Sol yanım...

30 Ekim 2012 Salı

ESARETİN BEDELİ


Şanlı devrimin 89. yılını tüm yasaklara rağmen milyonlar coşkuyla kutladık. Bağımsızlığımızın yaşamamız için gerekli bir nefes olduğunu hep beraber idrak ettik. Ülkemizde yaratılan kutuplaşmanın üzüntüsü yüreğimizde bir yara olsada mücadelemizden vazgeçmeyeceğimizi gösterdik. Bizim gibi düşünmeyenlerin bilemediği, anlayamadığı onların özgür yaşamlarının güvencesinin de “Cumhuriyet” olduğudur. 29 Ekim Cumhuriyet Bayramımız tekrar kutlu olsun. Umuyorum ki seneye istemediğimiz görüntüler yaşanmadan bayramımızı özgürce kutlayabiliriz.

Yazımın başlığı “Esaretin Bedeli”ne gelince. Aslında bir film adı. Hapishanede geçen ve izlenme rekorları kıran bir film... Nerden mi aklıma geldi? Geçenlerde CHP Malatya milletvekili Veli Ağbaba, Manisa milletvekili Özgür Özel’le birlikte cezaevlerine yaptığı ziyaretler sonucunda hazırladıkları raporu İçişleri Komisyonuna sundu. Malatya vekili Veli Ağbaba, Manisa vekili Özgür Özel’le birlikte yaklaşık 34 cezaevini ziyaret ettiler. Ve buralarda gözlemlediklerini meclise sundular. Raporun içeriği ancak bir filmde rastlanabilecek türden trajik tespitlerle dolu. Belli ki güzel memleketimizde kimileri esaretin sefasını sürüyor(!), kimileri ise esaretin bedelini ödüyor.

Bu çarpıcı tespitlerden yürek burkanlarının arasında İzmir Şakran cezaevinde 6 kadın mahkumun erkek gardiyanların önünde çırılçıplak soyundurularak aranması geliyor. Bir diğer cezaevinde ise ziyarete gelen mahkum yakınlarının eşlerinin, kızlarının iç çamaşırına kadar aranması var. Arama esnasındaki muamelede cabası. İzmir milletvekilimiz Mustafa Balbay ağır tecrit koşulları altında tutulurken bazı mahkumlara özel ilgi gösterildiği yazılmış raporda. Ağbaba açıklamasında: “Bakın, Mustafa Balbay bizim gibi seçilmiş bir milletvekili. Ağır tecrit uygulanıyor Mustafa Balbay’a. Sedat Peker diye bir hükümlü var orada yatan. Sedat Peker’in özel bir görüşme odası var milletvekillerinden daha lüks. Antetli kâğıtlara basılmış, kartları, özel kalemi –yemin ediyorum- gidin görün” diye ekliyor.

Bir anne olarak beni bu yazıyı yazmaya sevk eden ve bu rapordaki en korkunç tespit, Pozantı Cezaevi’nde 12 yaşındaki bir çocuğun geceleri koridorları çınlatan çığlıkları. Ağbaba ve Özel cezaevinde bir çocuğa sormuşlar, çocuk geceleri uyuyamıyoruz demiş. Tecavüz çığlıkları herkesin korkulu rüyası olmuş.

Bayram ertesi bu korkunç gerçeklerden bahsedip sizleri üzmek değil niyetim. Ama bu bayram herkesin bayramı. Cumhuriyet ve demokrasi en çokda toplumun mağdur kesimleri için var. Bizim o yavrunun çığlıklarını duymamız lazım. Bu raporlar sıradanlaştırılıp, geçiştirilmemeli. Ortada bir insanın hayatı, geleceği mevzu bahis. Bu vesileylede şunu belirtmek isterim. Milletvekillerinin olabildiğince halkla içiçe, onların sorunlarına çözüm getirecek çalışmalarda yer almaları lazım. Bu aslında bir lüks değil bir görevdir. Cezaevleri gerçeğini gözümüzün önüne seren Veli Ağbaba ve Özgür Özel’e teşekkürler. Şimdi sıra İçişleri Bakanlığında. Umuyorum ki bu isyan çığlıklarını duyar, gerekli iyileştirmeyi yaparlar. Umuyorum. Esaretin bedeli bu kadar ağır olmamalı.

28 Ekim 2012 Pazar

CUMHURİYET




“Din bakımından da en muvaffık hükümet şekli cumhuriyettir.”

1923 Yılının 29 Ekim’in de meclisin sarıklı, cevval Antalya mebusu Rasih Hoca’nın dilinden dökülen sözcüklerdi. Ve arkasından ekledi “Yaşasın cumhuriyet!...”

Gazi Mustafa Kemal Atatürk bir devletin tarihini yeni baştan yazacağı o büyük günde her zamanki gibi sakin ve endişesizdi. Devletin şeklini ve mahiyetini tespit eden Teşkilatı Esasiye kanunundaki bazı noktaları açıklığa kavuşturmak istediğini belirten konuşmasını yaptığında , bütün meclis cumhuriyetin ilan edilmek üzere olduğunu anlamıştı. Kanuna direnç neredeyse yok denecek kadar azdı. Konuşmaların hepsi “Yaşasın cumhuriyet..” nidalarıyla son buluyordu.

Cumhuriyetin ilan edildiği gün, konuşmaların sonuna yaklaşırken meclisin en yaşlı üyesi Abdurrahman Şeref Bey söz aldı. Ve belkide o günün en anlamlı sözlerini söyledi: “Hakimiyeti milliye kayıtsız şartsız milletindir. Kime sorarsanız sonuç, bu, cumhuriyet demektir.Doğan çocuğun adıdır. Ama bu ad bazılarına hoşgelmezmiş… Varsın gelmesin…”

Cumhuriyet artık kabul edilmişti. Sırada cumhurbaşkanını seçmek vardı. Aynı gün 159 kişinin 158’inin oyuyla Mustafa Kemal cumhurbaşkanı seçildi.  Evet bir oy eksikti. Çekimser kalan tek oy Gazi’ye aitti (Aydemir, 2011).

Mustafa Kemal artık kurduğu Türkiye Cumhuriyet’inin ilk cumhurbaşkanıydı. Meclise teşekkür etmek için kürsüye çıktığında hedefini iki ana başlıkta belirledi:

1. Devlet şeklimizin, hakiki halk devleti ve demokratik olabilmesi için tekamül,
2. Asri müesseseler kurmak yolunda cesaretle ilerlerken, şahsi müesseseler yoluna sapmamak (Aydemir, 2011).

Şimdi sıra cumhurbaşkanının belirleyeceği bir başvekil seçmekteydi. Mustafa Kemal yol arkadaşı İsmet Paşa’yı kabinesini oluşturmak üzere başvekil tayin etmişti. Ve işte günümüze kadar gelen bir devrimin hikayesi böylece başlamış oldu.

