Pazartesi

ÖLÜMÜN KAVUŞTURDUKLARI


“Ölüm” ne kötü bir kelime öyle değil mi? Sanki ebedi bir sondur, asla kavuşulamayacak bitişleri simgeler… Bir çoğumuz duymak bile istemeyiz, yakıştıramayız sevdiklerimize… Yakınlarımıza uğradı mı yakar geçer yüreğimizi…

Hele ki ilk kayıplar çok acıdır, hiç bize uğramayacağını sandığımız veda birden kapımızı çalar… Alabora eder tüm duygularımızı…

Bu duyguyu en ciğerimden hissettiğimde 27 yaşındaydım. Beni büyüten, can yoldaşım anneannemi kaybettiğimde bir ağustos akşamıydı. Karakterimin oluşmasında büyük emeği olan, huyumu suyumu aldığım, arkadaşım , sırdaşım…

Bir İstanbul hanımefendisi gibi yaşayan, bir Adanalı gibi yemek yapan, bir İzmirli gibi düşünen, çağdaş bir asker eşiydi anneannem… Dedemi yani çok sevgili "Mustafa'sını" çok erken kaybetmiş, kendini torunlarına adamıştı. Annem ve babam çalıştıkları ve çok yoğun oldukları için çocukluğum ve gençliğim  hep anneannemle birlikte geçti… Kaybı çok ağır geldi haliyle, uzun süre toparlanamadım…
Ama onun aslında çok sevdiğine kavuştuğunu anlamam uzun sürmedi… En büyük, vazgeçilmez aşkıydı “Mustafa”sı…. Saatlerce ona hazırladığı sofraları anlatırdı derin bir özlemle… Beraber çıktıkları tatilleri, katıldıkları Cumhuriyet balolarını ve Mustafa’nın pamuk ellerini… "O kadar güzel elleri vardı ki..." derdi, gözleri dolardı her seferinde….
İşte o zaman anladım ki bazı sevdalar için ölüm bir kavuşma hali… Bazen sevgiliye, bazen evlada, bazen anaya-babaya…
Nereden mi aklıma geldi haftanın ilk günü ölümü yazmak?
Ünlü senarist-oyuncu Meral Okay’ı kaybettiğimizi öğrendim az önce... Ama nedense bir kavuşma gibi geldi “ölüm” bu sefer… Çünkü her söyleşisinde çok sevgili eşi Yaman Okay’ı çok özlediğinden bahsediyordu Meral Okay…
Kavuşmuştur herhalde Yaman’ına…Tıpkı anneannemin Mustafa'sına kavuşması gibi...
Hepsinin ruhu şad olsun… 
Umuyorum ki tüm kavuşmalarımız yaşamla, hayatla can bulsun…


