Sol yanım...

23 Aralık 2013 Pazartesi

YOLSUZLUK VE YOKSULLUK


Türkiye, tarihi bir süreçten geçiyor. 2013 Mayıs'ının son günü başlayan Gezi eylemlerinden sonra yılın hatta belki son 50 yılın en önemli olayıyla karşı karşıyayız. Gezi eylemleri toplumda iktidara karşı birikmiş bir enerjinin patlamasıydı. Şu anda yaşadığımız yolsuzluk vakası ise 12 yıldır birikmiş bir yozlaşmanın patlaması adeta... 2013 yılı, aslında Türkiye'nin kaderini değiştirmeye gebeymiş onu da şimdi anlıyoruz...
Bakanların ve çocuklarının karıştığı yolsuzlukların detayına girme niyetinde değilim. Bu konularla ilgili çalışan, araştırma yapan ve canı pahasına bu ahlaksızlıkları ortaya döken deneyimli parti büyüklerim, usta köşe yazarları ve gazeteciler, vurgunun yöntemi ve içeriğiyle ilgili bilgileri kamuoyuyla paylaşıyorlar. Ben yolsuzlukların gitgide derinleştirdiği Türkiye'deki yoksulluktan bahsetmek istiyorum sizlere...
Bakanların çocuklarının evlerinden sayısız kasa, para sayma makinesi ve dolar çıkarken BETAM'ın yayınladığı rapora göre, Türkiye'de 4,6 milyon çocuk beslenme, ısınma ve giyim gibi temel ihtiyaçlarını karşılayamıyor. DİSK-AR'ın 2013 Kasım ayında yaptığı araştırmaya göre ise 4 kişilik bir aile için açlık sınırı 1121, insanca yaşam sınırı ise 3544 TL. Yine DİSK-AR'ın raporuna göre eşi çalışmayan, iki çocuklu bir asgari ücretli işçinin ailesi ile birlikte aç kalmadan yaşaması mümkün değil. Söz konusu işçi asgari geçim indirimi dahil 840 TL asgari ücret geliri ile başka bir harcama yapmasızın ancak 22 gün ailesi ile birlikte sağlıklı ve dengeli beslenebiliyor. Kalan 8 gün ise açlığa mahkum!
Evet, Türkiye'de kayıtlı 10,8 milyon işçi var. Ama toplamda 46 milyon kişi yoksulluk sınırının altında yaşıyor. İşte size bu 46 milyondan iki örnek... Muğla'nın Marmaris ilçesinde yaşayan 28 yaşındaki Şırnaklı genç 8 yıllık hasretten sonra üçüz bebeklerine kavuşuyor. İşsizlikten çaresiz kalan baba bebeklerinden birini Rusya'ya anneannesinin yanına göndermek zorunda kalıyor. Tıpkı bu aile gibi nice aile yoksulluktan çocuklarını yetiştirme yurduna veriyor... Tek beklentileri ise çocukları için sıcak bir ortam, aş, giysi...
Bir diğer örnek ise Doğu'dan... Van-Gevaş ilçesi Karşıyaka mahallesinde yaşayan Güneş ailesi ikisi özürlü, altı çocuk sahibi... 8 Kişilik aile yaklaşık 20 yıldır yeme, içme, banyo, yatma yeri olarak altı metrekarelik bir barakayı kullanıyorlar. Yanlış okumadınız 6 metrekare!
Bir ülkenin nüfusunun yarısından fazlası yoksulluk sınırında yaşıyorsa bu acı hikayelere daha nicelerini ekleyebiliriz demektir... Şimdi ben bu satırları yazarken başbakan Konya'da konuşma yapıyor; "Kim nasıl saldırırsa saldırsın bizim Allah'ımız var, o bize yeter" cümlesini duyunca irkiliyorum... İlahi adalet bu mu diyorum içimden: Tıksırana kadar paraya boğulmak, yetimin hakkıyla zenginleşmek mi diyorum vicdanın yolu?
Ve düşünüyorum bu ülkede yoksullukla mücadele eden 46 milyonun Allah'ı yok mu?
 
Peki ya karnını bile sağlıklı doyuramayan, yeni kıyafetler alamayan ve kışın bu soğuk günlerinde üşüyen 4,6 milyon çocuğun Allah'ı yok mu?

Yok mu?






13 Aralık 2013 Cuma

Siyasette nezaket: Meclis TV ve Lojmanlar...


Siyasette nezaket: Meclis TV ve Lojmanlar...

Son günlerde T.B.M.M. kürsüsünden  sarf edilen sözler akıllara durgunluk getiriyor. AKP kadroları iktidara geldiği ilk günden bu yana kavgacı, tehditkar ve yakışıksız üsluplarıyla Türkiye’de siyasi nezaketi ayaklar altına aldılar.

Geçmiş yıllarda mecliste bu tür tartışmalar yaşanmıyor muydu? Elbette yaşanıyordu... Tartışmak, müzakere etmek demokrasinin gereği zaten... Fakat birbirinden nefret edercesine, öldüresiye, hakaretlerle konuşmak, meseleleri çözümden uzaklaştırıp kutuplaşmaya sürüklüyor. Yönetimin en tepesinde yaşanan bu gerginlik ise tabana kadar yayılıyor. Sonra işte patlamaya hazır gergin bir toplum yapısı ortaya çıkıyor.

Siyaseten karşıt olmak, farklı düşünmek muhalefet milletvekillerine meclis kürsüsünde “terbiyesizler” diye bağırma hakkını doğurur mu? Bu sorunun yanıtı elbette; “Hayır.”

Peki mecliste nezaketi neden yitirdik sizce?

Siyasette nezaketi yitirmemizin nedenlerini çok boyutlu düşünmek gerek... 12 Yıldır süregelen yönetimin, ayrıştırıcı, ötekileştirici, hatta yok sayan ve çoğu zaman üstten bakan üslubu mevcut gergin ortamın temel taşlarını oluşturdu diyebiliriz.

Fakat ben bu yazımda sizlere, gözden kaçan ve AKP döneminde kapatılan Milletvekili Lojmanları ve Meclis TV.’den biraz bahsetmek istiyorum.

Yönetim alan yazınında, işletmelerin ya da kurumların işleyişini etkileyen “yumuşak” ve “sert” faktörler vardır. Bu iki faktörü siyasette örneklemek  gerekirse; Siyasi grupları, onların politikaları ve programlarını hesaplanabilir, ölçülebilir ve tanımlanabilir sert unsurlar olarak ele alabilir, insan faktörünü, sosyal yaşamı ve insanlar arası ilişkileri hesaplanamayan, öngörülemeyen “yumuşak” faktörler olarak tanımlayabiliriz.