En önemli zorluk Türk toplumunun yıllardır süregelen idari, siyasi ve kültürel yapısında değişiklikler yapmaktı. Bu noktada atılan ilk adım hilafetin kaldırılması oldu. Hilafetin kaldırılmasının önemi dinin siyasetten ayrılışıydı. Yani laikliğin tam kabulu için bu şarttı.

Çok kısa sürede toplumsal ve sosyal alanda, kültürel alanda ve hukuki alanlarda devrimler gerçekleşti. Toplum bu devrimleri hızlı içselleştirmişti. Mustafa Kemal her zaman yüzü batıya dönük ama halkçı bir yaklaşımla yeni kurulan cumhuriyetin yapı taşlarını oluşturmaya çalışıyordu.

Evet. 29 Ekim 1923’e kısa bir yolculuk yaptık. Cumhuriyetin kuruluşunun 89. yılına geldiğimiz bu günlere nasıl bir başlangıç yaptığımızı hafızalarımızda canlandırdık. İçinden geçtiğimiz bu zorlu günlerde belkide en çok anımsamamız gereken şey, devrimlerin sürekli gelişim isteyen eylemler olduğudur. Başlıca ödevimiz 1923 devrimine sahip çıkıp daha ilerisi için mücadele etmektir. Bu kimilerinin hoşuna gitmez mi? Abdurrahman Bey’in dediği gibi “varsın gitmesin” önemli değil… Köklü tarihinden aldığı güçle bu topraklar cumhuriyetle yönetilmeye devam edecektir. İlelebet…

Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun.



ZİHNİYET FARKI


Aslında Kurban Bayramlarını pek sevmem. Sebebini çok net bilmiyorum. Yıllar evvel böyle bir bir bayram günü kuzenimi kazada kaybetmiştik. Ondan olabilir. Öyle hüzünlenirim işte bayramlarda. Neyse efendim zaten bu bayram aklımızda hep Cumhuriyet kutlamalarına getirilen yasaklar vardı. Bu günleride mi görecektik diye içli içli bazı akraba ziyaretleri gerçekleştirdik. Yaşamın koşuşturmacasından ihmal ettiğimiz  aile büyüklerimizi ziyaret ettik. Bayramın birinci günü uğradığımız Kadir Eniştem beni karşısında görünce gençlik hikayelerini anlatmaya başladı. 68 Kuşağı bir solcu olan enişteyi benim kadar iştahla dinleyen yoktu keza. İştah da ne kelime baktım ki enişte detayları hatırlamaya başladı, çıkardım kalemi kağıdı not aldım hatıralarını.

Hikaye Akşehir’in Engilli Köyünde başlıyor. Bizim enişte o zamanlar sosyalist. Hacı annesine TİP’e oy vermesi için baskı yapıyor. O zamanlar TİP’in başında Mehmet Ali Aybar var. 1965 Seçimleri. Köyden TİP’e tek oy çıkıyor. Ertesi gün köyde herkes o tek “komünistin” peşine düşüyor. Aslında hacı anne fanatik CHP’li. Oğlu için bir seferlik TİP’e oy veriyor. Sonraki yıllarda hiç sektirmeden oyunu Ecevit’in CHP’sine veriyor. Onların tabiri böyle “Karaoğlan’ın CHP’si”. Enişte gülümseyerek anlatıyor, seçim geceleri damdan dama atlar seçim sonuçlarını sorarmış hacı annesi. Velev ki CHP kaybetsin başına tülbent bağlar yas tutarmış. İşte böyle Anadolu ruhuyla yandı CHP’nin meşalesi yıllarca. Hiç sönmemesinin nedeni o köylerde yaşayan aydınlık insanlardı.

Netice-i kelam bizim enişte İstanbul Üniversitesini kazanıp, İstanbul Maslak kampüse gidince kendini “Kara Bayraklılar” diye bir grubun içinde bulmuş. Grubun adı yaptıkları eylemlerde açtıkları siyah bayraktan geliyormuş. Bir nevi protesto. Siyah bayrak açar “kahrolsun faşizm” derlermiş. Bayrak dedikleride sembol filan yok. Siyah bir kumaş sadece. Ne kadar naif öyle değil mi? Karargahları (kendi tabiriyle) Gümüşsuyu’ndaymış. Bayram sabahı bana eylemlerini anlatıp yüzümde güller açtırdı. Ama en tatlısı Adapazarı’nda dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in yolunu kesmeleri. Arabasının önüne atlayıp durdurmuşlar. Yine kara bayraklarını açıp başlamışlar protestoya. Demirel ne yaptı diye sordum. Sadece arabasından çıkıp “Benden ne istiyorsunuz gençler? Sizin için ne yapabilirim?” demiş. Peki bu protestolarınızdan hiç hapis yattınız mı? diye sordum. Hapis yatmadık ama çok dayak yedik diye yanıt verdi.

İşte bir bayram günü tatlı sohbetlerle 1965’lere kadar gittik. Kazancı yokuşunda kaybedilen dostlar, 6. Filo maceraları, üniversite örgütlenmeleri derken bir dönemin fotoğrafı gözümde canlandı. O dönemi yaşayanların ortak kanaatı o sıkıntılı yılların günümüze göre daha özgürlükçü olduğuydu. 68’lerde çocuklar gibi şendik, söz sahibiydik diyorlar. Ta ki 80 ihtilaline kadar. 80 İhtilali o gençlerin yüreğinde bir yara olarak kalmış. Gençliklerini orada bırakmışlar.

Peki ya şimdi?  Gidişata itirazı olan gençler başbakanın önünde siyah bayrak açıp protesto edebilirler mi? Sadece parasız eğitim istediler diye gençler yıllarca hapis yattığı bir ortamda ne mümkün! Gençler susturuldu, sindirildi. Bundan 40 sene evvelini mumla arar olduk. Şimdi Cumhuriyeti kutlamak yasak. Şimdi özgür düşünce yasak. Şimdi gençlerin yürekleri, zihinleri tutuklu.

Şartlar ne olursa olsun ümitsizliğe kapılmamak lazım. Bu zincirleri kırmak mümkündür. Yüreğinizdeki bağımsızlık ateşi hiç sönmesin. Anadolu’nun aydınlık insanları var olduğu müddetçe  Cumhuriyet var olacaktır. Bu kara günlerde geçecektir. Cumhuriyet Bayramınız şimdiden kutlu olsun.


23 Ekim 2012 Salı

YÜREK HESAPLARI





Dini bayramlar bende hep bir hüzün yaratır. Nedeni belli olmayan bir hüzün. Her bayram önü çok değer verdiklerimden helallik isterim. Birçoğu “yaşarken öldürme bizi, ne helalliği durup dururken” der, takılırlar bana. Ben yinede hiç üşenmeden bende hakkı olan büyüklerime, dostlarıma yinelerim “hakkınızı helal edin” diye. Helalleşmeyi ayrılık addedenler asla yanıt vermez. Duygulanırlar. Ben anlarım yüreklerindeki korkuyu. Susarım. Kimi büyüklerim ise her seferinde aynı coşkuyla “helal olsun” derler. Ciğerlerinden kopup gelir sanki o iki kelime. Yüreğime su serper.