Ve Meral Okay’ın kaleminden eşi Yaman Okay:
Bir gün evi düzenlerken fark ettim. Bir de baktım ki, benden çok Yaman'ın eşyaları var...Küçük küçük poşetlerle sızmıştı. Aşk bir sızma halidir... Yaman o kadar temiz bir adamdı ki ona kızamazdınız. Bir o kadar da yiğitti. Ben derdim ki; bu adam ne zaman yorulacak! Meğer acelesi varmış...Herşeyi o kadar yoğun, hızlı ve coşkulu yaşıyor ve yaşatıyordu ki büyüleyici bir şeydi bu. Ben köşeleri çok olan bir insandım. Yaman beni eğitti... Aşk kendinden vazgeçme halidir, kendi benliğini ezmeden ''biz'' olabilme halidir...İnsan egosu denetlenmesi en güç şeydir. Bunu ancak aşk becerebilir, sadece aşk ile üstünden atlayabilirsiniz... Biz birbirimize karşı çok saygılıydık... Eee bazen de sıkılırdık, hele üç beş aydır bir aradaysak birbirimizin gözüne bakardık, önce kim gidecek diye, böyle nefes molaları da verirdik... Döndüğümüzde yepyeni bir enerji ve hasret bekliyor olurdu bizi... Aşk bazen de bir kıyamama halidir... Şunu çok açık yüreklilikle söyleyebilirim, o benden daha iyi bir insandı...O kadar bebek, o kadar adam, o kadar temiz, onun kadar beklentisiz, onun kadar temiz yaşamayı öğrenmeye çalıştım. Buradan bir öğretmen öğrenci ilişkisi anlaşılmasın...O, o kadar ahlaklı ve temizdi ki, yaşam biçimi ve duruşu karşısında başka türlü olamazdınız. Onun yanında kirli kalamazdınız. Böyle bir şölen gibi, bir lunapark gibi sevdalık yaşayınca bu görkemi taşımayan her şey bir çadır tiyatrosu gibi geliyor insana...Bu ateşle yanma hali o kadar derinden, için için yanıyor ki, dönüp bir başka ölümlüyü yakmaya içi elvermiyor insanın...Yaman’la her günümüz sevgililer günüydü...Eşine bu kadar çok çiçek getiren bir adamı daha analar doğurmamıştır...Biz birçok defa sabah uyanıp birlikte gün doğumunu seyreder, ne bileyim çingene vapuruna binip sabah erken boğaz’ı turlardık.Bugün eksik olan ne? Bu topraklarda eksik aşk ve mutluluk kutsanmaz, ayrılık ve acı kutsanmıştır... Birlikteliklerdeki tutku kutsanmaz da, ayrılıklardaki tutku kutsanır hep...Yaralarıyla mutlu olmaya daha yatkın bir kültüre sahibiz biz..”

7 Nisan 2012 Cumartesi

İZMİR’DE “BALKON “ VE “ADALET”


İzmir için “balkon” ve “adalet” vakti…
Balkonla adaletin ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim. Bir bakalım o zaman nasıl bir ilişki olabileceğine…
Bahar güzel memleketimize geldi bile… Ama sanki bahar en çok İzmir’e geliyor. En çok İzmir’e yakışıyor. Baharın İzmir’e gelişini balkonlardan, sokaklarından anlarsınız. Havalar azıcık güzelleşsin İzmirli soluğu balkonda alır. Mesken tutar adeta.. Güzelim genç kızlar, delikanlılar sokakları renklendirir… İnsan cümbüşü yaşanır sokaklarda her güzellikte…
İstanbul’da yaşayan İzmirlileri tanımanın en kolay yolu, güneş yüzünü gösterdi mi apartmanların balkonlarına bakacaksınız… Küçükmüş büyükmüş, darmış genişmiş fark etmez. Koyar birkaç sandalye , ufak bir masa, atar kendini balkona İzmirli…
Hele ki erik, karpuz, kavun mevsimi gelsin, saatler süren sohbetlerle aylar balkonda geçer… Sabahları boyoz, gevrek tulum peyniriyle yenir ama illaki etraf izlenir, dostlara selam edilir...
Gültepe, Limontepe, Boğaziçi mahallelerinde ise kadınlar gençler dökülür sokaklara… Ellerdeki çiğdemler çitlenir, geçim derdi konuşulur... Gece yarılarına kadar hayat sokakta yaşanır tüm güzelliğiyle...
Acaba İzmirli neden “balkon” sever, “sokak” sever hiç düşündünüz mü?
Ruhu özgürdür çünkü… Görmek ister çevresinde yaşananları, gözlemler, izler, yorumlar… Bir İzmirliyi hapsetmeniz güçtür dört duvar arasına… Susturamazsınız da, sindiremezsiniz de… Sınırlarını kendi çizer ve her daim demokrattır.
İzmir’in ve İzmirlinin yapısını bilmeyenler çözemezler bu denklemi… Ellerindeki adalet sopasıyla  evinin içine sokabileceğini, baskılayabileceğini düşünürler… Fena halde de yanılırlar.