İşte tam da bu noktada vekiller arası diyalog ve hoşgörünün kurulmasına çok etkisi olan ve AKP iktidarıyla kapanan “Milletvekili Lojmanlarına” değinmek istiyorum. 1999 Seçimlerinden sonra annemin DSP İzmir milletvekili seçilmesiyle ben de bir dönem lojman yaşamını tecrübe etme şansına sahip oldum.   

O günleri yaşayanlar hatırlayacaktır lojmanları... Seçmenler tarafından belki de pek sevilmeyen, “bu vekiller de fazla lüks yaşıyor; lojmanlar, maaşlar...” diye eleştirilen ama aslında farkında olmadan vekiller arası hoşgörü ortamının oluşturulduğu ortak bir yaşam alanıydı lojmanlar...

Size kısaca tarif etmem gerekirse; 2 tane çok katlı bloktan ve belirli sayıda villadan oluşan bu lojmanların içinde ortak restoran, kuaför ve yürüyüş alanları yer almaktaydı.

Şimdi belki diyeceksiniz ki: “Meclisteki gerginliğin lojmanlarla alakası ne?”

İnanın ki alakası çok. Siz belki de akşam asansörde karşılaşacağınız komşunuza ağzınıza gelen küfrü edebilir misiniz?

Ortak yaşam alanının uzlaşı üzerindeki etkisi, akademik alanda kesin olarak tarif edilen Japon ve Amerikan yönetim tarzı arasındaki fark kadar açık ve nettir. Örnek vermek gerekirse; gündüz mecliste kıyasıya tartıştığınız kişi akşam belki de yüzyüze  bakacağınız, selam verip hatır sormak durumunda kalacağınız ve hatta yemek yerken sofranıza buyur etmek durumunda kalacağınız bir “çalışma arkadaşınızdır” aslında.

Lojmanlarda çoğu zaman farklı partilerden komşularınız olur. Komşularınızın ister istemez özel yaşantılarına, aile içi tartışmalarına dolaylı da olsa şahitlik etmiş olursunuz. Ama inanın ki bugünkü rezil siyasetin, yani özel hayatı afişe etmelerin yanından bile geçmeyen bir siyasi kültür vardı o yıllarda... Herkes herkesi bilir ama saygı gösterir, susardı...

Ve aslında vekil lojmanlarının  yarattığı bu “hoşgörü” ve “çalışma arkadaşlığı” ortamının önemini bilen AKP işe orayı yok etmekle başladı. Ve işte aslında tüm kurum ve işletmelerde dikkate alınması gereken ve bireyler arası etkileşimi kuvvetlendiren “yumuşak” faktörleri gözardı etti.

Lojmanların dışında bir diğer önemli faktör, meclisin çalışma saatleri esnasında canlı olarak halka ulaşmasını sağlayan Meclis TV’nin kapatılması oldu. İnanın ki Meclis TV’nin açık olduğu yıllarda saat gece 03:00 bile olsa vekiller oturmalarına, kalkmalarına, sözlerine dikkat ederlerdi. Üstelik halk seçtiği vekillerin çalışmalarını izleme şansına sahip olurdu. Yani bir nevi şeffaf yasama/yönetim ve örtülü denetim mevzu bahisti...

Lojmanlar ve Meclis TV vekillerin halkla ve birbirleriyle ilişkilerini etkileyen birçok unsurdan sadece ikisi... Bunun gibi siyasette nezaketin kromozomlarıyla oynayan nice uygulamayı AKP iktidarında yaşadık. Ve sonunda da birbirine öfkeyle saldıran, hakaret eden, kimi zaman üstten bakan ve tüm bunları izlerken utanan, hayıflanan bir topluma döndük...

Umuyorum ki AKP, iktidara gelirken peşinden getirdiği “siyasi nezaketsizliğinden” bir an evvel arınır. Yoksa bu gidişle haberleri izlerken çocuklarımızı ekranlardan uzak tutmamız gerekecek...

Ve unutmayalım ki; İtibarı gitgide kaybolan ve işlevsizleştirilen meclis hepimizin meclisi... Daha fazla raydan çıkmadan biraz nezaket, biraz sağduyu...


11 Aralık 2013 Çarşamba

Van’da çocuklar üşüyor...


Van’da çocuklar üşüyor...

Bu hafta tüm Türkiye soğuğu iliklerine kadar hissetti.

Hava soğuk... Gerçekten çok soğuk... İklimler arası ılıman geçişlerden eser yok sanki... Baharlar yaşanmıyor artık... Birden kış, birden yaz geliyor memleketimize... Hadi yaz iyi de, kış geldi mi imkansızlıklar daha bir can yakıyor.

Siyasetin gündemi ise havaların tersine çok sıcak... Başbakanın belediye başkan adaylarını peyderpey açıkladığı toplantılar, bir Salı grubuyla başlayıp gitgide gövde gösterisine dönüştü... Barkovizyonda ilgili şehire yapılan yatırımların görselleri, belediye başkan adaylarının çocukları üzerine tavsiyeler derken bir cümbüştür sürüyor. Toplantıda başbakanla belediye başkan adayları arasında geçen  mutat diyalog aynen şöyle:

-Başkan kaç çocuk var sende?
-2 Sayın Başbakanım.... (Derin bir mahcubiyet...)
-Olmadı... Belediye başkanı olarak en az üç çocuk olması lazım… (Aday boynu bükük platformdan iniyor…)

-Sizde kaç çocuk var?
-8 Sayın başbakanım...
- Evet Ahmet Hamdi Bey'i tebrik ediyoruz. Örnek bir aday! (Salon alkıştan yıkılıyor…)

Gerçekten insan bu kadar teknik bir seçime hayran(!) olmadan edemiyor. Biz her ne kadar çocuk sayısı ile belediye başkan adaylığı arasındaki korelasyonu anlayamasak da vardır bir bildikleri diyoruz…

İşte böyle hareketli günler yaşıyor siyaset dünyası… Havalar soğuk, siyaset sıcak derken; Çok çocuklu adayların ayakta alkışlandığı AKP toplantılarına Van’da üşüyen çocukların ve  ailelerinin feryatları ulaşmıyor sanırım…

04 Aralık,  Van’da  kurulan Anadolu konteyner kentte zor koşullar altında yaşam mücadelesi veren depremzedelerin sürdürdüğü açlık grevinin 100. günüydü. Konteynırlardan çıkmaları için elektiriği, suyu kesilen, soğukla yaşam mücadelesi veren yaklaşık 500 ailenin sesi belli ki seçim heyecanına giren iktidara ulaşmıyor… Doğru ya seçim hesapları çok büyük… Ve görünen o ki bu hesapların içinde Van’daki depremzedelere çözüm üretmek yok… Ne kadar acı…

“Önce insan” diyerek yola çıkan iktidarın hesabı “önce ranta” dönüşmüş. Ve hatta bu rant, TOKİ tarafından depremzedeler için yapılan konutlara kadar sızmış…

“Aranızdaki meselelerin hallini 30 Mart sonrasına bırakın” diyecek kadar kazanma odaklı bir iktidardan daha ne beklenir ki… Yani kazanmak tek hedef… Ne pahasına olursa olsun kazanmak!