Beni büyüten anneannem bundan 7 sene evvel ben yanında değilken rahmetli olmuştu. Son birkez görememiş, doyasıya sarılamamış, ondan helallik isteyememiştim. İçimde yarası hiç kapanmadı. Hala andıkça gözlerim dolar. Yaşamımın her anında büyük emeği olan canımla vedalaşamamanın hesabını yüreğimde hiç kapatamadım. Böyle kapanmayan, kapanamayan yürek hesapları hepimizde vardır. Bir zamanlar yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmezken yılların, yolların, fikirlerin ayırdığı dostluklarımız vardır. Değerini bilemediklerimiz ya da değerimizi zamanında bilemeyenler. Anmaktan imtina ettiğimiz, adı geçtikçe içimizi burkan dostluklar vardır. İşte her bayram önü onlarda geçer aklımdan. Yani bayrama küs girdiklerimiz. Üç günlük dünyada “değer mi?” diye düşünmeden kırdıklarımız, bizi kıranlar. Bir zamanlar şen kahkahaların doldurduğu yüzlerdeki ağır hüzün. Ve görünce gözünüzün içi parlarken artık gözlerinizi kaçırdıklarınız. Bu kimisi vazgeçilmez, kimisi gelir geçer ama bir zamanlar dost sofrasını paylaştıklarımızla da açık hesaplarımız vardır yüreğimizde... Her bayram önü kapatılmayı bekler. Cesaret edemezsiniz, gururunuz elvermez.  Seneye der geçersiniz.

Akrabalar, dostlar bir yana birde hayatınıza dokunanlar vardır. Hiç tanımadığınız halde size iyiliği olanlar. Hiç ummadığınız, nefessiz kaldığınız anda elinizden tutup sizi yukarı çekenler. Hepimizin hayatında muhakkak böyle melekler vardır. Onlar görevlidir o anlar için. Size zor zamanınızda nefes olur, can olur. Sonrada çıkıp giderler hayatınızdan sanki hiç olmamış gibi. Yıllar geçse birden aklınıza gelir. Aramak bulmak istersiniz. Telefonu değişmiştir ya da nerede bulacağınızı bilemezsiniz. Geçen gün sabah erken saatlerde bindiğim bir taksici ağlıyordu. Saat sabah 07.00. Ne olduğunu merak ettim. Sordum. Bana dedi ki: “Yıllar evvel çok dar zamanımda bana 100 TL veren bir dostumu az evvel tesadüfen gördüm. İzini kaybetmiştim. Borcumu ödeyememiştim. Yıllardır onu arar dururdum. Şimdi mutluluktan ağlıyorum...” Kimi maddi kimi manevi yaraları sarar. Kimileri siyasi hayatınızda veya işinizde karşılıklı yer almış olmanıza rağmen gönlünün kapılarını sonuna kadar açar. Ummadığınız iyilikler yapar. Melektir o çünkü. Siz bazen kendi düşüncenizden utanırsınız. İşte her bayram önü ben hayatıma dokunan melekleri düşünürüm. Onlarla içimden konuşur. Kimi zaman özür diler, kimi zaman teşekkür ederim. Yaptıkları tüm iyilikler için...

Şimdi bir bayram daha yaklaşıyor. Yüreğinizde yer etmiş aile büyüklerinizle, eski ya da eskimeyen dostlarınızla, hayatınıza dokunmuş meleklerinizle ve en önemlisi küs olduklarınızla görüşmeye, görüşemesenizde konuşmaya çalışın.  Uzak diyarlarda otellere kapanıp geçirilen bayramlardan bin kat değerlidir gönül toplayarak geçirdiğimiz bayramlar... Şimdiden bayramınız kutlu olsun.

NOT: Cumhuriyet Bayramımız için ayrı ve özel bir yazı yazdım. Yakında sizlerle paylaşacağım... Sevgiyle dostça kalın.





ÇINAR’A VEDA




Sonbahar hep yaprak dökümüdür ve iyiler hep erken veda eder.

Köşe yazarlığı yapmaktan onur duyduğum Gazetem Ege’nin güzel yürekli patronu, Nevin Çınar’ın sevgili eşi, usta gazeteci, değerli büyüğüm Hilmi Çınar Pazartesi gecesi hayatını kaybetmiş.

Her sonbahar acı haberler ardı ardına gelir. Yüreğimi dağlar. Usta gazeteci Hilmi Çınar’ın ve eşinin benim gönlümdeki yeri bambaşkadır. İlkler değerlidir, önemlidir, asla unutulmaz. Yazı yazmanın benim için adeta tutku olduğu bir dönemde hiç tereddüt etmeden, güzel gönülleri gibi gazetelerinin sayfalarını da bana sonuna kadar açtılar. Hilmi Bey ne yazarsam yazayım büyük bir hoşgörüyle yayınladı, destekledi. Fikri hür, vicdanı hür bir insandı.

Her veda zamansızdır ama Hilmi Bey’inki erken bir veda oldu. Eminim ki henüz yapacağı çok şey vardı. Günlük yerel gazete çıkarmak yürek işidir. Heleki arkanızda çok büyük sermayeler yoksa büyük bir mücadeledir. O İzmir’de bu mücadelenin öncülerindendi. 9 senedir hergün Gazetem Ege’yi İzmirlilerle buluşturmak için var gücüyle, ailecek çalıştılar. İzmir basını çok önemli bir değerini yitirdi. Öncelikle sevgili eşi Nevin Çınar’ın, oğulları Serdar ve Burhan'ın ve tüm basın camiasının başı sağolsun. O yattıkça Gazetem Ege var olsun.

Değerli büyüğüm Hilmi Çınar’ın bu zamansız vedası bana Nazım Hikmet’in “Giderayak” şiirini hatırlattı. Kendisine Nazım’ın dizeleriyle veda etmek isterim:

“Giderayak işlerim var bitirilecek,
giderayak.
Ceylanı kurtardım avcının elinden
ama daha baygın yatar ayılamadı.
Kopardım portakalı dalından
ama kabuğu soyulamadı.
Oldum yıldızlarla haşır neşir
ama sayısı bir tamam sayılamadı.
Kuyudan çektim suyu
ama bardaklara konulamadı.
Güller dizildi tepsiye
ama taştan fincan oyulamadı.
Sevdalara doyulamadı.
Giderayak işlerim var bitirilecek,
Giderayak.”