Cahit Külebi boşa dememiş “İzmir’in denizi kız, kızı deniz… Sokakları hem kız hem deniz kokar” diye. Fakat şair bugünleri göreymiş “adalet” de koksun istermiş İzmir…
Hiçbir şekilde zincir vuramayacağınız İzmirlilerin bu günlerde acil “adalete” ihtiyacı var. Zaten bir vekili tutuklu olduğu için gönlü kırık İzmir’in, Belediye Başkanı da yargılanıyor.
Dünyalar güzeli, çağdaş, demokrat, özgür ruhlu İzmirim reva mı bu sana?
Ama sabret bu da gelir, bu da geçer elbet… Sabret…

5 Nisan 2012 Perşembe

12 EYLÜL VE YENİ NESİL

12 Eylül’le ilgili yazmadan çok düşündüm… Ben henüz 2 yaşındayken yaşanmış bir dramı ne kadar özümseyip yazıya dökebilirim diye sorguladım. Sonra baktım ki televizyonlarda yaşı yeten yetmeyen herkes darbe uzmanı olmuş konuşuyor bir cesaret giriştim yazmaya…
Tabii cesaret cehaletten de doğuyor çoğu zaman.. O dönem hapishanede yatmış, işkence görmüş solcu büyüklerimiz ara ara buğulu gözlerle uzaklara dalarken, hükümet şak şakçısı bir çok yeni yetme başlıyorlar darbeler üzerine nutuk atmaya…
12 Eylül sanıklarının sorgulaması başladığında ekranlar da darbe cümbüşü patladı. Konuşan konuşsun uzun zamandır alışkınız boş laflara… Fakat burada çok ciddi bir tehlikeye dikkatinizi çekmek isterim; henüz 18-25 yaş aralığındaki gençler bu tartışmalara kulak kabartıp, o dönemi anlamaya çalışıyorlar. Ve belki de siyasi olarak kendine rota çizmek üzere olan bu nesiller son 10 yıldır AKP hükümetinin şekillendirdiği medya aracılığıyla yoğruluyorlar, evriliyorlar.
Kitap okumak zaten demode, internet var… Ekranlar hep tek ses tek renk… Bu gençler nasıl siyasileşecekler, doğruları görecekler?

Sosyalizm, sosyal demokrasi ya da devrim tarihi üzerine kaç kitap var çok satanlar listesinde? Yeni nesil için solculuk  –istisnalar hariç-   Che Guevara’nın veya Nazım Hikmet’in özlü sözlerini sosyal medyada paylaşmak… Birkaç da şiir eklediniz mi en kral solcu oluveriyorlar…

Peki ya sol değerleri yaşamak, yaşatmak?

Toplumumuzda çoğulcu ve özgürlükçü demokrasinin bütün kavram, kural ve kurumları ile yerleştirilmesi,  emeğe, insana ve doğaya saygı anlayışının yaygınlaştırılması, özgürlük, eşitlik, dayanışma, adalet, barış ve dürüstlük gibi değerlerin tüm insanların ortak anlayışı olarak benimsenmesi….

Tam bağımsız Türkiye ideali, “karşılıklı bağımlı” olmakla “bağlı” olmak arasındaki fark…

Hak getire

Üzerimize düşen çok görev var ve işimiz git gide zorlaşıyor. Avuçlarımızın içinden kayıp giden hatta savrulan bir yeni nesil var. 12 Eylül gibi geçmiş hesaplaşmalarının içinde şaşkın bir vaziyette durumu anlamaya çalışan, kafası soru işaretleriyle dolu, emperyalizmin kucağına doğmuş ve en kötüsü emperyalizmin ne olduğunu bilemeyen bir yeni nesil…

12 Eylül’ü yazacaktım öyle değil mi?

Bana sorarsanız körler sağırlar birbirimizi ağırlıyoruz…

12 Eylül yargılanacaksa önce o dönem emperyalizmi yaratan dış güçler  sanık koltuğuna oturmalı…

Olmaz mı?

O zaman geçelim bu yargılama işlerini… Kalın sağlıcakla.