Bu hafta muhtemelen adaylara yine aynı soru sorulacak: “Kaç çocuğunuz var?”

Peki havalar bu kadar soğukken iktidar yetkililerinden birinin de aklına gelmez mi ki “Van’da üşüyen kaç çocuk var?”…




HÜZÜN YILI


HÜZÜN YILI

Üzerine nice yazılar yazılan, analizler yapılan Gezi eylemlerinin üzerinden 6 ay geçti. Yeni bir yıla gireceğiz neredeyse... Ama 2013 Mayıs ve Haziranını hiç unutmayacağız. Bizler Gezi Parkı’ndaki bir ağacı korumak için başlayan ve ardından adeta bir isyana dönüşen bu eylemlere şahit olmuş insanlar olarak elbette bu günleri hiç unutmayacağız... Ama bizden daha önemli olan, bu eylemlerde polis şiddeti nedeniyle yaşamını kaybeden gençlerin aileleri için 2013 hiç unutulmayacak bir yıl olacak.

Geçtiğimiz günlerde Gezi eylemleri esnasında polis kurşunuyla ölen Ethem Sarısülük’ün duruşması vardı. Mahkeme heyeti, avukatların tarafsızlık itirazları üzerine dosyadan çekilme kararı aldı. Dosya bir üst mahkeme olan 7. Ağır Ceza Mahkemesi'ne gönderildi. Duruşma esnasında savcının uyuklayan görüntüleri ise vicdanları bir kez daha yaraladı. Sonuç ise yine çözümsüzlüktü. Adalet bir kez daha yara aldı…

Eylemler esnasında hayatını kaybeden gençler henüz 19’unda, 20’lerindeydi… Yaşamlarının baharında inandıkları uğruna yollara döküldüler. Bedelini hayallerini yitirmekle ödediler. Tüm bu gelişmeler ise bizlerin şahitliğinde yaşandı. Her olayı sosyal medyadan ya da muhalif kanallardan an ve an izledik. Geçenlerde Abdocan için yazılmış bir kitaba rastladım kitabevinde… Sonra bir gün twitterda Ali İsmail’in Eskişehir’de yapılan heykelinin resmini gördüm. Birden boğazım düğümlendi. Ne emeklerle büyüttüğüm oğlumu gördüm onların gözünde… İnsan olan dayanamazdı bu acıya… Bir annenin öldürülen çocuğu için yazılmış kitabı görmesi… Ya da 19 yaşında sokakta döve döve öldürülen oğlunun heykelini okşaması… Bu hüzün hepimize yeter dedim içimden… Hepimize yeter…

O güzel çocukların isyanı hükümetin yaptırımlarınaydı… Bu uğurda en ağır bedeli onlar ödediler. Anaları, babaları, kardeşleri, sevdikleri, hayalleri, gülücükleri hep yarım kaldı.

Bizim ise onlara ödememiz gereken bir borcumuz var. Onlar bu iktidar değişsin istiyorlardı. İtirazları vardı. Bizler ise bunu yerine getirmekle mükellefiz. Önümüzdeki seçimlerde kaybetme lüksümüz yok. O güzel çocukların yarım kalmış hayalleri için her ne olursa olsun sonuna kadar mücadele etmeliyiz.

Yorgunluğa, yılgınlığa kapıldığınız anlarda onların pırıl pırıl bakan gözleri aklınıza gelsin. O gözlerden umudu alalım. Ve istediğimiz özgür, demokratik Türkiye’yi  inşa etmek için mücadele edelim… Ve bu hüzün yılını hiç unutmayalım…







Hüznün yetiştirme yurdu…


Hüznün yetiştirme yurdu…

Gece olduğunda gözyaşları usulca yastığa dökülüyordu. Seslerini duyan yoktu… Ara sıra uğrayan ziyaretçiler başlarını okşuyordu öylece… Oyuncaklar getiriyordu kimi zaman… Gelin görün ki bu tatlı mutluluk çok kısa sürüyordu. Sonra yine aynı yalnızlıkla başbaşa kalıyorlardı.

Onlar çocuktu… Onlar gençti... Akranları gibi bir yaşamdı tek dilekleri… Sıcak bir ev, bir sofra, bir oda… Ama olmadı. Onların yuvası artık devletin “Yetiştirme Yurtlarıydı”…
Çünkü onlar hem yoksul hem kimsesizlerdi…

Ülkemizin yoğun gündeminde kimsesiz çocukları hatırlayan olur mu acaba? Ne haldeler diye sorgulayan?

……………………………………………….

Yerel seçim rüzgarları fırtına gibi esiyor. Herkesin aklı fikri adayların kim olacağında… Başbakan belirli aralıklarla AKP’nin adaylarını açıklıyor. Son açıklamasında bir bakanın elini kaldırdı aday olarak. Bu isim Aile ve Sosyal Politikalar Bakanı Fatma Şahindi. AKP Gaziantep Belediye Başkan adayıydı artık Sayın Şahin… Ve hemen ardından Yüksek Seçim Kurulu’nun kararı çıkageldi; Bakanların aday olduklarında görevlerine devam etmeleri için bir engel yoktu… Ne güzel düzen öyle değil mi? Leb demeden leblebiyi anlayan, gereğini yerine getiren aziz kurumlarımız… Ne güzel!

Genel seçimde isyan etmiştik… İzmir’den aday 2 bakan, bakanlıklarının imkanlarını kullanarak propaganda sürecini yürütüyor diye… Ama adalet prangalı olduğu için sesimizi duyan olmamıştı. Şimdi yine aynı oyun oynanıyor… Çivisi çıkmış düzende isyan etsek ne çare… Yine bakanlar devlet bütçesiyle aday oluyorlar...

Bu adaletsizlik iç burkuyor ama benim bugün değinmek istediğim konu başka… Uzun süredir yazılarımda, kadınların ve gençlerin devlet tarafından sahipsiz bırakıldığından bahsediyordum. Adından “kadının” çıkarıldığı bir bakanlık tarafından yok sayılan kadınların dramını aktarmaya çalıştım çoğu kez… Benzer bir dışlanma Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’na (SHÇEK) bağlı yurtlarda kalan çocuklar için de geçerli… Tıpkı çemberin dışında kalan diğerleri gibi, onlar da sesleri duyulamayanlardan…

Yetiştirme yurduna hiç gittiniz mi? Gitmediyseniz ziyaret etmenizi tavsiye ederim. O yavruların gözlerine baktığınızda yüreğinizde hissedecekleriniz sizi çok uzaklara götürüyor. Tarifi olmayan bir kimsesizlik hissi omuzlarınıza çöküyor… Tüm ağırlığıyla…

Aslında Türkiye’de kimsesiz çocukların ve kadınların bakanlığı yok… Aile kurma şansına sahip olanlar için tüm imkanlar seferber edilirken “ötekiler” hep yoksun, hep sahipsiz bırakılıyor…

Hal böyleyken belki de Cumhuriyet Halk Partisi kadın milletvekilleri ve PM üyelerinden oluşacak bir grup Yetiştirme Yurtlarını ziyaret edip ortak bir rapor hazırlayabilirler. Tıpkı bir gölge bakanlık gibi… Benzer bir çalışma Kadın Sığınma Evleri için de gerçekleşebilir. Baskıdan ve şiddetten ötürü yurttan kaçan çocukların, gençlerin sesini duymuş oluruz böylece… Geceleri yatağında oyuncağına sarılarak uyuyan yavruların hayallerine ulaşırız belki de… Bakarsınız evinde çocuk sesleri yankılansın isteyen aileler yüreklenirler onların kimsesizliğinden… Ve kimsesizlerin kimsesi oluruz… Kim bilir...