19 Ekim 2012 Cuma

2. PERDE


Yerel seçim komedisinde 2. perde açıldı. Yerel seçimin öne alınmasını öngören Anayasa değişikliğinin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül tarafından iade edilmesinin ardından mecliste hareketlilik başladı. İktidar partisi her zamanki gibi MHP’nin sonsuz desteğini alıp ana muhalefet partisi CHP’nin kapısına geldi. Parlamentodaki sayıyla ilgili ciddi sorunları olduğundan şimdilik kuzu gibiler. AKP 27 Ekim’de ısrarcı olurken CHP 3 Kasım diyor. CHP Genel Başkan Yardımcısı Adnan Keskin, 29 Ekim haftasının seçimle geçiştirilebilecek olmasından duyduğu endişesini dile getirdi açıklamalarında. Haklıda keza. Zaten her geçen sene unutturulmaya çalışılan milli bayramlarımızın, tüm tarihler dara girmiş gibi seçimin gölgesinde bırakılması kabul edilebilir bir durum değil. 27 Ekim değil de 3 Kasım olsa ne olur? Ulusal hassasiyetleri olanlar için önemli bir değişiklik. Ama komedinin en büyüğü 7 günlük bir erteleme talebi için AKP’nin CHP’yi seçimden kaçmakla suçlaması. Buna rahmetli İsmet İnönü’nün meşhur sözüyle karşılık verilir ancak; “Güldürme beni…”

CHP’nin bir diğer Genel Başkan Yardımcısı Gürsel Tekin ise açıklamalarında tarihten ziyade meselenin özüne işaret etmekte.  Tekin açıklamalarında: “İngiltere’de yargılanan, Almanya’da ranttan beslenen belediye başkanı var mı? Paris belediye başkanı servet edinebiliyor mu? Bunları konuşmadan tarihe takılmak, gece yarısı kanun geçirmek milleti kandırmaktır” diyor. Yani aslında meselenin özünü yani idari yapılanmamızı tartışmamız gerektiğine değiniyor.

Tüm bu öneriler karşısında iktidar partisinden ses yok. Aslında ses çıkarmamalarına şaşırmamak gerek. Yargılanan belediye başkanlarının hemen hepsi muhalefet partilerinden, müfettiş gönderilen belediyelerde öyle. Kendilerine göre kurdukları düzende iktidar belediyelerine dokunan olmadığı gibi her türlü kolaylık da sağlanıyor. Birde seçim tarihine ilave olarak seçimin bazı doğu illerimizde nasıl gerçekleştirileceği mevzusu var ki onun üzerinde duran yok. Özellikle BDP’nin belediyelerine sahip olduğu illerimizde demokratik seçim ortamı sağlanabilecek mi? Devletin buna yönelik bir çalışması var mı? Büyükşehir bütünşehir meselesinin getireceği sorunlar nedir? Kapatılacak belde belediyelerinin lokasyonundan doğacak bürokratik sıkıntılar hesaba katıldı mı? Köy muhtarlarına yönelik düşünülen yeni yapılanmanın yerel halk için sakıncaları nelerdir? Bunlar gibi onlarca soru orta yerde cevapsız bırakılırken, medyada tartışmanın odağı AKP tarafından en ilkel noktaya indirilmiş durumda; 27 Ekim mi? 3 Kasım mı?

Seçimlerin ne zaman yapılacağının halkın önceliği olmadığını “Referandum” başlıklı yazımda yazmıştım. Halkımızı, günlük yaşantısını etkileyecek temel sorunlar ilgilendiriyor. Ama iktidar partisi ortalık terörle, iç ve dış sorunlarla kavrulurken, Suriye Ermenistan uçakları indirilip inceleme yapılırken, Rusya git gide bize diş bilerken yapmakta en usta olduğu işi yapıyor ve gündemi müthiş bir komedi oyunuyla meşgul ediyor. Hadi bakalım şimdi hep beraber 2. perdeyi izleyelim: Seçimler 27 Ekim mi? 3 Kasım mı?

16 Ekim 2012 Salı

SOLUN DERDİ




Yazılarımı yazarken içeriğinden çok faydalandığım “gerçekgundem.com” internet sitesinde okudum bu haberi: Adalet Ağaoğlu katıldığı bir televizyon programında referandumda “yetmez ama evet” dediği için pişman olmadığını(!) fakat başbakana kırgın ve geleceğe baktığında umutsuz olduğunu beyan etmiş. Onun bu açıklamasından sonra derin bir “ah” çektim halimize… Nedir bu solun kendi içinde bitmek bilmez derdi diye düşündüm. Ve tabi ki Ağaoğlu’nun pişman olması için daha ne gerekirdi diye aklımdan geçirdim. Geçmişe dönüp şöyle bir baktığımızda “yetmez ama evet”çilerin köklerini solun kendi içerisindeki ayrışmalarında bulabilir miyiz acaba?


Elbette sol görüş kendi içerisinde birçok fraksiyon barındırdı yıllarca. Geçmiş yıllarda ve belki hala kendini Maocu, Leninci, Stalinci olarak tanımlayanlar bugün ağırlıklı olarak sosyal demokratlar, ulusalcılar, sosyalistler, komünistler, bazen ortak noktalarda bazen zıt kutuplarda kimi zaman fikri çatışmalar, kimi zaman birliktelikler içerisinde oldular. Kimisi kendini bir gruba dahil ederken kimisi sadece “solcu” ya da “sol kanat” diye tanımlanmayı tercih etti. Türkiye siyasi yaşamındaki sol cenahın bu hayli hareketli, demokratik fakat çalkantılı hali genelde sağcıların işine yaradı.


İlk olarak Adalet Partisi döneminde şiddetli bir anti-komünist propaganda ülke genelinde gerçekleşti. CHP’liler komünist olmakla itham edildi. Halbuki Mustafa Kemal Atatürk CHP’yi kurarken solculuğu değil halkçılığı, batılılaşmayı ve laikliği, hiç kimsenin inançlarını karşına almadan uygulamayı esas almıştı. Önceliği ulus devletin varlığıydı.

Adalet Partisinin halkta yarattığı bu olumsuz algıya CHP ve İnönü “ortanın solu” tanımlamasıyla çözüm getirmeye çalıştı. Rahmetli İsmet İnönü’nün o dönemdeki Genel Sekreteri Bülent Ecevit’te “ortanın solunu” aynı derecede sahiplenmiştir. Ecevit’in Genel Başkanlığa gelmesinden sonra “ortanın solu” hareketine yeni bir halka eklendi. Artık memlekette sosyal demokrasi rüzgarları esiyordu. Halkçılık ve demokrasi üzerine kurulu bu anlayış 70’lerde fırtınalar estirdi. Bu sırada sol içerisindeki görüş ayrılıkları hızla devam ediyordu. Bu ayrılıklar hiç bitmedi. Sol cenahın kendi içerisindeki fikri mücadelesi o kadar derindi ki bu günümüzde sırf CHP’nin karşısında yer almak için AKP’ye destek verecek noktaya ulaştı.