4 Nisan 2012 Çarşamba

PUSLU MANTIK

Mantığın puslusu mu olurmuş canım demeyin. Olur hem de o kadar güzel olur ki tadından yenmez…
Nasıl mı? Klasik mantığı bir çoğumuz lise yıllarından biliriz: 0 ya da 1 önermeleri vardır. Yani temiz ya da kirli, doğru ya da yanlış… Ama neye göre doğru, kime göre doğru? Klasik mantık Aristo mantığıdır. Kesin yargılara ulaşılır. Eğer ki bir kişinin zihni Aristo mantığı ile fikir üretiyorsa bu sadece onun gibi düşünenlere güzel gelir. Hatta güzel de laf mı harikulade gelir… Alkışlar kopar, salonlar yıkılır. Fakat ya onlar gibi düşünmeyenler?
İşte puslu mantık tam da bu anda devreye girer ve ruhumuzu okşar. "Puslu Mantık" terimi 20. yüzyıl felsefi ve mantık çalışmalarında çok güncel bir kavramdır. Evet puslu mantıkta da 1 doğru, 0 yanlıştır. Ama arada dereceleri vardır. Neye göre doğruyu hep araştırır… Doğruluğun derecesini getirir, sorgular, kapıyı az bi açık bırakır. O kapıdan içeriye o doğruluğu çürütecek her fikir girebilir.
Mantığı evrenin her alanında geçerli bir kavram olarak düşünürsek -ki öyledir- o zaman sadece klasik mantıkla evrendeki her şeye cevap bulabilir miyiz?  

Farz-ı misal bir arabanın fren anını düşünün, klasik mantık hükmetse frene bastığınız o an, aniden arabanın durması gerekir. Halbuki öyle olmaz. Frene bastığınız anda süreç işler, ta ki araba durana kadar geçen süre aslında sizin yaşamınızı korur. İşte o anların adıdır “Puslu Mantık”.
Cehaletin beslediği kesin inançlılıkla puslu mantık hiç barışmaz. Çünkü dinlerde kesin yargılar vardır ve asla sorgulanamaz. Sağ partilerdeki oluşumu ve zihniyeti klasik mantıkla, sol partilerdeki oluşumları ise puslu mantıkla çok rahatlıkla bağdaştırabilirsiniz.
Hatta bağdaştırın, o zaman aklınızda ki bir çok soru da yanıtını bulacaktır.
Neden sorgulamadan biat edilir? Neden mecliste eller olmayacak kanun tasarılarına cümleten kalkar? Padişahın tek bir sözü neden fermandır? Çünkü orada o kişilere göre mutlak doğruluk vardır, başka şekilde düşünemez bile… Kafa o yöne çalışmaz…
Gerçek sosyalistler her daim sorgular, eleştirir, geliştirir, en iyiye ulaşmaya çalışır. Örneğin seçimden bu yana tüm solcuların aklında aynı soru: “Bu %50 nasıl oldu?”
Eh cevabı yazının içinde aslında… Tabii sadece sorgulayanlara…

3 Nisan 2012 Salı

KAOS


Ülkemizde son günlerde yaşadıklarımız nedir?  Kaos mu?  
Şöyle bir bakalım; Kaos determinist sistemde aperiyodik ve görünüşe göre rastlantısal olan oluşumdur. Bunu ben söylemiyorum literatürde tanımı bu yönde… Biraz daha açmak gerekirse; Determinist   tahmin edilebilir , istikrarlı, bilinebilir olandır. Örneğin bilardo toplarını düşünün, hareket alanları bellidir. Determinist bir sistemde oynarsınız oyununuzu…  Ya da siyaseti düşünün ülke sınırlarınız, komşularınız, hareket kabiliyetiniz üç aşağı beş yukarı bellidir.
Demek ki kaos determinist bir sistemde yaşanıyormuş… Peki ya sonra?
Aperiyodik ve rastlantısal oluşum… Aperiyodik davranış her hangi bir değişkenin etkisi altında kalmadan sistemin sürekli tekrarlar yapma durumudur. Şöyle hayal edelim elinizi yıkarken lavaboda biriken suyun boşalması aperiyodik bir harekettir. Siyasette ele alırsak belli bir kuruma yönelik yapılan sürekli müdahaleleri örnek verebiliriz.
Aslında kaos karmaşık bir sistem içerisindeki düzendir. Belki de günlük dilde en yanlış kullanılan terimlerden biridir.