Ortalık toz duman biliyorum. Hayati bir seçim yaklaşıyor. Ve çok önemli meseleler var tartışılacak. Ama ben bu satırları bahsettiğim yurtlarda kalan bir çift boncuk göz için yazıyorum. Küçücük yüreğine kocaman yalnızlıklar yerleştiren bir kız çocuğu için… Onun vesilesiyle hüznün yurtlarına yerleşmiş tüm çocukların dertlerine, isteklerine, hayallerine daha çok kulak veririz belki…

Çoğu zaman dünyaları önlerine sererek mutlu edemediğimiz çocuklarımızı düşündüğümüzde kimsesiz çocukların yalnızlığı daha ağır geliyor... Bir düşünün hayatta tutacak bir dalınızın olmadığını... Hissedeceksiniz hüznün yurdunu...









ÖTEKİ TÜRKİYE


ÖTEKİ TÜRKİYE

Bu hafta Gazete Çeşme Güneşi’nde sizlere CHP’nin hazırladığı “Öteki Türkiye” raporundan bahsetmek istiyorum. CHP Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin’e bağlı olan İletişim, Tanıtım ve Medya İlişkiler bölümü tarafından hazırlanan raporun önsözü dahi raporun içindeki acı Türkiye’yi anlamak için yeterli ipucunu veriyor.

Raporu okuyamayanlar için önsözünü sizlerle paylaşmak istiyorum;

“Burada yazılanlar, iktidarın ötekileştirdiği emekçilerin, çocukların, kadınların sömürülmesine karşı bir direniştir...
Amacımız, naylon çadırda yananların, 50 liralık gaz maskesi olmadığı için kuyuda zehirlenenlerin, balık istifi araçlarda kazada ölen mevsimlik işçilerin, devlet şiddetiyle hayatını kaybeden gencecik fidanların, cinayete kurban giden kadınların, cinsel yönelimler ve cinsiyet kimlikleri sebebiyle nefret cinayetlerine kurban gidenlerin ve iktidarın susturduğu halkımızın sesi olmaktır.
12 Eylül’ün ürünü olan sendikal yasaklardan beslenen ve 11 yıllık hükümdarlığında esnek çalışma, taşeronlaşma ve güvensiz çalışma koşulları üzerine kurduğu  kölelik düzeni ile AKP Hükümeti’nin sadece son 9 ayda kanına girdiği en az 842 emekçi için,
‘’Muhafazakarlık’’ kisvesi altında ikincilleştirilip, maruz kaldıkları şiddete sessiz kalınmasıyla 2013’ün ilk 9 ayında cinayete kurban giden, en az 168 kadın kardeşimiz için,
Kafası pres makinasına sıkışarak, inşaat boş̧luklarına düşerek, tarlada, şantiyede, fabrikada 2013’ün ilk 9 ayında  ölen 46 çocuğumuz için,
Ortadoğu’da ucuz kahramanlıklara soyunup, ülkemizde Suriyeli sığınmacıların çaresizliğini sektörleştiren AKP’ye karşı sayısı 600.000’i geçen Suriyeli vatandaş için  “Öteki Türkiye” çalışmamızın ilk adımı olan ÖTEKIİ TÜRKİYE: EMEK ve ŞİDDET raporunu sizlere sunuyoruz.”

Evet,  önsözünden de anlaşılacağı üzere Öteki Türkiye raporu gözden kaçırılmaya çalışılan Türkiye gerçeklerini ortaya koyuyor. Raporda yer alan bazı çarpıcı analizleri de sizlerle paylaşmak istiyorum:

* Türkiye’de yürütülen araştırmalar her 5 aileden 3’ünün yoksulluk sınırının altında yaşadığına işaret eder. (Türk- İş tarafından yürütülen araştırma, Türkiye’de 4 kişilik aile için Eylül 2013 yoksulluk sınırı 3.361 TL, açlık sınırı 1.032 TL olarak verilmiştir.)

* %50’si çocuk işçiliğine dayalı olan mevsimlik tarım işçiliğinin çocuk boyutu özel olarak ele alınmalıdır. Mevsimlik Tarım işçisi çocuklar, sağlık ve barınma gibi en temel hizmet alanlarından faydalanamamaktadır. Bu temel sorunlara ek olarak, yaklaşık sekiz aylık eğitim öğretim yılından ortalama 60 gün uzak kalıp, buna bağlı olarak gelişen sosyal dışlanmayla karşı karşıya kalmaktadırlar.

* 2012 yılında en az 80, 2013 yılının ilk 9 ayında ise en az 30 maden işçisi hayatını kaybetmiştir.
AKP Hükümeti’nin, güvencesiz çalışma koşulları ve denetimsizlikten kaynaklı iş cinayetlerine kayıtsızlığı, Çalışma Eski Bakanı Ömer Dinçer’in insanlık onuruna yakışmayan sözleriyle özetlenmiştir: “Güzel öldüler”

* 2012’de toplam iş kollarındaki 3 ölümden 1’i inşaat sektöründe yaşanmışken 2013’ün ilk 9 ayında en az 206 inşaat emekçisi hayatını kaybetmiştir.

* 2002 yılında yaklaşık 350.000 olan taşeron işçi sayısı, 4 kat artarak bugün 2 milyonu geçmiştir.

Rakamlar ne kadar çarpıcı öyle değil mi? Ve bizler Türkiye’de tüm bunlar olup biterken suni gündemlerle meşgul oluyoruz. Çocukların, gençlerin, kadınların, işçilerin, çiftçilerin sessiz çığlığını duymak isteyenlere CHP’nin internet sitesini ziyaret edip hazırlanan raporları okumalarını öneririm. Hakikatler orada sizi bekliyor olacak…








İran’dan Türkiye’ye yolculuk…


İran’dan Türkiye’ye yolculuk…

2003 Yılında Tahran Belediye Başkanı olan Ahmedinejad’ın ilk icraatının belediyedeki asansörleri kadın/erkek olarak ayırmak olduğunu biliyor muydunuz?