Bu benim düşüncem ya da yorumum değil. Bu durum yazımın başında bahsettiğim Adalet Ağaoğlu’nun açıklamalarında gizli. Ağaoğlu Ergenekon’dan yargılananların kapısında bekleyen ailelerini, zamanında Diyarbakır cezaevinde yaşananlara tepki göstermemekle suçluyor. Yetmez ama evet derken anayasanın değişeceğine gönülden inandığını fakat yanıldığını söylüyor.


Bu tartışmalar bitmez. Elbette bende hepimiz tek ses olalım, tek tip düşüncede olalım demiyorum. Ama şu gerçeği görmek lazım; Sol bir partinin Türkiye’de iktidar olması için tek umut CHP’dir. Solun artık bu iç meselerinden arınması gerekmektedir. Aslında İstanbul Barosu seçim sonuçları tam da bu yazımı destekler niteliktedir. Sol görüşlü 3 aday, sağ görüşlü tek adayla yapılan seçimlerde “allahtan”  Ümit Kocasakal ezici çoğunlukla başkan çıkmıştır. İnanın ki Kocasakal’ın karakteri ve kişisel özellikleri bu kadar ağır basmasa baro seçimlerinde de soldaki çok parçalı yapıdan dolayı seçimi sağcı adaya kaptırırdık. İnanın.

15 Ekim 2012 Pazartesi

REFERANDUM




Yan komşunuzun kapısını çalın. Ve ona sorun: “Yerel seçimlerin öne çekilmesi umurunda mı?” Eğer ki komşunuz aday filan değilse muhtemel cevabı “Umurumda değil!” olacaktır. Yan komşu yetmez, inin mahallenizin kahvesine etrafınızda gördüğünüz 20 kişiye yüksek sesle sorun: “Yerel seçimlerin öne çekilmesini önemsiyor musunuz?” Yine muhtemelen yüzünüze bakıp umarsızca başlarını çevireceklerdir. Kimin umrunda yerel seçim tarihi? Halkın önceliği bu mu? Yoksa ay başında ödeyeceği faturalar mı? Gitgide büyüyen kredi kartları borçları mı? Hangisi?

Mecliste AKP yerel seçim tarihinin öne çekilmesi hususunda soğuk bir duş aldı. İktidar partisinin talebiyle yerel seçimlerin 27 Ekim 2013 tarihinde yapılmasını öngören anayasa değişikliği teklifinin TBMM Genel Kurulu'nda yapılan oylamada, referandum eşiğinde kabul edilmesiyle ortaya iki seçenek çıktı: ''Cumhurbaşkanı ya referanduma götürecek ya da meclise tekrar görüşülmesi için iade edecek”.  Anayasa'ya göre Anayasa değişikliğinin, 330 ile 367 arasındaki bir oyla kabul edilmesi durumunda zorunlu olarak referanduma gideceğini göz önünde bulundurursak, alınan 360 oyla başbakan büyük bir düş kırıklığı yaşamış oldu. Gerek AKP’den gerekse onun bir numaralı destekçisi MHP’den fireler olduğu anlaşılıyor. Bu firelerin kimler olduğu yakında ortaya çıkar. Başbakan bu işin peşini bırakmaz. Sonuç şaşırtıcı mı? Değil. Bir tarafta Gül bir tarafta Erdoğan parti içerisinde bu ayrışma kaçınılmaz. Üstüne üstlük kendi siyasi ikballerini düşünen , muhtemel belediye başkanlığı adaylıklarından yana endişeleri olan AKP milletvekillerini de listeye alırsak sonuç doğal.

Başbakanın kendine göre belirlediği bir takvim var. Bu takvim önce yerelde, sonra cumhurbaşkanlığında ve en nihayetinde genel seçimlerde tıkır tıkır işlesin istiyor. Herhangi bir aksamaya tahammülü yok. Ortada bu takvimin işleyişini değiştirebilecek iki büyük engel var: Cemaat ve Abdullah Gül.

Denklemin her bir parçası defalarca yazıldı, çizildi. Fakat beni bu oylamada en çok olası bir referandumun halk nezdindeki önemi ilgilendirdi. Kuvvetle muhtemel beklenen sonuç cumhurbaşkanının onaylayarak teknik olarak halk referandumuna göndermesi. Referandumlar hep tartışmalı meselelerdir. Şimdi sokağa çıksanız ve bir araştırma yapsanız halkın ne kadar bir kısmını yerel seçimler ilgilendiriyor ortaya çıkar. En fazla sokağındaki çukurlar kapatılmayan bir kısım vatandaş bağlı olduğu belediyesinden duyduğu rahatsızlıktan ötürü “Aman canım bir an evvel seçim olsun” diye evet diyebilir. Ama bu konu yaşamında nasıl bir öncelik taşır o tartışılır. Referandumda erken seçimin kabul görmesi yüksek olasılık fakat kesinlikle bir öncelik değil.

Görünen o ki iktidar partisi halkın temel sorunlarından tamamiyle kopup, 18 yaşındaki gençlere milletvekili olma yolunu açma gibi safsatalarla gündemi meşgul etmekte, erken seçim gibi bir mevzuylada sadece partilerinin ikbali hususunda hassasiyet gösterdiğini ortaya koymaktadır. Eğitimmiş, yurtmuş, sağlıkmış, geçimmiş, yoksullukmuş, terörmüş… Hak getire. Umuyorum ki toplum olarak içine girdiğimiz bu fikri girdaptan bir an evvel kurtuluruz. Lakin çözmemiz gereken çok hayati mesele var. Geç olmadan.

KENTSEL YÖNETİŞİM: SULUKULE




Geçen cumartesi günkü yazımda Kentsel Dönüşüm’ün Türkiye’deki tarihinden kısaca bahsetmiştim. Kentlerde yapılaşmanın 1950’den bu yana gelişimini ve dolayısıyla bugün geldiğimiz noktada sorunların neler olduğuna değinmiştim. Problem çok çeşitli bakış açılarıyla farklı farklı tanımlansada gerçek olan o ki kentsel dönüşüm uygulamalarında çözüm önerilerine kuvvetle ihtiyaç duyulmakta. İşte bu noktada kentsel dönüşümün felsefesine hakim olmak gerekiyor. Kentsel dönüşüm uygulamalarında kullanılması gereken başlıca yöntemler arasında: Kentsel yenileme (urban renewal) yani eskiyi yıkıp yeniden inşa etme (örnek olarak:   İstanbul’da Haliç Çevre Nazım İmar Planı), Sağlıklaştırma (upgrading) yani alt yapısı yetersiz bir bölgenin belli yatırımlarla yeterli hale dönüştürülmesi ve Islah-imar (improvement) gelir.