Ülke olarak içinde bulunduğumuz durum aslında tam bir kaos… Belli aralıklarla belli kurumlarda yapılan yapılandırma çalışmaları aslında bir düzenin parçaları…
Biz sola bakarken pat diye sağda başka bir oluşum…

Ne olduğunu anlayamadan çok farklı bir alanda bambaşka değişiklikler…

Aslında kaos ortamının sonucu yeni oluşumlardır. Yunan Hesiodos “Theogony” adlı kozmik temalı eserinde “…her şeyden önce kaos vardı…” diyerek aslında kaosun düzenin atası olduğunu  M.Ö. 8. yüzyılda çoktan söylemiştir.
Yani aslında tüm bu kaos ortamı belli bir düzen öncesi sancılar, hazırlıklardır.
Bilmem anlatabildim mi?


2 Nisan 2012 Pazartesi

İZMİR'İ ÖRTÜLÜ MESAJLA ALMAK

“Ürün yerleştirme”, “bilinçaltı mesaj”, “örtülü mesaj” pazarlama bilimiyle uğraşanlara ya da sektördekilere yabancı olmayan terimlerdir. Belki siz de duymuşsunuzdur… Beyin günde 8-9 tane örtülü mesaj (subliminal messages) alır. Siz bu mesajları alırken farkındalık içerisinde değilsinizdir. Bilinçaltı mesajın gücünü örneklemek gerekirse; bazen bir süpermarkette onca ürün arasında eliniz hiç tereddütsüz tek bir markaya gider. Bu durum tesadüf değildir. Bilinçaltınızda o ürüne dair pozitif bir birikim vardır. 

Ya da belli bir ürünün çok beğenildiği ve piyasada bulunamadığı söylentileri kulaktan kulağa dolaşır. Zamanla bir bakmışsınız ürün piyasada gerçekten tükenmiş! Kulaktan kulağa pazarlamanın (WOMM Word of Mouth Marketing) etkisini yabana atmamak gerekir. Dünyada söylentilerin hükümetler devirdiğini unutmamak lazım. Ürün yerleştirme ise bir nevi gizli reklamdır. Örneğin bir logonun ilgili ilgisiz birçok yere koyulması gibi… Zamanla o logoyu o kadar çok görürsünüz ki bilinçaltınıza yer eder. Aşinalık olur…

Son zamanlarda siyasette de örtülü mesaj sıkça kullanılmaya başlandı. Hele kulaktan kulağa pazarlama gırla… Son seçimlerde kullanılan ilahi tınılı reklam filmleri, neredeyse her yerde karşımıza çıkan ampül logolar, halk içerisinde kulaktan kulağa dolaştırılan şehir efsaneleri…

Şimdi aynı stratejiler İzmir üzerinde uygulanıyor. İzmir’i almak üzere harekete geçen güçler pazarlamanın tüm nimetlerini bonkörce kullanıyor. “Bir kereliğine oyunuzu AKP’ye verin, sonra yine CHP’ye verirsiniz” söylemleri etrafta dolaştırılıyor. Otobüslerde, kahvelerde, parklarda, özel toplantılarda yani topluluk olan her yerde birileri fısıldamaya başlıyor. Bu fısıldaşmaların altındaki niyet çok büyük… Ama ah o fısıldayan bile idrakında değil yaptığının… Bu işi sadece partizanlık ya da lider aşkına yaptığını sanıyor. Ama yanılıyor… İzmir’i CHP’den almak karşı devrimin zaferidir.   Geçmişle, cumhuriyetle hesaplaşmadır.

İzmir’in sosyal demokrat ve sağ duyulu seçmeninin bu gerçekleri göreceğine eminim. Git gide artan fısıltılı siyasi pazarlamalara  taviz vermemek lazım. Örtülü mesajların altında ki niyetlere dikkat edelim. Bu süpermarketten aşina olduğunuz makarnayı almayıp; “hadi bu sefer başka markayı deneyeyim” demeye benzemez. Sonra bu değişikliği hazmedemezsiniz, tıkanırsınız, nefes alamazsınız…

İzmir’i daha çok konuşacağız. Siz yinede fısıltılara dikkat edin, taviz vermeyin. Şimdilik kalın sağlıcakla…