8 Yıllık görevinin ardından, ülkedeki tüm sorunları daha da keskinleştirerek köşesine çekilen Ahmedinejad görevdeyken otobüslerde kadınların ön kapıdan binip, öne oturmalarını dahi yasaklamıştı.

İran’da 16 Yıldır yayınlanan Zenan adlı kadın dergisi de onun döneminde kapandı. Aslında İran İslam Devrimini anlatıp “biz de İran olma yolunda ilerliyoruz” demeye hiç niyetim yok. İran’dan kültürel ve toplumsal olarak farklı dinamiklere sahip olduğumuzu biliyorum. Ama resmin bütününe baktığımızda “nereye gidiyoruz?” sorusuna cevaben bazı ipuçları bulmamız mümkün.

Nasıl mı? Örneğin 1979 yılında İslami Devrimi gerçekleştiren Humeyni’nin bir mazlum olarak ve özgürlük ve demokrasi vaatleriyle başa geldiğini vurgulayarak başlayabilirim. Hatta öyle ki devrime önemli bir kısım solcular da destek verir. (Yetmez ama evet!) Devrimden sonra özellikle kadınlar üzerinde inanılmaz bir baskı süreci başlamıştır İran’da… Molla rejimi kendine destek olan solcuları (yetmez ama evet!) kızdırmamak için yaptırımlarını yavaş yavaş uygulamaya başlamıştır. Ve daha sonra yıllar içinde git gide sertleşen ve dini referans alan toplumsal yaşam kaidelerinin öncelikli hedefi hep gençler ve kadınlar olmuştur.

Gençler ve kadınlar… Kulağa hiç yabancı gelmiyor öyle değil mi?

Peki gençler ve kadınlar bu yaptırımlara tepki göstermiyor muydu?

Aslında evet gösteriyordu. Özellikle 90’lı yıllarda doğan kuşak saçını tam olarak örtmeyi reddediyordu. Önden açık bıraktıkları perçemlerini de boyatarak tepkilerini açık ediyorlardı. Yeni kuşak erkeklerde de tepki olarak saçını uzatanlar azımsanmayacak kadar çoktu. Ama gelinen noktada İran’da genç ve kadın olmak çok zordu. Baskı dayanılmaz bir hal almıştı…

Peki ya Amerika faktörü?

Elbette ki ABD tüm bu devrim sürecinin arka planında var olmuştu.

Hatta öyle ki İngiltere ve ABD’ye mesafeli duruşundan ötürü, CIA eliyle başbakanlıktan indirilen Musaddık için ABD Dışişleri Bakanı Madelaine Albright’ın 2000 yılında yaptığı özeleştiri ne kadar müdahil olduklarının itirafı niteliğindeydi.

Burada İran’a bir nokta koyup, rahmetli Bülent Ecevit’in kurduğu 57. hükümetin apar topar seçime gidip AKP’nin iktidara geldiği günleri hatırlamanızı isterim… Bakınız 2 Aralık 2002 yılında dönemin ABD Ankara Büyükelçisi W. Robert Pearson tarafından yazılan ve Wikileaks’te yayınlanan kriptoda Pearson başbakan için neler söylüyor:

“Bu aşamada Türkiye’de dediğini yaptırabilecek tek politikacı olan Erdoğan’ı Irak, Kıbrıs ve içerideki siyasi ve iktisadi reform konularında doğru kararları almaya ikna etmek suretiyle, ABD’nin temel çıkarlarını ilerletebilmemiz için mükemmel bir fırsattır”

Evet sonuç olarak, 2002 yılında, ABD’nin “mükemmel bir fırsat” olarak tanımladığı AKP iktidarı tarafından tam 11 yıldır yönetiliyoruz. Ve elbette ki İran’da gerçekleşen İslami Devrimin farklı bir türlüsünü yaşıyoruz. En acısı ise Cumhuriyet kazanımlarını birer birer kaybettiğimiz bu karanlık yolculukta “laikçi ve statükocu” olmakla suçlanmak…

Umarım ki tüm bu yazdığım benzerlikler birer komplo teorisi olarak kalır. Umarım ki biz “laikçiler” yanılırız ve Türkiye çok daha çağdaş, aydınlık günlere doğru yürür. Umarım…

Yine de içimi kemiren şu soruyu sormadan edemiyorum; Peki ya haklıysak?




19 Kasım 2013 Salı

Gençliğin yoklukla imtihanı...


Gençliğin yoklukla imtihanı...

Gözleri hakikatten kaçırmak bizim siyasal kültürümüzde adettendir. Gerçek sorunları örtbas etmek için hayali sorunlar üretmek ve dikkati o yöne çekmek bilindik bir oyundur... Tıpkı “kızlı-erkekli” mevzusu gibi...

Peki bu “kızlı-erkekli” meselesi stratejik bir oyunsa saklanmak istenen gerçekler neler olabilir?

Tevhid-i Tedrisat Kanununu kaldırmak mı? Ya da uzun vadede kız-erkek ayrı eğitim verilmesi mi? Mümkündür, amaçları ikisi de olabilir. Yakın zamanda meclis çatısı altında bu 2 meselenin mücadelesinin verilmesi de kuvvetle muhtemeldir.

Peki gençlerin gündelik sorunları, geçim sıkıntıları, işsizlik gibi gerçeklerden ne kadar haberdarız?

Bu bağlamda üniversitede gençlerin yaşadığı bazı sorunları sizlerle paylaşmak isterim. Geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin en büyük devlet üniversitesinin öğrenci yemekhanesinde gençlerle birlikte yemek yedim. Yemekhanede “kızlı-erkekli” sıradayız... Yemek ücreti öğrenciler için 1.85 TL... Sırada önümde olan lisans öğrencisi gencin yemek kartı 1.85 TL’yi karşılamıyor. Genç arkadaşımız elini cebine atıyor.... Ama nafile yemeği karşılayacak para cebinde de yok. Mahcup oluyor aslında hiç kabahati olmadığı halde... İşte bu vesileyle tanışıyoruz kendisiyle... Ve sonra aynı masada yemek yerken anlatıyor bana üniversiteyi hangi koşullarda okuduğunu... Yediğim yemeğin her lokması adeta boğazımda düğümleniyor.

Kimi akşamlar erzak alamadıkları için salça kavurup ekmekle yiyerek karnını doyuran ve ardından aynı evde “kızlı-“erkekli” yaşamakla potansiyel suçlu ilan edilen vakur, mücadeleci ve paraları bitse bile memleketteki ailelerine bunu yansıtmadan yaşamaya çalışan onurlu, gururlu, namuslu gençleri dinledikçe hem ümitleniyorum geleceğe dair, hem de sorguluyorum bu yaşta bu kadar çile niye?