Bilindiği üzere Türkiye’de çoğunlukla en radikal çözüm olan kentsel yenileme metodu uygulanmaktadır. Bölgedeki evler yıkılır, yerine lüks çok katlı apartmanlar inşa edilir. Bu sistem çoğunlukla rant odaklıdır. İnşa edilen lüks konutlarda bölgenin eski sahipleri yer bulamazlar. En yakın ve trajik örnek Sulukule’dir. 2006 Yılında Sulukule’deki Roman vatandaşların evlerine dağıtılan tebligatın üzerinde “önce insan” yazıyordu. Bölgenin rengi, müziği, dokusu olan Roman vatandaşlarımız bu tebligatlar aracılığıyla gruplar halinde Fatih Belediye’sine  çağrılmış ve yangından mal kaçırır gibi dönüşüm projesi anlatılmıştı. Vatandaşların önüne o günlerde üç farklı seçenek sunulmuştu: ya evlerini satacaklardı, ya evlerini kamulaştıracaklardı ya da Sulukule’de TOKİ aracılığla yapılan lüks konutlardan birini satın alacaklardı.

Halbuki kentsel dönüşümde çözüm kentsel yönetişim’den geçer. Yönetim tek taraflı bir süreçtir. Yönetişim ise karşılıklı, çoklu katılımla işleyen bir süreç. Avrupa’daki tüm benzer örneklerde olduğu gibi dönüşüm yapılacak bölgede yerel ortaklıklar ve katılım şarttır. Batı Avrupa’da kentsel dönüşüm uygulamaları “alana özgü yönetim planlaması”na yani çok sektörlü (kamu, özel, yerel halk) ortaklıkların kurulması temeline dayanır.

Sulukule örneğinde de bu yaklaşım 2010 yılında uygulanmak istenmiş fakat sonuç yine ranta teslim olmuştur. Sulukule Atölyesi isimli bir grupta 60 kadar akademisyen, şehir plancısı, mimar, sosyolog, sanatçı ve Sulukule’li vatandaşların bir kısmı yer almış ve ürettikleri “Alternatif Sulukule Projesi” ile Roman kültürüne saygılı, bölge halkının varlığını koruyacak bir proje ortaya çıkmış ve hem TOKİ’ye hem Fatih Belediyesi’ne sunulmuştur. Sonuç tabi ki olumsuzdur.Proje sümen altı edilir.

Aslında ideal olan tıpkı Sulukule Atölyesi’nde olduğu gibi kollektif, şeffaf, demokratik bir proje planlama sürecidir. Kentsel Yönetişim’in temeli bölge halkının katılımını sağlamaya, bölgede sadece konut problemini değil, istihdam, sosyal yaşam problemlerini de çözmeye yöneliktir. Hatta kentsel yönetişim dahilinde bölgedeki suç oranını düşürmek ve refah seviyesini yükseltmekte başlıca hedefler dahilindedir.

Kentsel Dönüşüm’ün uygulandığı birçok bölgede “önce insan” diye yola çıkılıp “önce rant”a dönüştüğünü üzülerek görmekteyiz. İşte tamda bu yüzden kentler sosyal demokrat belediyecilik anlayışıyla yönetilmeye ihtiyaç duymaktadır. Seçmenlerin bu ihtiyacı yerel seçimlerde görmesini temenni ederim. Yoksa kentlerimiz için çok geç olacak. Kentinize iyi bakın. Çünkü yaşamınız onun ellerinde…

KENTSEL YÖNETİŞİM




Kentsel Dönüşüm mevzusu uzun zamandır belediyelerin gündeminde. Fakat sanıyorum ki yerel seçimlere yaklaştıkça gündemdeki sıcaklığı artacak. Gün geçmiyor ki gazetelerde bir “kentsel dönüşüm” haberi görmeyelim. Peki acaba kentsel dönüşümün neyi hedeflediğini ya da  hedeflemesi gerektiğini tam olarak biliyor muyuz? Kentsel dönüşüm sadece eski binaları, gecekonduları yıkıp yerlerine çok katlı apartmanlar yapmaktan ibaret midir?

Bu kavramı daha iyi algılayabilmek için öncelikle kentsel dönüşümün Türkiye’deki yolculuğuna bir bakalım. Kentsel dönüşüm Türkiye tarihinde 3 zaman diliminde değerlendiriliyor: 1950-1980, 1980-2000 ve 2000 sonrası.

Her dönemin kendine özgü ekonomik, demografik, sosyo-ekonomik değişkenleri ve buna bağlı kentsel dönüşüm uygulamaları mevcut. Örneğin 1950-1980 arası kentlere göç ve hızlı nüfus artışı ve buna paralel olarak artan gecekondulaşma kentsel makroform olarak “Azman Kent” ler (merkezde yoğunlaşma;gecekonduların gelişimi) oluşturmuştur. O yıllarda kentsel dönüşüm uygulamaları da gecekondu bölgelerinin sağlıklaştırılması düzleminde kalmıştır.

1980-2000 Yılları arasına bakıldığında dışa dönük ekonomi politikaları, küreselleşme rüzgarları kentlerin dokusunu da hayli etkilemiştir. Ruhsatsız yapılaşmanın hızla arttığı bu dönemde ki en iyi gelişme yerel ilçe belediyelerine planlama yetkisinin verilmesi olmuştur. 1950-1980 Arasında yetkiler ağırlıklı olarak Devlet Planlama Teşkilatı ve İmar ve İskan Bakanlığı’ndayken 80’lerden sonra belediyecilik anlayışı kuvvetlenmiş ve yetki paylaşımı ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu bağlamdada Büyükşehir Belediye, İmar, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma, Çevre, Boğaziçi, Milli Parklar kanunları ve af yasaları çıkartılmıştır. 80’lerdeki bir diğer önemli gelişme ise ruhsat dışı yapılaşmanın yasallaşmasıdır. Tüm bu süreç sonunda yaşam kalitesi düşmüş, şehirlerde plansız yaygın konutlaşma görülmeye başlanmıştır. 80 Döneminin çılgın yapılanmasının kötü mirası halen daha kentlerin sırtındaki en ağır yüktür.

2000 Sonrası dönemde ise ekonomik olarak izlenen özelleştirme politikaları, özellikle batı bölgelerindeki işgücü ihtiyacı doğudan batıya göçü hızlandırmıştır. Bir yandan belediye toplu konut kooperatifleri diğer yandan özel sektör lüks konut siteleri varlığını kuvvetlendirmiş ve Türkiye’nin gündemine bomba gibi düşen deprem sancısıyla deprem riski olan alanlarda devlet kredisi ile afet konutları yapılmaya, ilgili yönetmelikler hızla uygulanmaya başlanmıştır. Gelir gücü yüksek kesim kendini lüks sitelere izole etmeye, gecekondular içerisinde de konut biçimleri ve standartları hızla değişmeye başlamıştır. 2000 Sonrası dönemde büyükşehirlerin yetkileri genişletilmiş ve bu bağlamda kentsel alanlarda yenileme, apartman alanlarının iyileştirilmesi, yeni siteler ve kapalı yerleşim alanlarının yeniden geliştirilmesi, tarihi konut alanların soylulaştırılması kentsel dönüşüm uygulamaları açısından gündeme gelmiştir.