Yazı yazdığımı söylediğimde “yazın hocam” diyor genç arkadaşım... Yazın bu anlattıklarımızı da bize destek olsunlar köstek olacaklarına... Öğrencilerin okumasını kolaylaştırsınlar, uğraşmasınlar özel yaşamıyla... Öğrencilere verilen kredilerin arttırılması onları rahatlatmış. Ama yine de yaşam onlar için çok pahalı... Ulaşım ve yemek masrafları ceplerindeki tüm parayı götürüyor. Sosyal yaşama, sinemaya, gezmeye neredeyse hiç paraları kalmıyor...

Yazdığım bu hikaye nice gencin başından geçen, onlar için olağan bir durum... Ve belki de böylece çelikleşiyor iradeleri, yaşam mücadelelerini daha çetin veriyorlar... Onlar “bağzı” akranları kadar şanslı olamayan bir çoğunluk... Gemicik sahibi değiller. Ya da sermaye sahipleri tarafından burslarla okutulmuyorlar. Ama gözleri parlıyor, yüreklerinin temizliği yüzlerine yansıyor. Sergiledikleri yaşam mücadelesi ile alınlarından öpülesi gençler onlar...

Gözümüzü Türkiye’nin gerçeklerinden kaçırmak için sürekli suni gündem yaratan iktidar bu konuda nispeten de başarılı oluyor. Gençler maddi sıkıntılardan ötürü zorlukla okurken, mezun olduktan sonra iş bulamazken ortaya “kızlı-erkekli” diye adeta “bohem” bir mevzu atılıyor. Ve isteniyor ki gençlerin yaşam tarzı mercek altına alınsın, ihbarcı vatandaş modeli mahallede otokontrolü sağlasın... Ve en önemlisi gözler hakikatlerden uzak olsun...

Sayın başbakana ve kabinesine sormak istiyorum: Geçmişte geçim sıkıntısı çektiğinizi her fırsatta dile getirirsiniz. Bizi ilgilendiren ve halkın bilme hakkına sahip olduğu iktidara geldiğiniz son 10 yılda ne kadar zenginleştiğiniz.

Ve eklemek istiyorum sizin çocuklarınızın yemek için 2 TL’yi bulamadığı zamanlar oldu mu? Gençlerin özel yaşamlarıyla uğraşmak yerine bu adaletsiz düzeni değiştirmeyi neden denemezsiniz?

Peki bir Gençlik Çalıştayı yapıp onların dertlerini bizzat dinlemek ister misiniz?

Belki o zaman gözyaşlarınız gençler için de akabilir... Ne dersiniz?




5 Kasım 2013 Salı

DOSTLUK ÜZERİNE


DOSTLUK ÜZERİNE

Bu hafta Gazete Çeşme Güneşi yazılarımda siyasete biraz ara vermek istedim. Biraz soluklanmak, durmak, dinlenmek istedim. Yazıda dinlenmenin en güzel yolu hayata dair yumuşak faktörlerden bahsetmek belki de... Dostluk gibi mesela... Yaşama tutunup, hoyrat bir mücadele verirken en güzel gülüşlerimizi, en derin gözyaşlarımızı paylaştığımız, adı ne olursa olsun soyadı “güven” olan yol arkadaşlarımız...

İnsanların dostluk haritalarının onların kişiliklerini ortaya koyduğuna inanırım. Tıpkı yıldız haritaları gibi... Hani “bana dostunu söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” derler ya işte ona yakın ama tam değil... Tam değil çünkü bazı dostlarımızla fikri uyuşmazlıklarımız olur. Bir müddet yaşamımıza misafir etsek dahi uzun soluklu kalamazlar yerlerinde. Neden kalamadıklarına dair düşündüm geçenlerde... Sahi neden biter bazı dostluklar?

Birinci neden karşımızdakini de kendimiz gibi bilmemiz. Bunu bir kötüleme anlamında düşünmeyin. Eğer ki kurduğunuz dostluklar eski ve köklü değilse ve o kişiyi yeni tanımanıza rağmen yoldaş bilmişseniz yarı yolda kalmanız mümkündür. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki belli bir yaştan sonra gerçek dostluklar seyrek denk geliyor. Yakaladığınıza inanıyorsanız sıkı sıkı tutun bırakmayın... Ve asla güvenini sarsmayın...

Dostlukların bitmesindeki ikinci neden ona istediğinden hatta kaldırabileceğinden  fazla değer vermeniz. Evet “hak ettiğinden” demedim “istediğinden” dedim. Siz onu ısrarla “en güvenilir dostum” statüsüne oturtmak istiyorsunuz ama o  insan o konumu istemiyor. İstemediğini de farkında değil... Tıpkı üzerine dar gelmiş bir elbiseyi giymiş gibi rahatsız rahatsız kıvranıyor. Siz onu “dost” biliyorsunuz fakat o bunun idrakında değil. Gereklerini yerine getiremiyor, getiremedikçe söyleniyorsunuz... Yani bir türlü o arkadaşlık sağlamlaşmıyor. Bir ayağı kırık sandalye gibi hep sallantıda...

E bu noktada kimseye zorla değer vermenin bir manası yok. Dost olmak meşakkatlidir. Özveri ister. Güven ister. Diretmenin de manası yoktur. Hayatınızda bir ayağı sürekli sallanan, ha devrildi ha devrilecek dostluklarınızı gözden geçirin. Hem sizin için, hem o arkadaşlarınız için enerji kaybıdır. Herkese kaldırabileceği kadar değer verin. Sonra üzülmeyin...

Ve elinizdeki gerçek dostlarınızın değerini bilin. İyi gününüzde, kötü gününüzde yanınızda olan, çelik gibi sağlam, her fırtınaya direnmiş ama sizi terk etmemiş çünkü gönlünüzü görmüş ve oraya yer etmiş tüm yoldaşlarınızın değerini bilin. Birbirinizi sıkı tutun bırakmayın... Bazen iyi bir dost kardeş gibidir, aynı anneden babadan doğmuş ağabey gibidir, abla gibidir... Aman kaybetmeyin...

Velhasıl kelam zor bir mücadele olan yaşam yolculuğunun en önemli kolaylaştırıcıları dostlarımızdır. Dostluğunuzun değerini bilene daha çok değer verin, karşınızdaki bu değeri kaldıramıyorsa zorlamayın yol verin...

Ve kendinizi üzmeyin... Yaşam bu üzüntüleri kaldıramayacak kadar hızlı geçiyor... Sevgiyle kalınız.


Türkiye’de genç olmak...


Türkiye’de genç olmak...

21.Yüzyılda dünya genç beyinlerin emrinde... Yeni iş alanlarını onlar belirliyor. Büyük şirketlerin en önemli pozisyonlarında onlar var. Yaratıcılar, zekiler, öngörüleri yüksek. Geride bıraktığımız 90’lı yıllardaki “yönlendirilen” konumunu “yönlendiren” olarak değiştirdi gençler... Yetkiyi devraldılar. Her alanda belirleyici artık onlar...

Gençler bir ürünü çok beğenirse çok satıyor... Bir sanatçıyı çok severse çok dinleniyor... Bir filmi çok beğenirse çok izleniyor... Bir siyasetçiyi çok isterse iktidara getiriyor. Çünkü toplumu yönlendiren en geçerli araçların buluşçusu ve çoğunluklu kullanıcısı onlar... Yaşam alanlarında en çok var olan, en çok tüketen, sosyal medyayı en etkin kullanan, en çok okuyan, en çok merak eden, en çok araştıran, en çok talep eden onlar... Dünya gençlerin etrafında şekillenmeye başladı. Artık onların sesi daha gür çıkıyor.

Erk sahipleri, yöneticiler, liderler, içinde bulunduğumuz zaman diliminde gençlerin hakkını teslim etti; “Yeni yüzyılın önderleri gençlerdir! Onların taleplerini ve öngörülerini reddeden/görmezden gelen şirketler, kurumlar, devletler çürümeye mahkumdur!”

Evet, dünyada bilginin, bilişimin, inovasyonun değerli olduğu bir dönemde, güneş gençlerin yüzüne doğarken bizde gençlere hak ettikleri değer veriliyor mu?

Ne yazık ki bu sorunun yanıtı koca bir “Hayır!”. Üstüne üstlük iktidarın gençlere biçtiği rol bulaşıcı bir hastalık gibi toplum içinde de yayılıyor... Dünya egemenliğin neredeyse tamamını gençlere verirken bizim lügatımıza “kızlı-erkekli” diye bir kavram giriyor. Gençler aileleri tarafından “aman oku iş-güç sahibi ol” diye güdülenirken, iktidar tarafından “okurken edepli ol, ilişkilerine dikkat et” diye sınırlandırılıyor. Sonra bir bakanımız çıkıp “buluşçuluk bizim inancımıza ters” diyerek zaten bastırılan bir neslin düşün dünyasına da pranga vuruyor.

Siyasi alanda gençlerin durumu farklı mı? Ne yazık ki “hayır”.

Sözünü esirgemeyen, inandıkları uğruna mücadele etmek üzere siyasete giren gençler bu sefer de kendilerini siyasette belirleyici olarak değil de gerekli işlerin gerçekleşmesinde bir “ara eleman” olarak buluyor. Üstelik gençler için siyasette bu geçiş dönemi uzun bir zaman alıyor. 30 Yaşına kadar gençlik kollarında “çalışan” gençler, 30 yaşından sonra bir 10 yılda “dur bakalım daha genç, tecrübesiz” diyerek siyasal büyükleri tarafından itekleniyor. Öyle ya bizde siyaset emeklilik hobisi adeta...

Denizlerin, Mahirlerin, Sinanların henüz 24 yaşlarında bir ülkenin kaderini etkileyebildiğini kabul eden ve genç devrimcilerin huzurunda saygı duruşuna geçen büyükler, aynı yaştaki partili gençlere “bayrak asma, broşür dağıtma” görevini uygun görüyor. Sonrada yaldızlı, parıltılı sözler etrafta savruluyor; “Gençler bizim geleceğimiz, daha çok genç siyasete girmeli...” Geçiniz lütfen.

Siyaset, sanat, bilim, teknoloji gibi her alanda gençlerin söz sahibi ve yönlendirici olması için onların üzerine serptiğimiz toprağı kaldırmalıyız. Yaşamı, sevdayı, genç olmayı, kadın olmayı adeta “suç” olarak gören iktidar zihniyetine karşı mücadeleyi en çok yine gençler ve kadınlarla vermeliyiz...

İşte Gezi eylemleri bu mücadelenin olağan sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Bunu iyi anlamak, iyi okumak ve gençlere ve kadınlara itibarını iade edip “söz ve yetki sizindir” demek hepimizin görevi...

Mevcut iktidarın genç ve kadın politikaları ortada... Demek ki görev ve sorululuk bizde... Hepimizde. Özgür bir yaşam için elinizi taşın altına koymaya var mısınız?






Seven Öldürür; Devlet Korur


Seven Öldürür; Devlet Korur

Seven erkek öldürür mü sizce?
Bizim ülkemizde öldürüyor... Ve bunun adına da “sevgi” diyor...

Peki ya seven kadın?
Seven kadın farklı... O hep özverili, hep korumacı, hep kanaatkar...

Ülkemizde yapılan araştırma sonuçları bu çıkarımları doğruluyor. Ve insan adeta “batsın böyle sevgi” diyor.

Ülkemizde kadınların %88’i tanıdıkları erkekler tarafından öldürülüyor. Bu erkeklerin %70’i ise eski ya da mevcut eş... Araştırmalara göre çoğunlukla sebep kadının kendi hayatına dair karar vermesi ya da kıskançlık... Ama ayrılma ve boşanma kararları da “bağzı” erkekler için öldürme nedeni olabiliyor. Bianet’in basında yer alan haberlere göre derlediği “Erkek Şiddeti Eylül 2013” raporuna göre 2013’ün ilk dokuz ayında erkekler; 146 kadın öldürdü, 132 kadına tecavüz etti, 155 kadını yaraladı, 117 kadına cinsel tacizde bulundu. Yine aynı rapora göre sadece Eylül ayındaki erkek faillerin %83’ü kadınların “en yakınındaki erkekler”… Ne acı öyle değil mi? En büyük zararı bizi en çok sevenlerden görüyoruz.

Peki insanı sevdiğini öldürmeye götüren bu hastalıklı duygu nereden besleniyor? Yani bu öldürme dürtüsü nasıl oluyor da 2002’den bu yana %1400 artacak kadar destek buluyor, cesaret buluyor?

Sorunun cevabı, cinayetlerin artış nedeni basit aslında: Devlet koruyor!

Devlet/sistem kadını koruyacağı yerde bilinçli/bilinçsiz erkeği koruyor. İktidarın kadın politikaları ve söylemleri adeta teşvik unsuru oluyor. Nasıl mı?

Kürtaj hakkına karşı yapılan açıklamalarla, kadının sezaryenle doğum kararının bypass edilmesiyle, 4+4+4 ile çocuk gelinleri teşvik ederek, 3 ve fazlası çocuk doğurmaya yönlendirip kadının elini kolunu bağlayarak, şiddet kurbanı kadınları adalet saraylarında(!) sahipsiz, biçare bırakarak, henüz 13 yaşında tecavüze uğramış kız çocuklarının kollarını mühürleyerek, devlet eliyle defalarca muayeneye zorlayarak ve en basitinden; kızlı erkekli dolaşmayın, metroda öpüşmeyin, vapurda sarılmayın diyerek bu eylemleri yapanları “suçlu” ilan ederek devlet erkeği koruyor, kadını kısıtlıyor!