Cumhuriyetin kurulması ardından yıllar süren ekonomik sıkıntılarının hafiflemeye başladığı ve çok partili sisteme geçtiğimiz 1950 sonrası kent yapılanmamız kısaca bu şekilde. Peki esas meselemiz kentlerimizdeki bu yığınlaşmanın çözümü nedir? Çözüm yazımın başlığında gizli aslında “Kentsel Yönetişim”. Kentsel dönüşümün ideal felsefesini ve kentsel yönetişim kavramını çarşamba günkü yazımda paylaşacağım. Şimdilik kentinize iyi bakın. Çünkü yaşamak için ona ihtiyacınız var.



DEVRİM’İN ÇOBAN YILDIZI




Tarihçi yazar Gürkan Hacır’ın son çıkan kitabı AMİN’i bir solukta okuyuverdim. Tarih içerisinde öyle bir yolculuğa çıkarıyor ki yazar sizi, hep bir sonraki bağlantıyı okumak için can atıyorsunuz. Yazımın başlığı kitabın bir bölümünde bahsi geçen Mustafa Necati Bey’e ait. Mustafa Necati Bey eğitimde yaptığı devrimlerle Ankara’da böyle anılıyormuş: Devrim’in Çoban Yıldızı… Kulağa ne kadar hoş geliyor öyle değil mi? Bir kahramanlık hikayesi adeta…

Gürkan Hacır kitabında Sultan Abdülaziz ile başlayan II. Abdülhamid’le devam eden kız çocukları eğitimi girişimlerinin, Cumhuriyet Döneminde nasıl bir devrime ve seferberliğe dönüştüğünü ve devrimin mihenk taşlarını o kadar güzel anlatmış ki etkilenmemek elde değil. Günümüzde yap-boz tahtasına dönen Milli Eğitim’in, ağır borç altındaki Cumhuriyet’in ilk yıllarında hangi zorluklarla yapılandırıldığı muhakkak okunmalı, öğrenilmeli. Öğrenilmeli ki talan etmekle meşgul olduğumuz sistemin değeri daha iyi anlaşılsın.

Mustafa Necati Bey 1894 doğumlu bir İzmirli. Cumhuriyet dönemi bakanlarından. Köy enstitülerinin alt yapısını oluşturan, Köy Öğretmen Okullarını açan kişi. Eğitimi hukuk üzerine. 1923 Yılında ilk olarak İmar İskan ve Mübadele Bakanlığı yapmış, daha sonra aldığı hukuk eğitiminin getirdiği yetkinlikle Adalet Bakanlığı. Fakat esas Milli Eğitim Bakanlığı esnasında ilklere imza atmış. Bu ilklerin başında milli eğitim kanununu hazırlamak, ilk ve orta öğrenimin parasızlaştırılması ve millet mekteplerinin kurulması geliyor. Hacır kitabında Mustafa Necati Bey’in bir bucak öğretmenini köy imamına karşı nasıl cansiperane savunduğunu da anlatıyor.

Cumhuriyet’in kuruluş döneminden çıkaracağımız dersler çok fazla. Biz ise bir başörtüsü ve İmam-Hatip sarmalına dolanmış gidiyoruz. Bırakın Köy Enstitülerini yaşatıp, geliştirmeyi köylerimizi sadece yaşlıların yaşadığı viran alanlara çevirdik. Ne yazık…
Devrim sürekli gelişim isteyen bir eylem. Biz ise hem bunu kavrayamadık, hem sürekli hazırdan yiyerek elimizdeki tüm cumhuriyet kazanımlarını tükettik. 35 Yaşında henüz gencecik bir fidanken hayata veda eden Mustafa Necati Bey’in kısa ömrüne sığdırdıkları aslında imkansız dediğimiz birçok şey için referans niteliğinde. Yoktan var etmek, bir sistemi kökünden değiştirmek, çağdaşlaşma yolunda devrim niteliğinde değişikler yapmak için 35 yıllık bir ömür yeterli olmuş.
Şimdi birde dönüp mevcut hükümete bakalım. Birçoğu yaklaşık 25 yıldır siyaset arenasında ve etkin görevlerde. Cumhuriyet’in ilk yıllarıyla kıyaslanamayacak bir bolluk içerisindeler. Peki son 10 yılda cumhuriyet kazanımlarının üzerine ne eklendi? Hiçbirşey! Aksine hep bir talan, yağma, yok etme politikası. Belkide son 20 yılın en önemli değişikliği olan 8 yıllık kesintisiz eğitimide yıkıp geçtiler.
Muhtemelen Mustafa Necati Bey’in kemikleri sızlıyordur. Fakat daha önemlisi biz bu eğitim sistemi ve İmam-Hatip tartışmalarıyla Osmanlı’nın son dönemlerine geri dönmüş olduk. Şimdi hep beraber düşünmeliyiz. Telafisi mümkün olmayan ve bir ülkenin genetiğiyle oynayan hatalar yapmaya hakkımız var mı?

KONGREMSİ





İktidar partisi 4. Olağan Kongresini gerçekleştirdi. Kongreye başbakanın 2071 hedefleri, bir kısım basına uygulanan ambargo ve elbette Barzani’nin katılımı damgasını vurdu. Başbakan AKP’nin 4. Kongresinde yaptığı konuşmada “Bu bir son değil farklı misyonlarla birlite olmaya devam edeceğiz inşallah” dedi. Yani resmen cumhurbaşkanı olmak istediğini beyan etmiş oldu. Yazılarımda defalarca AKP içinde bir ayrışmanın yakın olduğunu yazmıştım. Ayrışma çok değil kongreden bir gün sonra başladı. Cumhurbaşkanı TBMM’nin açılış konuşmasında iktidarla ters düşecek öngörülerde bulundu. Aslında burada niyet kamuoyunda Gül’ün Erdoğan’dan daha demokratik olduğu algısını yaratmaktı. Başarıya da ulaştı. Bundan sonra bu strateji son sürat devam edecek ve iktidar partisi içerisindeki kutuplaşma yeni bir muhafazakar partinin doğmasına neden olacaktır. Şimdiden hazırlıklı olun derim.