Aile ve Sosyal Politikalardan Sorumlu Devlet Bakanı Sayın Şahin’in derin sessizliği ise tüyler ürpertiyor. Seleflerinden Nimet Baş dahi dekolte giydiği için işten atılan Gözde Kansu vakasında “bu siyasetin konusu değil” diyerek tepki gösterirken Sayın Şahin susuyor. Ustalık döneminde görev alan Sayın Bakanın vardır bir misyonu elbette diye düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi... Bakanlığın adından “kadının” çıkarılmasıyla başlayan dönüşüme yardımcı olmak üzere sessiz kaldığını söylemek haksızlık olmaz sanırım.

Efendim gelelim sözün özüne; kadınlara özgürlük diyerek bir günde kamuda başörtüsü yasağını kaldıracak kudretteki bu devlet, 13 yaşında tecavüze uğramış genç kızımızın mı hakkını savunamıyor? Hadi canım!

Mesele nedir? Kadınların özgürleşme hakkını savunmak mı? Yoksa kadınların gitgide hane içine kapanmasına ve tüm hak ve özgürlüklerinin “erkek egemen” zihniyet tarafından “sınırlandırılıp, kontrol edilmesine” imkan tanıyacak sistemi oturtmak mı?

Samimiyet çok önemli... Samimiyetsizlikle yapılan her hareket kadınlar tarafından hissediliyor. Devletin en üst yönetiminin zihniyeti toplumun çekirdeği ailelere kadar sirayet ediyor.

Seven(!) erkek öldürüyor, devlet koruyor. Kadın bağımsız yaşamak, özgürleşmek istiyor, devlet yasaklıyor.

Ve biz kadınlara da bu zihniyetle mücadele etmek ve bu samimiyetsiz oyunu bozmak kalıyor. Ne dersiniz; bozabilir miyiz?

Siyasette Stratejik Planlama


Siyasette Stratejik Planlama

Yerel seçimler yaklaştıkça aday adayları arasındaki tatlı rekabet de son sürat devam ediyor. Çeşit çeşit afişler, çeşit çeşit sloganlar sosyal medyada her an karşımıza çıkabiliyor. Sonuçta önemli olan bizlerin yani seçmenlerin aklında kalanlar nelerdir onlara bakmak lazım… Yani bir adayla özdeşleştirdiğimiz özgün ve iddialı bir proje var mı? Ya da bir adayın sloganı aklımızda yer etmiş mi? Unutmamak gerekir ki yarattığınız değer müşterilerin/ paydaşların/ seçmenlerin algıladığı kadardır.

Seçmene ulaşmak, etkilemek zannedildiği kadar zor ve muğlak bir durum değil aslında. Hatta analitik bir çözüm süreci bile denilebilir. Gerçek Gündem’e 24 Eylül tarihinde yazdığım “Siyasette Farklılaşma Stratejileri” adlı yazımda “Gezi Sonrası” dönemde uygulanması gereken siyasi stratejileri 3 ana başlıkta toplamıştım: Bilimsel Siyaset, Etkin Sosyal Medya Kullanımı ve Eylemsellik.

Aslında bu 3 adımla bir siyasal strateji planı oluşturup nasıl uygulanacağına dair ipuçları  vermeye çalışmıştım. Esas çözümün, stratejik bir plan doğrultusunda çalışmak ve diğer adaylardan farklılaşmanın yollarını bulmak olduğuna değinip, farklılaşmanın seçmenin “algıladığı” ölçüde başarılı olabileceğiyle sonlandırmıştım yazımı…

Şimdi genel çerçevesini çizdiğim bu farklılaşma stratejisi sürecinin ilk adımını biraz açmak istiyorum. Bilimsel siyasetten kast ettiğimin, farazi ve alışıldık siyasal söylemler yerine hitap ettiğiniz seçmene ve aday olduğunuz ilçeye yönelik ayağı yere basan projeler sunmak olduğunu öncelikle vurgulamak isterim. Adaylık veya aday adaylığı propaganda sürecinde “vaat edeceğiniz” projelerinizi nasıl oluşturacağınıza dair kısa bir yol haritası çizebiliriz:

1)   Öncelikle Amerika’yı yeniden keşfetmenize gerek yok. Dünyada var olan başarılı belediyeleri araştırıp, adayı olduğunuz il ya da ilçeye en benzeşen belediyenin uyguladığı projelerden kıyaslayarak öğrenme (benchmarking) yoluna gidebilirsiniz.

2)   Projelerinizi oluştururken aday olduğunuz il/ilçe belediyesinin paydaşlarını göz önünde bulundurun. Yola çıkış için size kolaylık sağlayacaktır.

Bir belediyenin paydaşı ne demek ve kimlerdir derseniz; paydaş sizin projenizden olumlu ya da olumsuz, dolaylı ya da doğrudan etkilenecek kişiler, kurumlar veya gruplardır. Yani vatandaşlar, kamu kurumları, sivil toplum örgütleri, özel kuruluşlar, siyasal partiler, muhtarlar, eğitim kurumları, üniversiteler gibi…

Belediyenin paydaşlarından bölgede ağırlığı olan bir kısmını temel alarak proje üretmeye başlayabilirsiniz. Örnek vermek gerekirse ilçe sınırları içinde üniversite olan Bornova Belediyesi adayları öğrencilere yönelik projelere ağırlık verebilirken, çoğunlukla otellerin, turistik işletmelerin ve yazlıkçıların yer aldığı Çeşme Belediyesi adayları temel projelerini bu gruplara yönelik uygulayabilir.


3)   Adaylığınız il veya ilçe olsun, 3 ana 10 alt projeyle seçmenin karşısına çıkmalısınız. 3 temel projeniz il veya ilçenin en temel problemine çözüm getirmeli (Örneğin İstanbul için trafik, imar ve sosyal yaşam denilebilir.) Ancak bu projelere muhakkak bir termin tarihi verilmelidir. “300 Günde ulaşımın %35’ini deniz yoluyla sağlayacağız” gibi…

4)   Pek tabi ki doğru projelerin üretilmesi kadar bu projeleri etkili kanallarla seçmene iletmek de önemli… Yazının başında da dediğim gibi siz seçmenin/paydaşların algıladığı ölçüde “farklılık” ve “değer” yaratırsınız. Paydaşlar tarafından algılanmayan değer -değer- değildir.

Bildiğiniz üzere yerel seçimin dinamikleri genel seçimden çok farklı… Seçmenin iki seçim arasındaki tercihlerini etkileyen bu farkı, ancak yetkin adaylar ve doğru stratejilerle tanımlayabiliriz. Bu manada adayların omzundaki yük ağır… Hafifletmenin yolu doğru planlama ve örgütlemeden geçiyor.

Dilerim ki tüm aday adaylarının yolları açık, işleri planlı olsun. Sağlıcakla kalınız.