Bir diğer gelişme Cumhuriyet, Sözcü, Birgün, İMC TV, Ulusal Kanal, Yeniçağ, Aydınlık gibi sol görüşlü gazetelerin akreditasyon alamaması oldu. Cumhuriyet gazetesi yazarı Bekir Coşkun bu durumu twitter’dan ilk duyuran isimdi. Coşkun attığı tweet’te “Cumhuriyet'i AKP kongresine almıyorlar...Çok lazımdı...” diye yazdı. Bunda şaşılacak bir durum yok aslında. İktidarın yasakçı zihniyeti hepimizin malumu. Kongre bahçesinde Habertürk kanalına çıkacak, Cumhuriyet Gazetesi Ankara temsilcisi Utku Çakırözer’in yayını dahi iktidar tarafından engellendi. Tahammülsüzlük had safhada yani. İktidar kendisine muhalif tek ses çıkmasını istemiyor. Tabi baskı her zaman muhalif fikirlerin önünü kesemez. Şimdi esas eleştiriler Gülen Cemaat’ine yakınlığıyla bilinen Zaman gazetesi yazarlarından gelmeye başlayacaktır. Nitekim kongre sonrası Cemaat’e yakın bazı köşe yazarları ufak eleştiri ve tavsiyelerde bulundular başbakana. Bunlar artarak devam edecektir. Bu noktada sol görüşlü yazarlara uygulanan ambargo, bu yazarlara da uygulanacak mı merak konusu.

Barzani’nin kongreye katılması artık kelimelerin kifayetsiz kaldığı son noktadır. Bu meselede Barzani’nin Öcalan’dan farkını anlamak neredeyse mümkün değil. Ben size bu konuda Uğur Mumcu’nun,  Cumhuriyet Gazetesi’nde 7 Ocak 1993 tarihli “MOSSAD ve Barzani” başlıklı yazısını okumanızı tavsiye ederim. Yani Mumcu’nun 24 Ocak’ta haince öldürülmeden önce yazdığı yazıyı. O zaman belki müttefik ülkelerimizin kimler olduğunu ve bu yaşananların aslından akşamdan sabaha değil, uzun vadeli bir planlamanın parçası olduğunu daha iyi anlayabiliriz.

Bu arada Barzani mevzu bahis olduğunda eski başbakanımız rahmetli Sayın Bülent Ecevit’i de anmadan geçemeyeceğim. Kuzey Irak’taki Türkmenlere uygulanan zulüme her konuşmasında değinen Bülent Ecevit, Irak’ın toprak bütünlüğüne her zaman önem vermiştir.  Biraz hafızalarımızı zorlamamızda fayda var. Tarihin tozlu sayfalarında bu sürecin tüm bileşenlerini bulacağımıza eminim.

10 Ekim 2012 Çarşamba

SİYASET VE KADIN















10 Ekim, gerçek bir devrimcinin, sol’da siyaset yapan bir kadın direnişçinin, Türkiye siyasal tarihinin ilk kadın genel başkanının yani Behice Boran’ın ölüm yıldönümü. Behice Boran’ın yaşamı kadın siyasetçiler için örnek alınacak türden.

Ailesi hali vakti yerinde insanlar. Boran yokluğu solda siyaset yapmaya başladıktan sonra yaşıyor. Arnavutköy Amerikan Kız Kolejini birincilikle bitiren ilk Türk kızı. Uğur Mumcu’nun “Ne ilginç raslantı, siyasal kişiliğiniz doğum tarihinizle başlamış” dediği üzere 1 Mayıs’ta Bursa’da başlayan yaşam hikayesi, 1987’de Brüksel’de sürgünde son bulmuş. Dönemin tüm sıkıntılarını en derinden yaşamış. Hapis yatmış, üniversiteden atılmış, vatandaşlıktan çıkarılmış. Ama hiç pes etmemiş.

Soner Yalçın’ın 2 Mayıs 2010 tarihinde Hürriyet gazetesinde Boran’ı anlattığı yazısı, TİP’in Genel Başkanıyken tutuklanışına dair bir anektodla başlar. 1 Mayıs 1979 Taksim mitinginde Boran’ı polis tutuklar ve hakim karşısına çıkarırlar. Hakim Boran’a mitingin yapılacağı Taksim’e kadar nasıl yürümeyi planladığını, bunun için yaşlı olduğunu söyler. Boran’ın hakime cevabı nettir: “Dinlene dinlene…”
İşte devrimci bir kadın liderin uzun soluklu mücadelesinin bir özetidir bu iki kelime…

Belli bir yaşın üzerindeki kadın siyasetçilerin bir çoğu solun farklı fraksiyonlarından gelme şansına sahiptir. Ben kendi siyasal yaşantımda, yaşımdan ötürü hep bunun eksikliğini duyardım. Ta ki Behice Boran’ın yaşamını okuyana kadar. Boran Karl Marx’la 27 yaşında tanışmış. O vakte kadar herhangi bir siyasi oluşumun içinde yer almamış. Bir akademisyene yakışır şekilde inandığı davayı tüm detaylarıyla okumuş, araştırmış.

Sanıyorum büyük ölçüde günümüz siyasetçilerinde eksik olan bir alışkanlık “okumak”. İnandığınız siyasi görüş her ne olursa olsun  ya onun en mikro örgütlenmesinin tabanından gelip, siyasi fikir sofralarında pişeceksiniz ya da bu imkanınız olmamış ise okuyacaksınız. Aslında her iki koşuldada okumak araştırmak farzdır.

Solda siyaset yapmaya hevesli nice genç kız, nice genç kadın var. Eğer ki siyasette kalıcı olmak, sadece birilerine yakınlığıyla tesadüfen veya bir kerelik değil uzun soluklu, var olmak istiyorsak en büyük yatırımı düşün dünyamıza yapmalıyız. En başta M.Kemal Atatürk’ün Nutuk’unu okumalı, Türkiye’nin yakın siyasal tarihi ve Osmanlı Dönemi’ni çok iyi bilmeliyiz.  Marks’ın Kapital’ini, Alman İdeolojisi’ni, Komünist Manifesto’yu, Engels’in Ailenin ve Devletin Kökeni, Doğanın Diyalektiği’ni, Lenin’in Diyalektik Materyalizm ve Emprioktritizm’i okunmasını tavsiye ettiklerim. Bu kitapların içindeki ideolojilere inanmak, kabullenmek zorunda değiliz. Ama bu birikime sahip olmak gerekli diye düşünüyorum.

Siyasette kadın olmak zordur. Ama solda kadın siyasetçi olmak daha zordur. Yürüdüğünüz yolun siyasal tarihini, kıvrımlarını, dönemeçlerini iyi bilmeniz lazım. Kendi fikir dünyanıza yeterli yatırımı yapamazsanız siyasi ikbaliniz hep birilerinin elinde olur. Umuyorum ki önümüzdeki yıllarda nice kadın liderler Türkiye siyasetine damga vurur. Aydınlık ve çağdaş toplumlar kadın ve erkeğin eşit olduğu koşullarda var olur. Ama bunu yaratabilmemiz için çaba, emek ve bilgi şart. Çünkü artık “dinlene dinlene” siyaset yapma lüksümüz yok. Zaman dar. Vakit koşma vakti. Ve herkesin elini taşın altına koyma vakti…